Bir evvelki makâlemizde, Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Beyin (ne olduğu) üzerinde durmamızın bizi aşacağı; ve fakat, (ne olmadığı) noktasında söyleyeceklerimizin bulunabileceği hakkında, mukaddime sayılabilecek beyânlarımız olmuşdu. Bu cümleden olarak Üstâd Merhûmun, bazı şâirler, bazı edibler, hatta “Kur’ân ve İslâm şâirliği” pâyesi hiç vitrinlerden indirilmeyen bir takım zevât ile mukâyesesini de, o da tamâmen i’tikâd ve tevhîd bahisleri ile mukayyed kalmak üzere ele almamız mümkin olabilmelidir. Bu takdirde de, bir takım (sağır-kör ve dilsizlere) âid ezberlerin bozulup, makinelerinin hırıltılı sesler çıkarmaları kuvvetle muhtemel ise de, ârızaları tesbit zamanının çokdan geçmiş olmasına rağmen, gene de azîm fevâidin melhûz olacağı bir hakîkatın ifâdesi bilinmelidir…
Bir evvelki tahrîrâtımızın intihâsında şöyle arzetmişdik:
“-Mes’ele şâirlerse, yok mecaz yapmış, yok istiâre san’atı sallamış, yok aruzla, yok parmakla savurmuş, bunların hiçbiri i’tikâdî sapıklığa kılıf veya ma’zeret teşkîl edemez… Ve bu hususda söz, cum zibidisi (dernek-dergâh ve vakıf) kıdemlisi ve kaynanası echel-i cühelânın değil, Şerîat mütehassısı Zevât-ı Kirâmındır. Meselâ Büyük Şerîat Allâmelerinden mürşid-i hakîki Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhanevî Kaddesallâhu sırrahu’l-âlî Efendimiz Hazretleri gibi zevâtın… Lâkin herşeyden evvel ve en başda, Kelâm-ı Kadîm şâirler içün ne buyurur, bundan başlamak üzere müteâkıb nüshamızda nasibse devâm edelim…”
Bâlâda zikri muharrer bu beyânımızdan sonra Kelâm-ı Kadîm’e müracaat, elbetdeki ilk ele alacağımız delîl olarak ve her mes’elede olduğu gibi en sağlam ve “kendisinde aslâ şübhe bulunmayan” bir hücceti meydana getirecekdir. Ta’bîr-i âharla herşeyden evvel Allâh Azze ve Celle’nin Kitâb-ı Kadîm’i, birinci ve en umûmî hudûdu, nassları ile çizer; ve verilecek hükmü, kendisine, binnetîce Îmân ve İslâm’a zerre kadar ters düşmemek şartı ve kaydı ile tesbît ve tahsîse istikâmetlendirir… Îmân ve İslâm hududlarında hiçbir hürmet, hassâsiyet, dikkat sâhibi olmayan, mübâlatsız, lâübâli, vahiysiz yabânî bir aklın ve nefsin esîri olarak çalakalem sâdece nazmın ölçüleriyle ve mücerred fizîkî güzellik peşinde koşan, bu sebeble de i’tikâdî bataklıklara saplanmakdan bir türlü kurtulamayan gürûh-ı lâyüflihûn içün, işte (Şuarâ 224, 225 ve 226. âyetler) meâlen:
“-…Şâirler(e gelince), bunların arkasına da çapkınlar ve sapkınlar düşerler. Görmez misin, bunlar her vâdîde hayrân olurlar. ANCAK, îmân edüb iyi ameller işleyenler ve ALLÂH’ı çok zikredenler ve kendilerine zulmedildikden sonra öclerini alanlar müstesnâ… Yarın bilecekler o zulmedenler, HANGİ İNKILÂBA münkalîb olacaklar…”
Burada 4 mühim noktada hüküm vaz’edilmişdir ki:
1) Îmân ve İslâm ile alâkası olmayan münkir, müşrik veya münâfık şâirlerdir ki, bunlar hakkında Allah Azze ve Celle’nin âyeti, Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un tefsîriyle şöyle:
“Görmez misin onlar her vâdîde heyaman (hayranlık hali) ile hayran ve sergerdân (başı dönen-şaşkın) dolaşırlar. Şiirde esâs, hüküm değil, sâdece nefsin hissiyâtını ve zevkini veya istikrâhını gıcıklayacak duygulardır. Ounun içün şâirler eğri doğru, iyi ve kötü her mevzûa dalar, her vâdîde otlar ve ifâdede ne kadar hayret ve garâma (aşka-sevdâya-hülyâya) dalarlarsa, o kadar müessir olacağından her telden çalmak için iyi ve kötü her vâdide mestâne dolaşırlar.”
2) “Hem de onlar yapmayacakları şeyleri söylerler. Kavilleri fiillerini tutmaz. İşte bu iki hasletlerinden dolayı da, arkalarına çapkınlar ve sapkınlar düşerler; bu sûretle bunlar da, Peygamber Aleyhisselâm’a ve Müslümanlara benzemezler, şeytânîdirler.”
3) “Ancak ÎMÂN edib SÂLİH AMEL işleyenler, kavilleri fiillerine uygun olarak salâh isteyenler, ve ALLÂH’ı çok zikredenler, şiirlerinin ekserisi TEVHÎD ve TAHMÎD ü TEMCİD ile Allâh’ı zikir ve masnûâtından kudretini tezekkür ve i’lân ile tâatine dâir olanlar müstesnâ…
4) “Ve kendilerine zulmedildikden sonra öclerini alanlar müstesnâ-şayet heciv söylerlerse (hicv ederler, şiir yolu ile yerer veya alay ederlerse) kendilerine yani mü’minlere edilen zulmün öcünü almak, söylenen hecvi (hicvi) reddeylemek içün söylerler. İşte böyle mü’min, sâlih, zâkir ve mü’minlere edilen zulüm ve haksızlığın öcünü alan Hakk müdâfii Abdullan İbni Revâha, Hassan İbni Sâbit, Ka’b İbni Mâlik ve Ka’b İbni Zübeyr gibi müslüman şâirleri o mezmum (kötü-çirkin)ahvalden müstesnâdırlar; bunlar sâdıkdırlar, bunlara tâbi’ olanlar gâvûn (azgın-yoldan çıkmış)değildirler.”
5) “O ZULM EDENLER İSE YARIN BİLECEKLER HANGİ BİR İNKILÂBA YUVARLANIYORLAR… Yahud hangi İNKILÂB meydanında yuvarlanacaklar. BU CÜMLENİN ZÂLİMLERE NE KADAR ŞİDDETLİ BİR TEHDİD İFÂDE ETDİĞİ ÂŞİKÂRDIR. YANİ BUGÜN MÜSLÜMANLARA ZULM EDEN O ZÂLİMLER, BU GÜN YAPDIKLARI ZULM İLE NASIL BİR UÇURUMA YUVARLANMAKDA OLDUKLARINI ÖLDÜKLERİ ZAMAN ANLAYACAKLARDIR.”
6) “AYNI ZAMANDA BU CÜMLE (Biz değil müfessir devam buyuruyor) DÎN-İ İSLÂM’IN ÂLEMDE ZÂLİMLERE KARŞI YAPACAĞI HAKK VE ADÂLET İ N K I L Â B I N I N EHEMMİYYETİNİ İ H T Â R ETMEKTEDİR. BÖYLELİKLE İSTİKBÂLE TAALLÛK EDEN BU GAYBİ HABERİN EHEMMİYYETİ DERKÂRDIR (apaçık ortadadır-âşikârdır.)” (Elmalılı Tefsiri,c:5, s.3649-50)
İmdi biz müslümanlar, edille-i şer’iyye ile sâbit Şerîat (İslâmiyyet) hükümlerini 24 saatimizin her dakîkasında tatbik mükellefiyyeti altında bulunduğumuz içün, hangi şâir veya şâir müsveddesi olursa olsun, ona, bâlâda zikri muharrer ölçüler istikâmetinde bakmakla mükellefiz; buna mecbûr, mahkûm ve bununla vazîfeliyiz… Kemalist jakobenizmin bir takım ezberlerini bozmak icâbediyorsa, bir müslüman gözünü kırpmadan, hakk ve hakîkat tarafında olduğunun îmânı ve isbâtı uğruna bu bâtıl ve şeytânî ezberleri bozabilecek ALLÂH KULU demekdir. Aksi hâlde ya inkâra veya takiyye şerefsizliği ve küfrüne batarak Kitâb’la çatışır; Allâh Azze ve Celle ile karşı karşıya gelerek, nâr-ı cahîme namzetliğini kendi irâdesiyle hazırlamış olur…
Merhûm Üstâdın (ne olmadığı) hususlarını madde madde aşağıya alırken, Üstad aleyhtarları ile şişirme vitrin mankenleri muhibbânına da, dâimâ hakk ve haklının yanında olmalarının, kendileri içün mutlaka hayırlı bulunacağını yukarıya aldığımız tefsîr satırları muktezâsı ihtâr edeceğiz:
1)Bu cümleden olarak, bilfarz Merhûm Üstâd’ın ÇİLE nâm şiir kitabının 6.tab’ı içün mukaddime yazan bir lise muallimi şöyle hezeyânâmeler ifrâz etseydi, acaba ne olurdu:
“-Süleyman Nazifin aşağı yukarı şu mealde bir sözü meşhurdur: “Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’i Türkçe olarak göndermeyi murâd etseydi, bu vazîfeyi Cebrâil’e değil, Necib Fâzıl’a verirdi…”
Hâşâ ve kellâ… Ve o bilmem ne lisesi edebiyyat muallimi olacak mahlûk da, şöyle yazmaya devâm edecek olsa:
“-Çok doğru ve yerinde söylenmiş bir söz…”
Ve bu satırlar Çile’nin 1966 da yapılan 7. tab’ında yer alsa…
Merhûm Üstâd’ın Büyük Doğu’sundan üç yudumcuk bile helâl süt emmiş yüzbinler derhal ayağa kalkar; ve o edebiyyât bilmem nesinin de, o satırları basanın da, bastıranın da, neşredenin de, neşrine vâsıta olanın da, ÇİLE’de o satırları barındıranın da, barındıranı barındıranın da…. Ervâh-ı kerihe-i gayr-i tayyibeleri de dâhil olmak üzere, cümlesinin dünyâsını, bilmem nere kubûristânına çevirmekde zerre kadar şübhe ve tereddüd etmeden, derhal vaziyet ve tavır alır ve icâbedeni de icâbetdiği kadar ve icâbetdiği zaman ve mekânda son noktasına kadar yerine getirmekde zerre kadar tereddüd etmezdi…
Fakat o “Kur’ân şâiri!” diye yere göğe sığdırılamayanların peşinde şovlar ve kaynana zırıltısı gibi ikide bir vakıf-dergâh-dernek-değnek dolaşan muhallebi çocukları, bu kabil küfr ü dalâlet püsküren mülevves satırlar karşısında acaba nerede, ne kadar ve nasıl bir îmân öfkesi değil de, öfkeciği sızdırabildiler?. Acaba neden?.
Merhûm Üstâdın arkasından böyle mülevves satırlara kimse cesâret edemiyorsa eğer, işte merhûm, sahih bir îmân bakımından o mülevves havayı teneffüs edenlerden (olmadığı); ve o mülevveslerle ortak hiçbir paydaya ve onlara tarafdârlığın kırıntısına bile sâhib ve mâlik (olmadığı) içündür…
“-Süleyman Nazifin aşağı yukarı şu mealde bir sözü meşhurdur: “Cenab-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerimi Türkçe olarak göndermeyi murâd etseydi, bu vazifeyi Cebrâil’e değil, …………. ‘e verirdi…”
Bu hezeyanlar, dalâlet ve rezâletin şâircesi veya S. Nazifçesidir…Aynen Kelâm’ı Kadîm’in yukarıda buyurduğu gibi…
“ Bu vazifeyi Müteveffâ Behçet Kemal’e veya Nâzım’a verirdi!” (hâşâ) deyen bir başka ences de çıksaydı eğer, demek ki beriki vakıf-dergah-dernek-değnek takımları ve sürüleri, yukarıda beyân etdiğimiz rezâlete sükût ile ikrâr ve tasdîk verdiklerine göre, herhalde: “Bizimkine verirdi lan! Bizimki Kur’ân Şâiri, sizinkiler şeytân şâiri!” diye kıyâm eder, “bizimki de bizimki!” deyû, salya-sümük höykürürlerdi!…
Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle’ye, neyi, nerede, ne zaman ve kiminle yapması direktifi vermekde (!) zerre kadar îmân, edeb, iffet, ismet ve hayâ kırıntısı taşımayan bu familyalarda, acaba hangi îmân-ı şer’îden bahsedilebilecekdir?.
Evvelâ, zikri muharrer hezeyânın mürtekîbi olan herif-i nâşerîf, bir nebze ele alınmaya değer bulunacaksa, karşımıza Allâh Azze ve Celle’yi, Kur’an-ı Kerîm’i ve Cebrâîl Aleyhisselâm’ı beğenmeyen ve âciz gören bir mahlûk çıkar…
Gelecek nüshamızda bu küfr ü dalâlet urunu tekrar ve daha tafsilli teşrih masasına yatıracaksak da, şimdilik şu kadarını arzedelim ki, Merhûm Mustafa Sabri Efendi’nin mumâileyh hakkında kaleme aldığı “Ramazan orucu fidye ile geçiştirilemez!” serlevhalı reddiyesi, bu adamın hakîkatını apaçık ortaya sermişdir… Bu eser tedkîk ve mütâlaa edilecek olursa, bu tip adamların şımarık, hoyrat, bilgiç, kendilerini her vâdide at oynatmağa salâhiyyetli gören, ihtisâsa hürmet edebinden fersah fersah uzak, İslâm düşmanları ile bir takım müşterek paydalara sâhib, etrafları züppe ve dalkavuklarla muhâsarada, gerçek ulemâdan kaçan ve onlara tepeden bakmayı marifet sayan, (mecâz, istiâre ve bilmem ne v.s.) san’atı denen nesneleri, küfr ü dalâlet ihtivâ etse de, sanki orada bu rezâletleri mubahmış gibi telâkkî eden; ve bunun hem dall hem mudill dâîliği peşinde pespâyeleşmekden aslâ hazer etmeyen tipsiz ve garîbe-i hilkât mahlûklar olduğu görülür…
S.Nazif de, memleketde Şeyhülislâm ve meşîhât-ı İslâmiyye dâiresi yokmuş da, işin tek hâl mercii kendisi imiş gibi mes’eleye maydanozluk hevesâtı ve (câhil cesâreti) ile kıyâm edib, makâle adı altında echel-i cühelâ satırları döktürür ve “oruç tutmak istemeyenlere fidye vererek işin içinden sıyrılmaları!”oyununu ve şeytanlığını öğütler!. Ona göre Şeriat-ı Garrâ’nın olmazsa olmazları yani lâzım-ı gayr-ı mufârıkı yani Şerîat-ı Garrâ ıstılâhâtındaki ifâdesiyle “zarûrât-ı dîniyyesi” cümlesinden olan hüküm ve haberlerde, işkembe-i kübrâdan gaseyân etmek, son derece olağan bir hakdır!..
Aynı akîdevî mübâlâtsızlıkları, pek çok ittihadçı ve cumhûriyetçi şuarâ takımlarında da tesbît etmek; ve onların bu kadar câhil adamlar olarak müslümanları temsîl iddialarıyla vitrinlere sürülüşünü görmek, müslümanlar hesâbına son derece kara bir yazı olsa gerekdir.. Artık bugün, “münevver, aydın, aydınlanma, çağdaş, çağdaşlaşma, uygar, yular, kravat, kavvat v.s.!” gibi onlarca kelimelerin altında kalanlara çok değil, fevkal’âdenin de fevkinde dikkat etmek lâzım geliyor…
Necmüddîn-i Erbakânî Es-Sinôbî Hazretlerinin Parti bülteni olan cerîde-i milliyyesinde Atatürkçü bir Atatürk âşığı Âfet-i Devrân muharrire cenabları da, Haziran sonlarında “şecaat arzederken” öyle müthiş satırlarla arz yuvarlağı önünde ifşâatda bulundu ve öyle bir arz-ı endâm eyledi ki, bizim de o satırları burada iktibâs ile kâriîn-i kirâmımızın ibret nazarlarına arzetmek, bir vecîbe hâline gelmiş oldu. Aynen buyrun:
“- Şimdi millî mücadelenin en sevilen şahsiyetlerinden büyük şâir (herhalde Kur’an Şâiri demeyi unutdu!) M.Akif’in kendi sözleri ile bu mevzua ışık tutuşunu anlatan bir paragraf iktibâs ediyorum. Kimse M.Akif üzerinden de siyâset yapmayı denemesin: (Başda T.C ve bütün parti-pırtılar, dergahçılar, hângâhçılar, loca-baca takımı masonlar, kemalistler, ergenakoncular, milliyetçi-ulusalcı ve ulumacılar-tulumbacılar, hoşgörü-diyalogçu ve diasporacılar, denaetçi-danaetçi, sahneci-salhâneciler ve “onun üzerinden siyâset yapmayı denemesin!” diyenler, tam 80 senedir siyâsetin de istismârın da sunturlusunu yapar ve adamın cılkını çıkarırlarken, bu temennîyi gene de hoşgörü ile aldık ve kabûl etdik efendim, ömrünüz müzdâd ola!..)
Evet şâir aynen şöyle demiş:
“ -MISIR’DA 11 SENE KALDIM. FAKAT 11 SAAT DAHA KALSAYDIM ARTIK ÇILDIRIRDIM. SANA HÂLİSÂNE BİR FİKRİMİ SÖYLEYEYİM Mİ: İNSANLIK DA TÜRKİYE’DE, MİLLİYETÇİLİK DE TÜRKİYE’DE, MÜSLÜMANLIK DA TÜRKİYE’DE, (Kur’an şâiri Müslümanlığı üçüncü sırada zikrediyor!) HÜRRİYETÇİLİK DE TÜRKİYE’DE. EĞER VARSA, ALLÂH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP MUSTAFA KEMAL’E VERSİN.” (Muhiddin Nalbantoğlu’ndan naklen)
“ Milli mücadeleyi bilmeden Atatürk hakkında fikir beyan edilmesi haksızlık oluyor. Üstelik milli mücadeleyi ve tarihi bilmemek bir müslümana yakışmıyor.” (Bakınız: 23.06.2008 Pazartesi, Milli Gazete, Afet Ilgaz.)
Ne günlere kaldık ey, Gâzî Hünkâr!.
Şey şey oldu, şey de mühürdâr!..
Bu nüshamızda bazı malzemelerimizi böylece ta’yîn ve tesbît etdikden sonra, icâbeden tahlîl, terkîb, tenkîd, tefrîk, ihtâr, ikfâr, ihzâr, idrâr…. artık ne lâzımsa, onları da müteâkıb makâlelerimize havâle ederiz biavnihî Teâlâ…
Mâba’di var
(İntişârı: 26.05.2008)