Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)
LÂLELİDEKİ YAZIHANEDE ALINAN KARAR
Tahmînen 1973-74’ lü seneler…
Rahmetli Hafız ve muhâmî (avukat) Kenan SAH ve Muhâsebeci Merhûm Fuad Kızıltepe henüz sağ…
1975’de trafik kazâsında Kenan’ı, bir sene kadar sonra da Fuad karındaşımızı bir trafik kazâsında âlem-i dâr-ı bekâya yolcu etdik.
İkisi de hasbî ve samimî müslümanlardı. Biz TÜRKÇESİ nâm 15 günlük mecmuamızı çıkarırken, Fûad, mecmuanın muhâsebesini tutar, Hafız Kenan da ensemizde boza pişirmek istiyen ve İslâm’ın kökünü kurutmak içün tam bir baş belâsı bulunan, Cezâ Kânûnunun 163. maddesi bizi yokladıkça, muhâmîliğimizi (avukatlığımızı) yapardı. Ne kadar ısrâr etsem bir türlü ne muhâsebe, ne avukatlık masraflarını ikisine de kabûl etdiremezdim…
Merhûm Fuad’a ara sıra emeğinin karşılığını teklîf etsem, o gevrek gülüşüyle ortalığı şenlendirir, “Sen zengin olunca hepsini topdan alacağım” der, bıyıkaltı gülüşüyle de, zımnen: “Sen hayatda paralı adam olamazsına” getirirdi… Ara sıra da: “Sen mecmuayı para içün çıkarmıyorsun ki, ben de senden para alayım” dediği olurdu…
Avukat Hafız Kenan Rahmetlime de bir gün Cağaloğlu’nda yanyana yolda giderken, cebine biraz bir şey koyayım istemişdim ki, o kaçışını bir görmeliydi… O önde ben arkada Cağaloğlu’nda epey onu kovalamışdım!
Dünyâ…
İkisi de daha 40’lı yaşlarda idi…
Kuş gibi uçub gitdiler…
Hasbî ve samîmî müslümanlar çok seviliyor, unutulmuyor ve çok, ne kadar da çok aranıyor…
*
Bâyezid’den Aksaray’a inerken sağda Fen ve edebiyât Fak. ve o binânın hemen sağından da Vezneciler’e çıkan cadde (Reşid Paşa caddesidir). Tanzimatçı mürtedlerin İskoç locasına kayıtlı, ingiliztapar masonlarından, şu meşhur sadrazamın adını taşıyan cadde… Bu caddeye girince 100 metre kadar solda bir dâire tutmuş; ve 15-20 kadar kafadâr, “Hukuk Bürosu” dediğimiz orada mesâî sonları veya tâtil günleri toplanır, çayla-atıştırma arasında sohbet eder, biribirimizi görmeden edemezdik…
O günlerde Üstâd Merhûm Necib Fâzıl Bey’in “Baîdullâh” tesmiye etdiği Haydarâbadlı (Hindistanlı) Prof. M. Hamidullâh’ın da nice reformist gibi abuk-sabuk gayr-i islâmî fikirleri, Türkiya’da epey yaygınlaşmıya başlamışdı… O zamanlar asistan olan Sâlih Tuğ da, Edebiyat fakültesinde tercemanlığını yapardı. Baîdullah’ın “Mirac, bir ru’yâdan ibâretdir” şeklindeki hezeyânı, ehl-i sünnet müslümanları arasında o aralar ziyâde rahatsızlık ve aksül’amele vesîle olmuşdu.
Hukuk (guguk da derdik) Bürosu müdâvimleri olarak istişâre netîcesinde Merhûm Sadreddîn Efendi ile Baîdullah’ı yazıhânemize da’vet edib, zarûrât-ı dîniyyemize taâllûku da olan bu mes’elenin ikisi arasında müzâkeresini karara bağladık… Hakkla bâtılın müzâkeresinden değil de, mücâdele ve hatta mücâhedesinden bahsedileceği ehl-i dile ma’lûmdur…
HAMÎDULLAH’IN ÇOK KISA TERCEME-İ HÂLİ
Hamidullah’ın nasıl zihin ve kalb ihtilâcları içinde bulanık bir adam olduğunu; ve İslâm telâkkîsinin, daha yazdığı pek çok hezeyanlara bile lüzûm kalmadan anlamak içün Diyânet Ansiklopedisinin, kendi adamları hakkındaki tarihçe-i hayâtına âid aşağıdaki şu 7-8 satırlık (hulâsa şehâdetine) mürâcaat bile kâfî gelecektir. Adı meşhûr edilmiş nice adamların, İslâm’a îmân ve telâkkilerinin menşei bilinmeden; ve bunların istinadlarının, 15 asırlık ehl-i sünnet dünyâsının üzerinde ittifak etdiği mütehassıs müctehidîn ve ulemâ olmadığı takdirde bir işe yaramıyacağı nazarı i’tibâre alınmadan; onlara birer (hakîkî mürşid ve kılavuz) gibi bakmak, hiçbir işe yaramaz; tam tersine, insanların dalâlet içinde boğulmalarına sebeb olacakdır… Meselâ Hamidullah mevzuunda, çakma “Üstâd” Mısıroğlu’na kadar, maatteessüf niceleri de Türkiya’da, bu varta ve çukura pek sık düşmüşlerdir. Bervechi âtî bu noktalara, nasibse biraz daha mufassal temâs edeceğiz.
İşte meşhûr edilen Haydarâbad’lı Hamidullah’ın, “gönderildi” denilerek (!) yârânı tarafından 7-8 satırla hulâsa edebileceğimiz ilmî ve islâmî menşe’, hüviyet ve hakîkatı:
“Muhammed Hamîdullah, asistan olduğu Osmâniye Üniversitesi tarafından, İslâm devletler hukukuyla ilgili doktorasını tamamlamak için Almanya’nın Bonn şehrindeki Rheinische Friedrich Wilhelms Üniversitesi’ne gönderildi. (Tarihdeki falan medreseye GİDENLERLE, gâvurun bilmem neredesi ve nesine GÖNDERİLEN’e dikkat.) Çalışmaları sırasında San‘a, Mekke, Medine, Beyrut, Şam ve Kahire kütüphanelerinde araştırmalarda bulunduktan sonra 1932 yılında İstanbul’a gitti ve Şerefettin Yaltkaya, İsmail Saib Sencer, Hellmut Ritter, Osman Reşer (Bu dört ismin dördü de ya oryantalist, ya oryantalist kafalıdır, dikkat.) gibi ilim adamlarıyla görüştü. Doktorasını yaparken Paul Ernst Kahle ve Fritz Salim Krenkow’dan (şu hâle bakınız) faydalandı.”
Yukarıda ismi geçenler arasında bilhassa adı geçen Ş.Yaltkaya, Felsefeci Hilmi Ziyâ’nın “Sarıklı bir Türkçü” dediği adamdır! Namazın, Kelâm-ı Kadîm’in hâşâ tercemesi ile kılınacağı dalâletini benimsemiş, bunun içün 46 sureyi gûyâ “terceme” etmişdir!. Dolmabahçe’de, Makbûle hanımın “Abimin namazını kılacaksınız” yollu feryâd ü figânı ve ortalığı karıştırması üzerine, saraydaki, bazı hızmetliler, aşçı, bulaşıkçı, temizlikçi ve devrin birkaç bendegânı bir iki saf tutmuş; ve adı geçen “Sarıklı Türkçü” de atasının cenâze namazını “Tanrı büyükdür” ile iki omzuna “esenlikler sizin üzerinize” demek arasında “terceme dualar,v.s.ler” okuyarak (!) gûyâ kıldırıb, ilm ü iz’ânı olmıyan Millî Abla Makbûle Hanım da sulh u sükûna kavuşmuşdur…Abisinin ebedî mekân, mahâl ve makâm-ı mahsûsuna yolculuğunun böylece yolunu açmış (!) gönül rahatlığına vâsıl olmuşdur!. Ş.Yalkaya, kamalist ideolojinin ord. purof kıldığı; ve 1942’de R. Börekçi’den sonra, DİB başı yapılmış bir sarıklıdır. İslâm Dînini, cumhuriyete “uyarlama, yuvarlama ve ayarlama” merkezi bulunan DİB başında, öldüğü 1947’ye kadar orada, o sun’î ve beşerî dîne “mukaddes pederlik” yapmışdır!.. Demek ki Mösyö Baîdullah’ın feyziyâb olub irşâdına vesîle olanlardan birisi ve en mühimi, bu kamalist Ord. Purof. Yaltkaya ise, diğerlerini de tahmin etmek hiç de zor olmıyacakdır…
Apaçık anlaşılıyor ki, adam, birileri tarafından “gönderildi” kelimesi ifâdesinde yer alan güdümlü bir zat!. Kim, ne içün, nereye ve nasıl gönderdi.. gibi sualleri geçiyoruz…
İKİ SAAT SONRA ANLAŞILMIYAN ARABÇA!
İşte bu zât ile Merhûm Sadreddîn Hocayı (1973 yılı olsa gerek) adı geçen mahalde bir araya getirmişdik. Mi’râc hâdisesini aralarında birbuçuk iki saat kadar harâretli bir havada görüşmiye başladılar. Hoca, arada hâzirûna terceme ediyor ve sık sık da gülümsiyerek, muhâtabının pek yola gelecek munsif, muhikk, muhlis, ve muhnis cinsden bir zât-ı muhterem olmadığı intibâını veriyordu… Hamidullah Efendi ise, bir tek Hazret-i Âişe Vâlidemizden gelen hadîse istinâd ediyor, ikinci bir hadîsi ağzına bile almıyordu!. Sadreddîn Hoca ise, râvî silsilesi ve senetleri ile 18-20 kadar sahih ehâdîs-i şerîfe okuyub şerh ederek, Mi’râc Mu’cizesinin (muhâtabının bir ru’yâdır) deyişine mukâbil (Rûh maal cesed) vâkı’ olmuş bir mu’cize olduğunu; ru’yâda vâki’ olsaydı, bunun, sabah Kureyşlilere anlatılması hâlinde bir fevkâl’âdelik olamayıb pek büyük bir aksül’amelle karşılanmaması lâzım geleceğini; hatta bazı zaif müslümanların bile “Bu kadarı da olmaz” diyerek, Efendimiz Aleyhisselam’dan yüz çevirib mürtedd olduklarını; bu mu’cizeyi de hemen tasdik eden SIDDÎK-I EKBER Radıyallâhu anh Hazretlerinin de bir ru’yâ tasdîkiyle bu kadar büyük bir lâkab ve rütbeye erişmesinin gülünç olacağını ve daha pek çok tafsîlâtı delilleri ile ortaya koymasına rağmen, Hindli Purof Hamidullah Efendi, bütün müzâkere ve mükâleme boyunca aynı şeyleri tekrar edib durmuşdu…
En nihâyet müzâkere bitince, Sadreddîn Hoca Merhûm’un o kendine hass tebessümü, artık bütün nâsiyesini ve beden dilini de kaplamış; ve şu cümle ağzından dökülmüşdü: “Muhterem Purofesör BENİM ARABÇAMDAN ANLAMADIĞINI SÖYLÜYOR!..”
Tabiî hâzirûn olarak bizler de: “2 saatdir anladı da sonunda mı anlamadı, bu nasıl mâzeret, biz de asıl bunu anlamadık!” diyerek, çaylarımızı yenilemiye geçmiş; “Demek ki purof olmak böyle birşey oluyormuş” diye diye, cıgaracılar cığara içün sağa sola uzaklaşırken, bir kısmımız da çarımızı karıştırmıya geçmiş; KADERİMİZDE var olanın bugün de kazâen böyle yaşanacağını düşünüb, (Elhamdülillâhi Alâ külli hâl) demekden başka bir şey yapamamışdık…
Aradan tam yarım asır geçmiş..
Şu dünya hayâtı hakîkaten “oyun ve eğlenceden ibâret!”
(Mâba’di var)
2 Comments
Selamun Aleykum Abi, Allah razı olsun. Allah vergisi kabiliyetinle şu „Islamı tamir davasında islam tahrifcilerini ve dahasını“ ne güzel tarif ve beyan etmişsin.. Malikil Mülk olan Rabbımızın huzurunda bu makale ve diger islami yazıların senin için ve biz acizane okuyanlar için bir kurtarıcı, bir vesika olurlar.. Allah yar ve yardımcımız olsun. Allah sıhhat ve afiyet versin..
Vealeykümüsselam Karındaşım.
Dualarına aminler…
Rabbimizin emanında, sıhat ü selamatde olasınız, olalım…