Her kim imanından sonra Allah’a küfrederse -kalbi iyman ile mutmainn olduğu halde ikrah edilen başka- velâkin küfre sînesini açan kimse lâ-büdd onların üstüne Allah’dan bir gadab iner ve onlara azîm bir azâb vardır. (Nahl/106)
[ Elmalılı Hamdi Efendi ]
***
Kalbi imân ile mutmain olduğu halde icbar edilen müstesna, velâkin her kim imânından sonra Allah Teâlâ’yı inkâr eder de küfre sîne açarsa işte onların üzerine Allah’dan bir gazap vardır ve onlar için pek büyük bir azap da vardır. (Nahl/106)
[ Ömer Nasuhi Efendi ]
*****
(Cild: 4 sahife: 1828)
(…)
“Her kim îmandan sonra İslâmiyyet’i kabul etmiş iken bilahere Allâhu Teâlâ’yı inkâr eder küfrünü itirafda veya küfrü mucib bir hareketi iltizamda bulunur da küfre sîne açarsa, yani küfrü kabul etmesi için göğsünü genişletir, münşerihu’l-kalb olarak razı olursa işte onların üzerine Allâh’dan pek muazzam bir gazab vardır, mehâbetini (=ululuk, yücelik, azamet, heybet) ta’yînden âciz bulunduğumuz pek büyük bir şiddet mukadderdir, onlar bu irtidadlarının böyle müthiş cezâsını âhiretde göreceklerdir.
(…) Istılahda ikrâh, bir kimseyi tehdid ile, korkutmakla, rızâsı olmaksızın bir sözü söylemeye veya bir işi yapmaya haksız yere sevketmekdir. Buna “icbâr” da denilir. Ve bu ikrâh iki kısma ayrılır.
Birincisi: İkrâh-ı mülcîdir ki, bu, nefsi katl ile, uzvu kat’ ile veya bunlardan birine sebeb olacak şiddetli bir darb ile yapılan ikrâhdır ki ikrâh olunanın rızâsını izâle ve ihtiyârını ifsâd eder, maamâfih (=bununla berâber, durum böyle iken) nâsın ihtiyârı yine sâbit bulunur.
İkincisi: İkrâh-ı gayr-ı mülcîdir ki, yalnız gam ve elemi mûcib olacak derecedeki darb ve hapis gibi şeyler ile yapılan ikrâhdır ve mükrehin (zorlananın) rızasını izâle ederse de ihtiyârını ifsâd etmiş olmaz.
Bu ikrahların hükümleri ise şöyledir:
(Cild: 5 sahife: 3130)
“(…) İkrah olunmadığı halde rızası ile kelime-i küfrü söyleyen veyâ ikrah olunduğu zaman kalbini bozub da küfre itikad ediveren kimseler üzerine Allah’dan bir gadab yani künhü tarif olunmaz büyük bir gadab ve bir de bunlara azîm bir azâb vardır. Çünki cürümleri en büyük cürümdür.
Rivâyet olunuyor ki Kureyş Ammâr’ı ve babası Yâsir’i ve anası Sümeyye’yi irtidâda ikrah etdiler. Onlar ise imtinâ’ eylediler. Bunun üzerine Sümeyye’yi birer ayağından iki devenin arasına bağladılar; ve “sen erkekler için müslüman oldun” diyerek, bir harbe (=kısa mızrak, süngü) ile önünden deşdiler. Develere sürükletib parçalatarak öldürdüler. Arkasından Yâsir’i de öldürdüler. İslâm’da ilk maktul bu ikisi oldular (radıyallahu anhumâ). Anasını babasını bu halde gören Ammâr ise, ikrah olunanı lisânen söyleyiverdi. (İlâve: Hazret-i Ammar’ı da Meymûne kuyusuna atdılar. Suda boğulmak üzereyken dili ile, kâfirlere onların istedikleri yolda uysallık gösterdi. Ahmed Davudoğlu, Kur’ân-ı Kerîm ve Îzâhlı Meâli sh. 280) Bunun üzerine “yâ Rasûlallah Ammâr küfretmiş!” denildi. Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Hayır, Ammâr, başdan ayağa îmân dolmuş, îmân onun etine kanına karışmışdır.”
Derken, Ammâr ağlıyarak Rasûlullâh’a geldi. Rasûlullâh da gözlerini silmeye başladı ve buyurdu ki: “Nen var, tekrar ederlerse sen de dediğini tekrâr et.”
Bir de Müseylemetü’l-kezzab iki kişiyi tutmuşdu. Birisine “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da “Rasûlullâh” dedi. Müseylemetü’l-kezzab “benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da “sen de” dedi. Binâenaleyh bunu bırakıverdi. Ötekine “Muhammed hakkında ne dersin?” dedi. O da “Rasûlullâh” dedi. Müseylemetü’l-kezzab “benim hakkımda ne dersin?” dedi. O da “dilsizim” cevâbını verdi. Müseylemetü’l-kezzab üç defa tekrâr etdi, o da yine aynı cevabı verdi. Binaenaleyh bunu katleyledi. Rasûlullâh bunu haber alınca buyurdu ki: “Evvelkisi Allâh’ın ruhsatını tutdu, İkincisi hakkı ızhar etdi.”
Demek ki, böyle ikrâh-ı mülcî hâlinde yalnız lisânıyle kelime-i küfrü telaffuz etmek câizdir, fakat bu ruhsatdır; ve âyetden anlaşıldığı üzere, kalbi îmân ile mutmain olmak şartı ile bir ruhsatdır. Fakat ızhâr-ı hak ve i’zâz-ı din (=dînin şerefine hürmet) için helâki göze alıb da ictinâb etmek azîmetdir. Ve bu hususda azîmet ile amel efdaldir.”
(azîmet= Kulun, Allah tarafından kendisine yüklenen vazîfilire tam bir sebat ve azimle yerine getirmesi. Zıddı: RUHSAT)
(Cild: 8 sahife: 416)
“ (…) Tefsîr-i Hâzin’de beyân olunduğu vechile kelime-i küfrü tekellüme cevaz verilecek kadar icbârın mikdârında ihtilâf varsa da essah olan katil ve âzâsını kesmek ve tahammül edemiyeceği kadar dövmek gibi şeylerle tehdîdini îkâ’ (=meydana getirme, yapma, yaptırma, işleme) edecek bir kimsenin tehdid etmesidir. Şu beyân olunan sûret üzere tehdîd olunduğunda teklîf olunan kelime-i küfrü tekellüm etmekle nefsini kurtarmağa ruhsat-ı şer’iyye vardır. Binâenaleyh kalbi îmânla sâbit olduğu halde tekellüm ederse kâfir olmaz, ma’fuvdur. Eğer tekellüm etmez sabır ederse, azîmetle amel etdiğinden me’cûrdur (=sevâb kazanır). Ammâ ikrâh, vâcibi terk veya muharremâtı işlemekle meselâ hınzır etini yiyeceksin diyerek icbâr olunursa teklîfi kabûl etmek vacibdir. Eğer sabır eder teklîfi kabûl etmez helâk olursa vâcibi terkle nefsini mühlikeye (=öldürücü, helâk edici) atdığından günahkâr olur.
(…) Bu âyetin Rasûlullâh’ı tasdîk için nâzil olduğu mervîdir.