Öldükden sonra dirilmenin mümkin olduğunu isbât ve Dîn-i Celîl-i İslâm’ın bu rükn-i mühimini idrâk edebilmek içün evvelâ (üç aslı) kabûl etmek lâzım gelir.
1) Hallâk-ı Âlem Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin her mümkine kâdir ve fâil-i muhtâr (=istediği gibi hareket edebilen) olduğu i’tikâd edilmeli
2) Hâlık Teâlâ’nın cüz’iyyât ve külliyâtdan her şey’e yakînen ve kâmilen âlim olduğu cezm olunmalı
3) Bir vakitde husûlü mümkin olan bir şey’in sâir vakitlerde dahî mümkinü’l-husûl olduğu kabûl ve teslîm olunmalı (Usûl-i mezkûrenin hakk olduğu berâhîn-i kat’iyye (=kat’î delîller) ile sâbit olmuşdur).
İşte bu üç aslı i’tikâd etmeyenlere ba’del mevt ba’si kabûl etdirmek âdetâ muhâldir. Usûl-i mezkûre kabûl olundukdan sonra (Meâd-ı Cismânî)nin nefsü’l-emrde mümkin olub ilerüde vâki’ olacağı akla sığdırmak içün deriz ki:
“Habîbim o insana de ki o çürümüş kemikleri ilk def’a inşâ ve îcâd eyleyen Zât-ı Ecell-i A’lâ ihyâ eder.” (Sûre-i Yâsin, 79. Âyet-i Kerîme)
Nazm-ı Celîl’inin işâret buyurduğu vech üzere: Bir şey’in mislinin imkân ve vukû’u o şey’in de mümkin olub vâki’ olacağına delâlet eder. Şu hâlde deriz ki insanın beden ve cesedi meniden, meni kandan, kan me’kûlât ve meşrûbâtdan tevellüd eylediğinde, me’kûlât ve meşrûbâtın mevâddı ise ancak eczâ-yı unsuriyyeden husûle geldiğinde şübhe yokdur. Halbûki eczâ-yı unsuriyyeden her biri küre-i arzın bir kıt’asında müteferrik (=ayrılmış, dağılmış) bir hâlde bulunmakda iken bir nevi’ (Sun’-ı İlâhî) ile ictimâ’ eyleyüb Hâlık Teâlâ’nın kudret ve tedbîri ile o eczâ-i müctemiadan hayvânât ve nebâtât vücûda geliyor ve bu sûretle vücûda gelen hayvânât ve nebâtât dahî ayniyle eczâ-i asliyyeleri gibi küre-i arzın birer kıt’asında müteferrik bir hâlde bulunmakda iken kudret-i samedâniyenin te’sîriyle (Meselâ Amerika’dan un, Avrupa’dan et, Afrika’dan yağ, Asya’dan su ve sebze) bir araya toplanarak yemek yapılub insanlar eklediyorlar (=yiyorlar). Bu sûretle mi’dede ictimâ’ etmiş olan me’kûlât ve meşrûbâtın eczâsında Hâlık Teâlâ Hazretleri diğer bir tedbîr daha icrâ ederek andan kan hâsıl olub a’zâ-yı bedeniyyeye tekrâr dağılur. İşbu kanda dahî diğer bir tedbîr daha icrâ buyurularak meni husûle geliyor. Ba’dehu hîn (=zaman,vakit) ve kâide-i şehvetin istîlâsı sebebiyle âlem-i bedende müteferrik olan meniden bir mikdârı seyelân ederek rahme munsabb (=dökülen) olub erkek ile kadının menisi orada ictimâ’ ediyor ve işte rahm-ı mâderde (=anne rahmi) ictimâ’ eylemiş olan bu meni mevâd-ı unsuriyyenin, hayvânât, nebâtâtın, me’kûlâtın ve meşrûbâtın ve kanın kudret-i ilâhiyye inbiğinden (=süzme âleti) geçe geçe hulâsatü’l-hulâsâsı olarak beden ve cesed-i insânînin maddesi kılınır. Ba’dehu Hallâk-ı Âlem Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri o menide bir tedbîr-i acîb daha icrâ buyurarak meniyi kana ba’dehu ana (ona), kemik tahvîl eyliyor. Daha sonra o kemiğe et giydirerek ve anda a’zâlar, kollar îcâd ederek insan şekline kalbeyliyor. Ba’dehu rûh ihsân ederek cemâdlıkdan (=cansız varlık) çıkub insan oluyor ve müddet-i ma’lûme mürûr eyledikden sonra tevellüd edüb dünyâya geliyor. Ömrü nihâyet bulub da vefât eyledikden sonra eczâ-yı bedeniyyesi çürüyüb parçalanarak ke’l-evvel küre-i arza dağılıyor.
Ma’rûzât-ı sâlife ta’yîn olundukdan sonra deriz ki ba’del-mevt tekrâr beden-i insanın halk olunması ilk evvel beden-i insanın halk olunması gibidir. Belki eczâ-yı bedeniyye hayât ile ülfet peydâ eylediği içün ikinci hilkat birinci hilkatden daha kolay olmak lâzım gelür. Hâlbuki Hâlık Teâlâ’nın ilm ve kudreti yine ilk hilkatde olan ilm ve kudretin aynıdır. Şu hâlde yevm-i kıyâmetde Cenâb-ı Hakk’ın (İlim) san’at-ı celîlesiyle toprak ve buhâr eczâsına karışmış olan şahs-ı muayyenin eczâ-yı asliyyesini temeyyüz (=seçilme) eyleyüb ilk hilkatde olduğu gibi (kudret-i ilâhiyyesi ve bir sun’-ı acîbi ile de anları bir araya toplayarak ve her cüz’ü kendi mevki’-i muayyenine vaz’ eyledikden ve anlara şekl-i insânî giydirdikden sonra ikinci def’a olmak üzere her bedene kendi rûhunu iâde ederek ke’l-evvel bütün ölüleri cesedleriyle diriltmesi mümkin olmak lâzım geldiği gibi vâki’ olacağı dahî şeksiz ve şübhesizdir. Kur’ân-ı Kerîm’in yüzü mütecâviz mevâzı’ında meâd-ı cismânînin ya’ni rûh ve cesed ile dirilmenin vukû’a geleceğine dâir nusûs-ı kâtıa vârid olduğundan meâd ve haşr-ı cismânîyi inkâr edenler sûret-i kat’iyyede kâfirdirler).
[Büyük Şehîd İskilibli Muhammed Âtıf Hocaefendi, Mir’atü’l-İslâm, 1332 Baskı, sh: 63-66]