Ölen kimse eğer mü’min-i mutî’ ise eltâf-ı ilâhiyye kendisine tecellî eyleyüb dürlü dürlü cennet ni’metleriyle mütene’im ve mütelezziz olur ve bu hâl kıyâmete kadar devâm eder ve işte buna (Ten’îm-i Kabir) denir.
Ve eğer ölen kimse tevbe etmezden evvel vefât eylemiş mü’min-i âsî olub da azâb olunmasına irâde-i sübhâniyye taalluk eylemiş ise cehennem azâbıyla muazzeb olur.
Âsî olan bir mü’min eğer Cum’a gecesi veyâ gündüzü vefât etmiş ise anın azâbı bir saat mikdârı devâm edüb ba’dehu munkatı’ olur ve eğer meselâ Cum’a ertesi gecesi vefât etmiş ise Cum’a gecesine kadar azâb devâm eyleyüb ba’dehu munkatı’ olur ve tâ kıyâmete kadar bir daha iâde olunmaz. Ve eğer ölen kimse kâfir ise behemahâl çeşid çeşid cehennem azâbıyla muazzeb olur ve kıyâmete kadar devâm eder yalnız Cum’a gecesi ve gündüzü ile Ramazân-ı Şerîf’de anların azâbları ref’ olunub ba’dehu tekrâr iâde olunur ve işte buna da (Azâb-ı Kabir) denir.
(Zağta-i Kabir) kabir sıkıntısı demekdir ki Peygamberân-ı İzâm Hazerâtı gibi Ehâdîs-i Şerîfe ile istisnâ edilmiş zevât-ı âliyeden başka gerek mü’min-i mutî’, gerek âsî, gerek kâfir olsun bundan hiçbir ferd kurtulamaz zağta-i kabrin devâmı da azâb-ı kabir gibidir.
(Bir kimse öldükden sonra bedeni ağac ve taş gibi kalır ağac ve taşa azâb muhâl olduğu gibi bedene dahî azâb muhâldir ve bir de eğer kabirde azâb olsa idi hiç olmaz ise âsârı görülmek lâzım gelirdi hâlbuki buna dâir aslâ bir alâim görülmüyor) yollu bir suâl îrâd olunursa cevâbında deriz ki: Gerek niam-ı cinân (=cennetler) ile mütelezziz ve gerek azâb-ı cahîm ile müteellim olan bi’z-zât rûh ve bi’t-tabi’ beden ve eczâsıdır çünki âlem-i berzahda ahkâm doğrudan doğruya rûhlara ve anlar vâsıtasıyla da bedenlere ve eczâlarına icrâ olunur vâkıan ölmekle ervâh ebdândan (=bedenlerden) mufârakat eylemiş ise de ervâhın ebdâna aslâ iltifât ve alâkası kalmamış ve büsbütün ayrılmış demek değildir belki daha ilerüde beyân olunacağı vechile mü’minlerin rûhları (hakkında) a’lâ-yı illiyyînde makâm-ı mahsûslarında ve kâfirlerin rûhları da cehennemde mahall-i muayyenlerinde bulundukları hâlde yeryüzünde bulunan bedenlerine ve eczâlarına irtibât ve taallukları vardır nitekim cirm-i (=cisim) şems semâda bulunduğu hâlde zıyâsı yeryüzünde olduğu gibi mü’minlerin rûhları cennetde, cennet köşklerinde kemâl-i iltifât ve i’zâz (=ağırlama, hürmet etme) ile yatmak, yemek ve meyvelerini tenâvül (=alıb yeme) etmek ve sularını içmek ve istedikleri mahallerde gezmek sûretiyle bi’z-zât cennet ni’metleriyle mütelezziz olurlar ve yeryüzünde meselâ İstanbul’da Edirne Kapusu’ndaki kabristanda olan bedenlerine ve çürümüş parçalarına taalluk etmeleri vâsıtasıyla beden ve parçaları da cennet ni’metleriyle mütelezziz olurlar işte bu vechile bir mü’min-i mutî’in kabri cennet bağçelerinden bir bağçe olmuş demek olur.
Kâfirlerin rûhları da cehennem âteşinde yanarak; Zebânîler döverek, yılanlar, akrebler sokarak bi’z-zât ve bi’l-fiil cehennem azâbıyla muazzeb olurlar ve yeryüzünde meselâ Edirne Kapusu’ndaki kabirlerinde olan bedenlerine ve çürümüş parçalarına irtibât ve taallukları bulunmak vâsıtasıyla beden ve cüz’leri dahî dürlü dürlü cehennem azâbıyla muazzeb olurlar ve işte bu sûretle bir kâfirin kabri de cehennem derelerinden bir dere olmuş demek olur.
[Büyük Şehîd İskilibli Muhammed Âtıf Hocaefendi, Mir’atü’l-İslâm, 1332 Baskı, sh: 51-52-53]