Îmânın bir takım levâzımı vardır ki anların ademi ile îmânın zıddı olan küfür tahakkuk eder. Meselâ Allâhu Teâlâ’ya, enbiyâ-yı kirâma, kütüb-i İlâhîyyeye ta’zîm, levâzım-ı îmândandır. Bunları istihfâf ise ta’zîme münâfî olduğu içün küfürdür. Binâenaleyh münâfî-i ta’zîm ve emâre-i tekzîb olan akvâl ve ef’âl Şer’an mûcib-i küfür addolunmuşdur. Esâsen Şer’-i Şerîf nazarında alâmet-i tekzîb ve emâre-i inkâra makrûn olan tasdîk ve ikrâr mu’teber ve mu’tedd(iye) değildir.
Şu halde İmâm-ı Müşâru’n-ileyh Hazretlerinin kavlinin ma’nâsı:
“-Îmânın şer’an mu’teber olan rükünlerine münâfî bir kavil veyâ bir fiil bir müslimden sudûr etmedikce kâfir olmaz.”
Demekdir. Nitekim puta secde etmek, Allahu Teâlâ’yı, enbiyâ-yı kirâmı, kütüb-i ilâhiyyeyi, Şer’-i Şerîfi tahkîr ve istihfâf eylemek gibi münâfî-i îmân olan bir iş işlemek veyâ bir söz söylemek alâmet-i tekzîb ve emâre-i inkâr olduğu içün mürtekibinin küfrü ile hükm olunur. Fetâvâ-yı Hindiyye ve Muhît-i Burhânî’de deniliyor ki:
“-Başına kalensüve-i Mecûsiyye ya’ni Mecûsî şapkası [28] giyen kimsenin küfrüne kâil olanların kavli sahîhdir.”
Bu kavle zâhib olanlara göre sû-i akîdeden neş’et eylediği içün kalensüve-i Mecûsiyyeyi giyen kimsenin küfrüyle hükmolunur. Nitekim “-Ben Mecûsiyim” diyen kimsenin bu sözü sû-i akîdesini tasrîh olduğu içün küfrü ile hükm olunmuşdur.
Çünki Mecûsîlere mahsûs ve anların şiârı olan kalensüveyi bi’l-ihtiyâr giyinmek giyenin rûhen Mecûsiyyet ma’neviyyetiyle sıbgalanmış olduğuna alâmet ve emâredir. Anın içün bu kıyâfetde görülenlerin küfrü ile hükm olunur.
Şunu da arz edeyim ki bütün milletlerin baş kisveleri milliyyet ve dinleriyle bir nevi’ alâkayı hâizdir. Şapkalar, serpuşlar meselâ Avrupa memleketlerinde ne kadar muhtelif eşkâle ayrılırsa ayrılsın hepsinin bir asıldan tenevvü’ eylemiş olduğu ve zamân, mekân i’tibârıyla ihtilâf etmekle berâber o aslın rûhu muhâfaza edilmekde bulunduğu şübhesizdir. Şu hâlde şapka dîn ve milliyet alâimi olduğu içün onu giyen kimse “-Ben bu milletdenim” diye bir ikrâr yapmış olur. Mukâbilinde sarâhat bulunan bu gibi delâletler ise her halde sarîh gibi mu’teberdir. Ancak mukâbilinde fi’len sarâhat-ı îmânı gösteren ahvâl ve a’mâl karşısında bu ikrâr, hükümden sâkıt olabilirse de müslümanlar nazarında o adam kendisini şübheden kurtaramaz. Bu mes’ele şapkayı giymeye sâik, kalbî ve rûhî olmadığı takdirdedir. Sâik, kalbî olursa îmânı gösteren ahvâl ve a’mâlin riyâ ve nifâk ve o adamın da mürâî ve münâfık olduğuna hükm olunur.
[29] Esâsen şiârlarında gayr-ı müslimlere teşebbühden men’ ve nehy ile şâriin murâd ve maksadı beyne’l-müslimîn milliyyet-i İslâmiyye te’sîs eylemekdir. Milliyyet-i İslâmiyye’nin medârı da milliyet-i küfre mahsûs olan şiârda ve âdât ve etvârda küffârdan ayrılub anlara benzememekdir. Binânealeyh milliyet-i İslâmiyye’de gayret göstermek ve ızhâr-ı salâbet etmek şiâr-ı îmândandır. Anın içün her müslüman, ahkâm-ı dîniyye’ye mugâyır ve bilhassa milliyet-i İslâmiyye’ye muhâlif olan umûrdan ictinâb etmelidir.
Şu halde lisânen ikrâr ve bedenen ibâdet ve amel gibi milliyet-i İslâmiyye’nin alâim-i zâhiresiyle aslâ alâkadarlık göstermeyüb ziyy ü kıyâfetden başka gayr-ı müslimlerden farkı kalmamış olanlar kıyâfetlerini de anlara benzetiverince bâtınlarındaki îmânı temsîl edecek ve milliyet-i İslâmiyye’yi gösterecek hiçbir hâlleri kalmadığı içün
(men teşebbehe…)
Hadîs-i Şerîfinin muktezâ-yı münîfince o adamların zümre-i kefereye iltihâk etmiş olduklarına sûret-i kat’ıyyede hükm olunur. Bu hakîkati tavzîh içün bir misâl îrâd etmek isterim:
Her devletin alâmet-i mahsûsayı hâiz bir nevi’ bayrağı vardır ki o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyârenin, mektebin, binânın üzerinde bulunursa o devletin olduğuna hükm olunur. Meselâ bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilâtı i’tibârıyla, İngiliz, Fransız, Alman zırhlılarına benzediği hâlde yalnız şanlı bayrağının alâmet-i fârıkasıyla anlardan imtiyâz eder. Bu alâmeti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükm ederler. Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyâseten, örfen, âdeten ve kânûnen memnu’dur. Anın içün bunun mürtekibi hıyânet-i [30] vataniyye, cinâyet-i milliyye ve ecnebî tarafdarlığı cürmüyle ittihâm edilerek i’dâmına hükm olunur. Bunun içün düvel-i mütemeddineden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek sûretiyle anlara taklîd ve teşebbühe yeltenmeğe hiç bir kimse cesâret gösteremez.
İşte bunun gibi
(men teşebbehe..)
Hadîs-i Şerîfiyle müslümanların, şiâr ve alâmet-i küfürde gayr-ı müslimlere benzemeğe yeltenmeleri men’ olunmuuşdur. Binâenaleyh bizim zırhlı da başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükm edecekleri gibi şapka, salîb ve sâir şiâr-ı küfrü giyen ve takanların da milliyet-i İslâmiyye’den çıkub zümre-i kefereye iltihâk etmiş olduklarına hükm ederler.
Fukahâ-yı kirâm hazerâtı kalensüve-i mecûsiyyeyi giyen kimsenin küfrünü tasrîh eyledikleri hâlde kalensüve-i yehûddan bahs ediyorlar. Bunları giyinmek mûcib-i küfür değil midir diye suâl olunursa cevâb olmak üzre deriz ki: Şer’-i Şerîf nazarında küfür, millet-i vâhide add olunduğu içün alâmet-i küfür beyninde fark yokdur.
Binâenaleyh anâsır-ı gayr-ı müslimeden herhangisi olursa olsun anların şiârı olan şeyleri giyinmek, takınmak, kuşanmak kavl-i sahîha göre küfürdür.
(men teşebbehe bi gayrina… )
Hadîs-i Şerîfi milel-i gayr-ı müslimeye mahsûs olan şiâr ve alâmet beyninde şer’an fark olmadığına delîl ve bürhândır.
Şapka, zünnar, salîb gibi şiâr-ı küfürden ma’dûd olan şeyleri iksitâ ve ittihâz edinmekle şer’an me’mûrun bih olan şeyleri, (meselâ namazı, [31] zekâtı) terk ve menhî anh olan şeyleri (meselâ zinâyı, sirkati) irtikâb beyninde fark nedir ki evvelkiler alâmet-i küfr ve emâre-i tekzîb add olunduğu hâlde ikinciler add olunmuyor diye bir suâl îrâd olunacak olursa cevâbında deriz ki:
Vâkıa ikincilerde evvelkiler gibi şer’an memnû’ ise de hevesât ve şehevât-ı nefsâniyye bunları işlemeğe fıtraten sâikdir. Anın içün kuvve-i şeheviyyeleri akıllarına gâlib olan zümre-i beşer dînen memnû’ olan müştehiyyât-ı nefsâniyyeyi irtikâbdan hâlî kalamaz. İşte bunun içün şâri’ olanları emare-i tekzîb add etmemişdir. Fakat ehl-i küfre mahsûs olan şiâr ve alâmeti irtikâb içün böyle bir özür ve fıtrî bir sâik yokdur. Zîrâ bu esâsen nefsin arzu ve meyl eylediği müştehiyât cümlesinden değildir. Şu halde bunu irtikâba sâik sû-i akîdeden başşka bir şey olmadığı içün Şer’-i Şerîf memnûât-ı Şer’iyye’nin bu kısmını alâim-i küfür ve emâre-i inkâr add ile mürtekibinin küfrüne hükm etmişdir.
Fukahâ-yı kirâm Hazerâtı
“-Bir mes’elede doksan dokuz ihtimâl küfre ve bir ihtimâl da adem-i küfre olursa adem-i küfr ciheti tercîh olunmak sûretiyle fetvâ verilmek iktizâ eder. Zîrâ küfür cinâyet-i azîme olduğundan adem-i küfre bir ihtimal var iken tekfîr cihetine gidilmek muvâfık olmaz.”
Diyorlar.
Şu halde buna nazaran şiâr-ı küfrü irtikâb edenler nasıl tekfir olunabilir?”
Diye suâl olunursa cevâbında deriz ki:
“-Fukahâ-yı kirâm hazerâtının bu sözleri mes’elede adem-i küfür ihtimâl bulunduğuna göredir: Böyle bir ihtimâl bulunmadığı takdirde bi’l-icmâ’ küfr ile fetvâ verilmek îcâb [32] eder. Bununla berâber fukahânın bu sözleri nefsü’l-emre değil, ihtiyâta mebnîdir. Mes’ele îmân ve küfre müteallik olduğundan gâyet mühimdir. Anın içün bir mes’elede küfre doksan dokuz değil, hattâ bir ihtimâl bile olsa, aklı başında bir müslim böyle muhâtaralı şey’e mücâseret etmemelidir. Zîrâ o bir ihtimâl nefsü’l-emrde mûcib-i küfr olabilir. Müslümân içün en mu’teber ve en kıymetdâr olan îmân ve İslâm mes’elelerinde şâibe-i küfr olabilecek şeylerden sakınmalarını ihvân-ı dîne tavsıye eder ve
( اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللّٰهُ عَمَلَكُمْ )
“-Dilediğinizi işleyiniz. Allah amelinizi görüyor”
Nazm-ı Kerîminin mazmûn-ı âlîsine ihvân-ı dînin nazar-ı dikkatini celb eylerim.
( فَاعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ )
(dua)