“Şüphe yok ki, İslâmiyet garîb olarak başladı, yakın bir zamanda da böyle başladığı gibi bir hâle dönecektir. Artık ne mutlu garîb olanlara.”
(İmâm Müslîm, İbnî Mâce, Câmiu’s-Sağîr)
İzâh: İslâmiyet güneşi doğmağa başladığı zaman bütün cihân cehâlet zulmetleri içinde idi. Bu kudsî güneşin ziyâları bidâyeten etrâfı yavaş yavaş aydınlattı, derken birçok taraflar nûrlar içinde kaldı. Son zamanlarda da bu ulvî nûra ma’kes olanlar azalacak, fakat bu nûr-i ilâhîden müstefîd olanlar nasıl ki bidâyeten az iken gitgide çoğaldılar. Nihâyetinde de böyle hayırlı bir tahavvülün vücûde gelmesi eltâf-i ilâhîyeden me’mûldür.
1) «Bir şem’i ki Allâh yaka, bir veçhle sönmez» ma’lûm olduğu üzere dîne ihtiyâç fıtrîdir. Kendi fıtratına muhâlif hareket edenlerden başka her insan dînin lüzûmunu, dînin yüksek mâhiyetini takdîr eder. Yazık ki, birçok insanlar, hakîkî bir dîne nâil bulunmak bahtiyârlığından mahrûmdurlar. Bugün yeryüzünde ulvî mâhiyetini muhâfaza eden, umûm beşeriyete hitâb eyleyen, akıl ve hikmete tamâmen muvâfık bulunan bir dîn-i ilâhî vardır ki, oda dîn-i İslâm’dan ibârettir.
Bugün şark ve garbte yaşayan birçok mütefekkir insanlar vardır ki, bunlar dînler arasında mukâyeseler yapmakta, dîn-i İslâm’ın bütün edyâna fâikiyetini i’tirâf etmektedirler.
2) Muharrif filozof «Aleksi» bir nutkunda demiştir ki: «Yeni fennî keşfiyyât ve ilim yardımiyle hâl olunan mesâil yoktur ki, İslâmiyet’in esâsâtiyle taarruz etsin, bizim Hıristiyanların Hıristiyanlığı ile kavânîn-i tabiyye arasında ise tam bir âhenk görülmemektedir.
Bu yoldaki tetkîkler, mukâyeseler devâm ettikçe İslâmiyet’e intisâb edenler çoğalacak, İslâmiyet mâzîde olduğu gibi istikbâlde de yeniden olanca nûrâniyetiyle her tarafı aydınlatacaktır.
3) Evet, bugünkü mütefekkir insanlar, nasıl olurda İslâmiyet’in ulvî mâhiyetini takdîr edemesinler. Hiç insanlara, hayvanlara, güneşlere ulûhiyet ve ma’bûdiyet isnâd eden bâtıl, akıl ve hikmete münâfî dînler ile bütün kâinâtın hâlık-ı zîşânı olan bir kadîm ve kadîr bir alîm ve hakîm ma’bûd-i zülcelâle îmân edilmesini âmir kulunun nezîh bir dîn müsâvî olabilir mi?
İşte bu nezîh dîn, İslâmiyet’ten başka bir dîn değildir. Bu dîn-i mübîn, bir dîn-i ilm ve hikmettir. Bütün insanların ilm ü irfân ile ma’rifet ve hikmete tenevvür etmelerini emr eder. Beşikten mezara kadar ilim tahsîlini tavsiye buyurur.
Evet, bu mübârek dîn-i İslâm, bir fazîlet ve kemâl dînidir. Kendi müntesiblerine sadaki, istikâmet, merhamet, şefkat, teâvun, tenâsür hüsn-i muâşeret gibi fezâili telkîn eder.
4) Dîn-i İslâm, bütün insanların bir anadan, bir babadan türeyip intişâr etmiş olduklarını beyân ederek aralarında bir kardeşlik bulunduğunu bildirir. Birbiri hakkında hayırhâh olmalarını tavsiye eder. Bütün insanların hâlık-i zîşâna ibâdet etmelerini ve her veçhile mütesânid olub, tefrikalardan, bâtıl akîdelerden, süflî emellerden kaçınmalarını emr ü fermân buyurur.
Velhâsıl: Dîn-i İslâm, öyle ilâhî, mübârek bir dîndir ki, onun ulvîyetini beyân için kudsî lisânlar lâzımdır. Onun ulvîyetini tasvîr için bizim âciz kalemimiz kâfî değildir.
Artık biz müslümânlara lâzımdır ki: Bu mukaddes dînin kadrini bihakkın bilelim, bu ulvî dînin emirlerine, tasvîrlerine, bihakkın riâyet edelim, bizlerin dünyâda da âhırette de selâmet ve saâdetimiz ancak bu sûretle kâbil olur.
[500 HADİSİ ŞERİF, ÖMER NASÛHİ BİLMEN, 87. Hadîs-i Şerîf, Sh;62, 63]
***
Aynı hadîs-i şerîfi bir başka kaynakdan okuyalım:
İslâm’ın istikbâli gece değil gündüzdür, sönük değil parlakdır. Ara sıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu ma’nâ ma’rûf (=çok bilinen) bir hadîs-i şerîf ile şöyle buyrulmuşdur:
Bu hadîsdeki (seyeûdü) fiilini ekserî kimseler (seyesîru) ma’nâsına fiil-i nâkıs telakkî ederek:
“-İslâm garîb olarak başladı, (yâhud zuhûr etdi) yine başladığı gibi garîb (=kimsesiz) olacak.”
Diye, yalnız inzâr (=neticenin kötü olacağını bildirmek, fenâlıkdan sakındırmak) sûretinde anlamış bundan ise, hep ye’s taammüm etmişdir (yayılmışdır). Hâlbuki Kâmus’da gösterildiği üzere (âde) fi’li (yübdiu) ve (yüîdu)de olduğu gibi dönüp yeniden başlamak ma’nâsına da gelir. Bu hadîs de böyledir. Ya’ni İslâm garîb olarak başladı (veyâ zuhûr etti) ileride yine başladığı gibi garîb olarak tekrar başlıyacak (yâhud yeniden zuhûr edecek) ne mutlu o garîblere.” Demekdir. Hadîsin âhirindeki (fetûbâ) onun, inzâr için değil, tebşîr için sevk buyrulduğunu gösterir. Gerçi bunda da dönüb garîb olmak inzârı yok değil, lâkin sönmeyip yeniden başlaması tebşîri vardır. İşte “fetûbâ lil ğurabâ” müjdesi de bunun içindir. Çünki onlar, sâbikûn-ı evvelûn (ilk îmân eden müslümanlar) gibidirler. Binâenaleyh hadîs de ye’si değil, müjdeyi nâtıkdır.
[Elmalılı Tefsîri, c: 5, sh: 3713, 3714]