ABD’sinden Japon’una, İsveç’inden G.Afrika’sına, T.C.’sinden Mısır’ına kadar dünyada tapılan en büyük tanrı “HALK;” ve ritüelleri en çok parlamento denen tapınaklarda icrâ edilen ve zikri dillerden düşürülmiyen beşerî religion, dembokrasi…
Dembokrasi, ne kadar, “insan hakları, hürriyet, halk irâdesi” gibi müthiş YALAN ve SAHTE klişeleriyle, en büyük şeytan gibi göz küllese de, kendisinden başkasına hayat hakkı vermek istemiyen, son derece katı; ve yahudi-masonik karakteriyle de, sinsi, iki yüzlü, her kılığa girebilen, nabza göre şerbet verebilen, saklı ve gizli, şirret bir faşizmadır!
“Dembokratik seçimler” denen ve bu dîne âid kutsal ritüeller, içinde hiçbir zaman “Âhıret hesâbıyla” bir bağ taşımadığından; ve ona nâmütenâhî uzak ve dolayısıyla ona, yani (vahye) en büyük düşman da olduğundan, hiçbir sözü ve va’di, şâyân-ı i’timâd olamaz… Her engeli, yalan ve oyalamalarla atlıyarak, mücerred beşerî ve seküler hedefine varmak yani belli bir çetenin menfaatları uğruna bütün insanlığı köleleştirmek dışında, hiçbir gâyesi de aslâ yokdur!
Dembokrasi, sosyal, liberal ve muhâfazakâr bütün i’tikadî ve düzinelerce de amelî mezhebleri demek olan partilerinde (şîa ve fırkalarında), bu karekterini az veya çok, ama mutlaka taşır; ve bu fıtratıyla o, sâdece beşere âid zaafları, tam tersine meziyet göstererek resmîleştirir… Ve bunlara, eli altındaki keyfiyeti sıfır, kemmiyeti esas alan kalabalıklarının, taassubla ve dînî bir vecd ve istiğrak içinde bayram yaparcasına tapınmasını ister!
Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi:
“İmtiyâz-ı rubûbiyet, sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir!” (c:4, s:2515, tab’ı:1936)
Dembokrasi, “Rubûbiyyet” makâmında kânun yapan yani (irâdesini) hâkim kılan parlömanları, tanrılık makâmında görür!. Fakat bu tanrılar, hedef saptırarak, oy’ları üzerine saltanat kuracakları halkı gaza getirmek içün, “Halk irâdesi üzerinde hiçbir irâde tanımayız!” şirkini reklâm ederler!.
Halbuki (vahy) sistemi olan İslâmiyyet, Âdem Aleyhisselâm’dan beri, “halk irâdesini” değil; mücerred “HAKK irâdesini” HÂKİM kılmak üzere vücûd hikmetine sâhibdir… Kelime-i Tevhîd’in, ilk ve baş (îmân şartı) da bu… Aksi halde, her müslümanın son nefesde berâber olmak istediği o (kelime), ebediyyen ferdden uzak kalacakdır…
XParlamento binâları da, dembokratların “ma’bedim=ibâdethânem” dedikleri yerler… Bazıları ağzında parlamentolar, o kadar (vahye) ters ve hatta ona öylesine düşmandırlar ki, oralarda, hâşâ “dembokrasinin kâ’besi!” olarak zikredilir; ve buralar, o dînin (religionun) en mukaddes ibâdet mekânları olarak bilinirler… Parlömanlar, ne kadar “halkın hizmetçisiyiz” de deseler, hakîkatle bunun, zerre kadar alâkası yokdur; ve teşrî’ etdikleri kânunlar ile üzerinde hâkimiyyet kurdukları insanları, “vatandaşlarım” diyerek, kendilerine tapınan ma’bed bağlıları olarak telâkkî ederler… “Tapınak şövalyelerinin” akrabalığı nerelerden geçer, bunu akletmek şartdır!. 1789 Fransız ihtilâlini yapan mason ve yahudi zihni, “cumhûriyet, demokrasi ve vatandaşlığı” tezgâhlıyan kafada yer almışdır!. Nazarî planda söylenen “halk irâdesinin” hâkimiyyeti, onun en büyük YALANIDIR; ve aslında hâkimiyyet, ya doğrudan doğruya parlömanlarındır veya onun da üzerinde bir takım lobi veya bubi tuzaklarıyla meşgûl “parlöman hâkimi” mihrâkların!. İki hâlde de (hâkimiyyet) sûret-i kat’iyyede Allâh’ın değil, mahlûkundur; ve “imtiyâz-ı rubûbiyyet” HÂLIK’dan gasbedilerek, kula devredilmişdir!. Dembokrasi diyenler, son derece “sûret-i hakk’dan” görünmiye çalışırlar; ve “paralel yapı” dedikleri darbe meczûbu iblislerin bütün “hoşgörü ve diyalog” sahtekârlıkları, hep “dembokrasi” zikri, gözküllemesi ve goygoyculukları ile yol almışdır!
İslâmiyyet ise, “hâkimiyyeti” hiçbir şekil ve şartda, hiçbir zaman ve mekânda ALLÂH’dan başkasına vermez; ve bunu, “Lâ ilâhe” ve “Lâ Şerîkeleh” gibi son derece kat’î ve kendisinin lâzım-ı gayr-ı mufârıkı ana prensibleriyle, peygamber bile olsa bir (kula), sûret-ı kat’iyyede devredemez… Aksi halde, EN BÜYÜK ZULÜM olan ŞİRK ortaya çıkar!. Bu da, HAKK TEÂLÂ’nın (HÂLIK)’ın, hiçbir şekilde “afvetmem” dediği, en büyük haram, günâh, ısyân, tuğyân ve cürüm…
İşte Müslüman olmak budur; bunun dışında, Müslümanlık’dan hiç kimse bahsedemez; ve eğer bahsederse, o, herşey olsa da, mücerred Müslüman olamaz ve Müslümanlığın dışındadır…
Rûm Sûresi’nin 32. âyetine geçmeden, bir ve iki evvelki âyetlerin tefsîrinden görelim:
“….Allâh’ın yaratdığı fıtratın hılâfına dîn uydurmaya, ahkâm vaz’etmiye kalkışmayın. Siz, meselâ erkeği dişi, dişiyi erkek yapamazsınız. Yahud Allâh’ın halkını başkalarına isnâd etmiye, başkalarını Hâlık yerine koyub da şirk koşmıya, Allâh’ın hükmünden çıkmıya çalışmayın. Çünki Allâh’ın yaratdığı milki, sizin milkleriniz gibi tebdîl olunmaz. DÎN, fıtratı değiştirmek içün değil, fıtratdaki umûmî selâmeti inkişâf etdirmek içündür. ……. Velâkinne ekserannâsi lâ ya’lemûn=Velâkin, insanların ekserîsi bilmezler-de, çarpık giderler; DÎNİ, fıtratda değil, ÂDETDE ararlar veya HEVÂLARINA uyar Allâh’ın halkını değiştirmiye kalkarlar…….Velâ tekûnû min e’l-müşrikîn= Ve müşriklerden olmayın-amellerinizi yalınız ALLÂH içün yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın-burada hanifliğin tam zıddı olan müşriklik, yalınız MEŞHÛR MA’NÂSIYLA şirk-i celîden ibâret zannedilmeyib, celî ve hafî şirkin her türlüsünden ihtirâz edilmek içün bedel tarîkıyla îzâh olunarak şöyle buyuruluyor.” (C: 6, s: 3824-25, tab’: 1936)
Şimdi, Rûm Sûresi 32. âyet ve tefsîrinden:
“Onlardan ki, dinlerini ayırdılar da şîa şîa, öbek öbek oldular-yani umûmî fıtratı kavrıyacak açık bir rûh ve geniş bir hakk vicdânı ile hareket etmeyib, her biri kendi husûsiyyetine, KENDİ ÇIKARINA, DAR KAFASIYLA KENDİ KURUNTUSUNA göre bir hevâ ile dînini ayırıb, ayrı bir BAŞBUĞ arkasına düşerek, ŞÎA ŞÎA, FIRKA FIRKA (parti parti) olmuşlar (Külli hizbin bimâ ledeyhim ferihûn)= her bölük kendilerindekine güvenmektedirler.-Fıtratdan ayrılıb TAASSUB ile HAKKI gözetmemektedirler……….”
“… (……….) bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu vakit (……………..) bütün o güvendiklerinden ve herşeyden geçib yalınız yaradan Rablerine gönül vererek hep O’na yalvarırlar-netekim, Çanakkale, Sakarya ve Afyon muhârebeleri sırasında, biz Türkler hep böyle olmuşduk. Demek ki fıtrat DÎNİ, sâde Allâh Dînidir. Her zaman paydâr Dîn-i Kayyim yalınız O’dur. (……..) böyle iken, sonra O (ALLÂH), onlara, tarafından bir rahmet tatdırılıverince, o sıkıntıyı açıb bir ni’met insân ediverince de, (……..) ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ŞİRK KOŞUYORLARDIR.-ŞÜKREDECEK YERDE TUTARLAR DA, “BU ŞUNDAN OLDU BUNDAN OLDU, BENDEN OLDU SENDEN OLDU” diyerek, ALLÂH’ın lutfunu BAŞKALARINA İSNÂD ETMİYE KALKARLAR. (………….) Ki kendilerine verdiğimiz ni’meti, küfrân ile nankörlükle karşılamak içün (…….) haydin yaşayın, zevkedin bakalım (……..) yarın bileceksiniz (……………) yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de (……………..) ona şirk koşmalarının cevâzını o mu söylüyor?-Hayır öyle bir kitab ve bürhan indirilmemişdir. Lâkin onlar, yukarıda söylendiği vechile bigayr-i ilmin hevâları ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya GÖZLERİNİN KORKDUĞUNA PERESTİŞ ETMİŞLERDİR (tapmışlardır.) Âlemde esbâb yok değildir. FAKAT HÂKİMİYYET, ESBÂBIN DEĞİL, ALLÂHINDIR………. Allâh’ın fadl ü rahmetiyle sevinmek memnû’ değil, belki me’mûrunbihdir (emredilmişdir.) Fakat o ferahdan maksad, mün’imi (ni’met vericiyi) tanıyarak, hamd ü şükrünü bilmek ma’nâsına ferahdır. Burada ise mün’imi hesâba almayıb, sâde ni’mete güvenerek ŞIMARIB HEVÂLARINA UYAN kimselerin hâli beyân buyuruluyor ki, bunlar ibâdet etseler bile DÜNYÂ MENFAATI içün ederler…….” (c: 6, s:3826-27, tab’ı:1936)
Bunca tefsîr satırları ile ortaya konulan hakîkatlara rağmen, Allâh’ın vahye dayanan nizâmı ile, haçlı batı kafasının uydurduğu dembokrasiyi biribirine zıt değil de, ahenk veya kâbil-i te’lîf veya ayniyyet içinde göstermek, Allâh Dînini zerre kadar kâle almamakdır; ve bu, münâfıklığın ta kendisidir ki, bunlara, gerçek bir müslümanın inanmasına da aslâ imkân bulunamaz…
Biri Allâh’ın DÎNİ; öteki, yahudi-haçlı dünyâsının uydurduğu bir religiondur. Her birinin binlerce ve kendine hass değerleri, mukaddesleri, olmazsa olmazları vardır; ve bu ikisini de varlık sâhibi kılan, onların bu kendi kıymet hükümleridir… Herbirinin mefhûm ve ta’birleri, kendisine hass ve kendi bütünüyle ahenkdârdır… İslâm, sübhân olan Allâh’ın nizâmı; dembokrasi ise, insan aklına âid noksanlık, tenâkuz, usanmalar, bıkmalar, beğenmemeler taşıyan nâmütenâhî bir acziyetin elinde vücûd bulan, mutlak ma’nâda beşerî bir sistem…
Dembokrasi, bu acziyetle yüklü beşerî genetiğini ve bundan doğan binbir türlü noksan ve rezâletlerini örtmek ve Vahye müstenid sübhânî bir DÎN yani “Dünyâ ve Âhıret” hakîkatları karşısında, kendisini en mükemmel sistem gibi göstermek sahtekârlığı ve sıkıntısındadır!. Bunun içün de, İslâmiyyet’i devamlı küçük gösterme, çağın gerisinde kalan olarak resmetme; ve onu, bütün insanlara âid müşterek bir değerler manzûmesi olamıyacağı gibi iftirâ ve yalanlarla yıpratarak lekeleme; ve bu mutlak Dîni, insanlar nezdinde gayr-i muteber hâle getirme iblisliğindedir… Hatta, hiç ara vermeden, O’nu, dünyâ çapında “terör” ile müterâdif bir mefhûm olarak idrâklere verme savaşı, çırpınışı ve hatta iftirâ ve kahpeliği içindedir!..
Müslüman âlemindeki, “hem müslümanım, hem dembokratım” diye tutduran ikiyüzlü adamlar, merkezî global dembokrasi mihrâkları tarafından, aslâ huzûr ve emniyet verici “hizmet erleri veya eşbaşkanlar veya bendeler” olarak kabûl edilmezler!. Bir bakıma, bu bir türlü olamıyan, ortada kalmış hizmetkârlar, “cellâdına aşık” mahkûmlar sürüsü olarak da kabûl edilebilirler… Miting meydanlarında “Demokrasiyi yaşatmaya var mısınız!” zikri ve fikri ile sesleri kısılıncaya kadar dolaşan adamlar, içinde bulundukları “dembokrasi” mihrâk, ittifak ve paktları tarafından, nasıl “paralel çete, câsus ve eşkıyâlar” kullanılarak alaşağı edilmek ve biribirlerine yedirilmek isteniyorlar, bu da, yukarıdaki iddialarımızın en büyük isbât vesîkası bilinmelidir… Tekrâr edelim ki, “Hesâb Günü” îmân, mes’ûliyyet ve şuuru olmıyan topyekûn beşerî ve tâğûtî sistemlerin hiç değişmiyen en bâriz husûsiyyeti, biribirlerinin yüzüne gülerek aldatmak; ve erinde sonunda biribirlerini yok etmek veya yekdiğerine hâkim olmak plânlarıdır…
Allâh’ın irâdesine, halk denen mahlûkun irâdesini HÂKİM kılmak içün çalışmak, bir müslüman içün muhaldir. İnsanlık haysiyet, şeref ve nâmusu taşıyan bir ferd, kim olursa olsun, bu bedâhat derecesinde ortada olan hakîkatı küllemiye ve tersine çevirmiye kat’iyyen cür’et edemez!
Dembokrasiyi, İslâmiyyet’le ayniyyet içinde veya onunla kâbil-i te’lif edilebilecekmiş gibi gösterirken, bir yandan da bunu, Müslümanlığı ortadan kaldırmak içün kullanmak, kendisinden daha ileri kahpelik ve kancıklık olmıyan bir alçaklık, münkirlik, müşriklik ve münâfıklıkdır…
(İntişârı: 29.03.2014)