.
ÎSÂ ALEYHİSSELÂM DİRİLECEKMİŞ! ÖLMEYEN NASIL DİRİLİR, “ORİJİNAL BİR DİN GÜNCELLEMESİ!”
“Akit’in Çakma Üstâdı Abdürrahmân Çelebi” de efrenci yılbaşında okuyanlarının yılbaşısını kendine hass bir çeşni ve kendi uydurması esrârengiz bir inanış formülü ile; ve entel, bamtel, dantel ve esfel bir çeşitleme içinde tebrik etmiş ve şöyle sallamışdı:
“Hıristiyan yurttaşlarımızın Noellerinin Ruhulkudüsün ruhaniyetine bağlı olanlar için esenlik vesilesi olmasını temenni ediyorum. Gelecek günler ise, inşallah Allâh’ın rızasının tecellisinin vesilesi olanlar için hayrolur!”
Dilipak aynı yazısında bir de Îsâ Aleyhisselâm’ın dirilişinden bahseder ki, bir müslümanın aklına şöyle geliyor:
“Mesîh Aleyhisselâm acebâ (hâşâ) öldü de mi dirilecek olsun!?”
Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri Tefsirinde şöyle buyurur: “Akıde-i İslâmiyye’de Îsâ Aleyhisselâm Vefât etmemişdir.” (c.2, s.1117)
Çakma Üstad ise, şöyle dolambaçlı ve karışık bir ifâdenin içine “diriliş” yerleştirmiş:
“Hıristiyanlar İsa (AS)’ın dirilişi ile ilişkilendirerek “Tanrı günü” olarak 7. Günü (“sebt”i / Cumartesiyi değil de Pazar gününü tercih ettiler.”
Vefât etmiyen bir Rasûl Aleyhisselâm’ın “Dirilmesi” nasıl olacakdır?..Bu sır da, “Üstâd-ı Ahırsa.anın” entel, bamtel, esfel ve dantel bir ictihâdı (Belki ve daha doğrusu teşehhîsi) olarak kendi esrâr-ı şahsiyyesi içre mahfûz kalacak olabilir!
“DÎNİMİZDE” DENMİYECEK, ARTIK “BİZİM GELENEĞİMİZDE” DENİLECEK ZÂHİR!
Yılbaşı tebriknâmesinde Dilipak’ık bir de aşağıdaki iki cümleye müsâdif oluyoruz:
“Bizim geleneğimizde bir de “Haram aylar” var. Kur’an-ı Kerimin 9. Suresi / Tevbe suresi’nin 37. ayetinde, ayların sayısının 12, haftanın 7 gün olduğu, bu aylardan 4’ünün “haram” yani “bu aylarda savaşın yasaklandığı” belirtilmektedir..”
Dinde âyet ve hadislerle sâbit mukaddes ve muazzez hükümler, yukarıdaki ibârede görüldüğü gibi artık DÎN değil de, “Bizim Geleneğimiz” oldu ve bir nevi beşerîleştirildi!
Müctehid imamların (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn) ictihadlarını artık hiç kâle bile almayan din-mezheb münkirleri, ortalığı çekirge sürüleri gibi nerede ise istîlâ etdi; ve kendi işkembelerinden din uydurmayan neredeyse kalmadı!.. Kelâm-ı Kadim’in muhkem âyetleri, mütevâtir hadîs ve mütevâtir icmâ’ ile sâbit olan hüküm ve haberlere artık İslâmiyyet’in ta kendisi yani “Zârûrât-ı Dîniyye” olarak bakan ve buna “DÎNİN ZARÛRÎ HUDÛDU İŞTE BUDUR” diyen bile kalmadı; hatta bunu iyice ucuzlatmak ve basitleştirmek üzere, yukarıda görüldüğü gibi “BİZİM GELENEĞİMİZDE” denilerek diyalog devri hezeyanları kusulur oldu!.
Dîne gelenek gözüyle bakma, “Dinlerarası Diyalog Fitnesinin” bir kazığı olduğu hatırlanırsa, bir takım beşerî gelenek ve göreneklere hatta bazı bâtıl dinlerden geçen geleneklere de “DÎN GÖZÜYLE BAKMAK” da mümkin hâle getirilecekdir… Dine, “gelenek” diyerek istihdâf edilen hedef de zâten budur… Bu çukura gaflet veya dalâleti sebebiyle düşenler, diyalog fitnesinden sonra pek ziyâde çoğalmışdır.
Son 15 asırlık İslâm Târihinde DÎN demek yerine “GELENEK” demek de, bir başka diyalogçuluk ve reformistlik rezâletidir…
Dîn (İslâm) vaz’-ı ilâhî, gelenek görenek misüllü şeyler vaz’-ı beşerîdir. Dîn, “Değişim, dönüşüm, güncelleme, reformlama, revizyonlama, gelenekleme, laikleme, dembokratlama, cumhurlama, araplama, türkleme, kürtleme, oklama, ışıklama, rabialama, DİB’işleme, ibişleme, ilhâdiyatlama, diyaloglama, papalama, Fetolama, v.s.” gibi onun harîm-i ismetine en küçük müdâhalelerden, operasyonlardan mutlak olarak uzak tutulub muhâfaza edilmediği zaman, o artık “ilâhî olmakdan çıkar beşerî olur; ve insan üzerinde nüfuzu oyuncak derecesine kadar iner…” Karşımıza, muharref dinler gibi hakîkatı bâtıllarla (telbîs edilmiş), din dışı bir din çıkar ki, DİB’işler, ilhâdiyatçılar, entel-dantel-esfel matbuat baykuşları ve politikacıların yapdığı da bunun ta kendisidir… Lâyıklığın bu memlekete çatallı kazık gibi çakılmasının ana ve temel sebebi, “LAYIKLIĞIN, KENDİSİNE GÖRE BİR DÎN İCÂD ETMESİ VEYA UYDURMASI” içündür…
Gelenek, an’anedir; an’ane ise, zaman içinde bir milletin bünyesinde teşekkül eden harsiyât taallûkatıdır!.. Bunların hakîkî bir müslüman nazarında kıymet ifâde etmesi, ancak edille-i erbaa-yı şer’iyyeye uygun olmaları ile kayıtlıdır; aksi halde herşey gibi kat’iyyen redd ü def’ edilmekden başka âkıbete sâhib olamazlar!. Geleneklerini, din ölçülerine göre ıslah veya tesviye veya tasfiye etmeyen ve onları vazgeçilmez görüb din gibi kabul eden milletler, ne kadar “Müslümanız” da deseler, dinlerinden çıkmaya yani mürtedd sürüleri hâline gelmiye mahkûmdur…
Gelenek yani an’ane, menşei i’tibâriyle beşerî olub, halk irâde ve arzusuna âidiyyet belirtir yani vaz’-ı beşerîdir. Dîn ise, vaz’-ı ilâhî olub, vaz’-ı beşerî olamaz. İcmâ’ bile vaz’-ı ilâhî olub (müsbitdir); ümmetin üzerinde ittifak etdiği müctehid imamların tek tek ictihadları da vaz’-ı ilâhî olub (muzhir) bulunurlar… İçinde bulunduğumuz “DEVR-İ CÂHİLİYYE-İ SÂNİYEDE” 15 ASIRLIK DÎN İLİMLERİNE SADÂKATLA ONU TELÂKKÎ, lâyıklık küfr ü şirki ve onun resmî müesseseleri eliyle tamâmen köreltilmiş; ve beyân etdiğimiz gibi “Lâyıklık, kendine göre resmî bir din uydurarak adına da gene İslâm” demek şeytanlığını irtikâb etmişdir…
“Edille-i erbaa ile sâbit hüküm ve haberlerin” herhangi birine “gelenek demek”, Allâh Azze ve Celle’nin DÎNİNİ gelenek kabilinden basit ve beşerî harsiyât kabilinden şeyler derekesine tenzildir; ve böyle bir kabulleniş, İslâmiyyet’in vahye dayanan temelini dinamitlemek ma’nâsını tazammun eder ki, bunun, îmânlı ve ciddî bir müslüman tarafından “DÎN ve îmân” ile kâbil-i te’lîf edilmesine imkân bulunamaz…
Bir iki asırdır İslâmiyyet’in hükümranlığına son vermek istiyen iç ve dış dîn düşmanlarının tatbike çalışdıkları (taktik usûl)den yani şeytanlıklardan en tehlikelisi, bir takım beşerî gelenek, teâmül ve haçlıdan müdevver kânûn ve sistemleri de dîn hâline getirmekdir ki; Anadolu insanının, bu cinneti görme ve yakalama ÎMÂN ve idrâkinde olması, bunu her şeyin önünde görmesi, ehemmü’l-ehem ve en büyük şartdır… Aksi hâlde bu “milletin” “BEKÂ MES’ELESİ”, BİR HÜLYÂ (ÜTOPİ) OLARAK POLİTİKACI GÜRÛHUNUN CANBAZLIĞI VE SİHİRBAZLIĞINDAN İBÂRET TELÂFFUZ EDİLİR; ve bu kavmin “RÛHUNA EL FÂTİHA” demeye bile müncer olamaz!… Betonik kafalar ise, “bekâ sorunu” dedikleri hürriyet ve istiklâl mefhûmunu, yol, köprü, bina ve zinâ istikâmetinde görecek kadar raydan; ve gördükleri serâbı da vâkıa zannedecek kadar istikâmetden VE ECDÂDININ AHFÂDI OLMAKDAN çıkmışlardır… MİLLET, MÂZÎDE KALMIŞ; HÂLDEKİ İSE, “ULUS” DEDİKLERİ IRK TEMELİNDE VE ATEİSLEŞMENİN, SEKÜLERLEŞMENİN, LAİKLEŞMENİN EŞİĞİNDEKİ KALABALIKLARDIR… Sandıkla haçlılaştırma ve benzeşme ve eşleşme ve aynîleşme ve hiçbir fark kalmıyacak kadar kopyalanma ve bunun içün erime, göz önünde âbide gibi bedâhaten duruyorken, başka vesîka aramak erbâb-ı hakîkât içün mutlak abesdir!
“Zarûrât-ı Dîniyye” olarak müslümana, hüküm ve haber ne bildirilmişse, ahlâk-i İslâmiyyesi ve edebi olan beş paralık ilim sahibi bir insan bile, artık bunda “muhayyerlik olmadığını” bilir; “ef’âl-i mükellefîn” nelerse onlarla konuşur!. Vahiy sisteminin, beşerî lûgatla (terminoloji) ile değil; şer’i (ıstılâhât) ile yürütülme zarûretinin, her fennî veya gayr-i fennî ilmin üstünde bir zarûretle dikkate alınması ŞARTI vardır…
Îmân, küfür, şirk, nifâk, farz, vâcib, helâl, haram, mekrûh, sünnet, mubah, müstehab, müfsid… Kezâ ve kezâ!. Bütün bu ve bunlar gibi ıstılahlara dayanmadan, İslâmiyyet’in yani Allâh ve Rasûlü Aleyhisselâm ile “Mü’minler Yolu’nun” vahye müstenid irâdesinin ortaya çıkması; ve adına “Hakk veya Mutlak DÎN” denilen hakîkatın varlık bulması kat’iyyen mümkin olamaz… Böylece, bugünki DİB’işlerin, ilhâdiyyatçıların, yobazların, politikacıların ve “ulusun”, kendisine inkıyâd ve ittibâ’ edecekleri bir DÎN aslâ vücûd bulamaz… Tam tersine, beşer irâdesine tâbi’ kılınan, “Uydurma ve şeytânî; güncelleme, değişim, dönüşüm, reform, revizyon, diyalog, hoşgörü, küfr ü şirk” ihânet ve pespâyelikleri elinde, yehûdî-haçlı şebekelerini göklere uçuracak bir religion ortaya çıkar… Bunun mürtekibi de kim olursa olsun, o, “İslâmiyyet’in beşerîlikler hesâbına mahvedilmesinin ebedî bir mücrimi, hâsiri ve hasîridir…”
Dinin hüküm ve haberlerine “Gelenek, görenek, âdet, töre, kültür, medeniyet, ilke, ülkü, bilmem ne ve ne, v.s.” gibi ucuzlatıcı ve basitleştirici; ve vahyi saptırıcı beşerîleştirmeler bulaştırma şeytanlığı, son 5-10 yıldır tavan yaparak sârî bir hastalık sür’atiyle yayılmak isti’dâdı gösteriyor… Reform, revizyon, mealcilik, tarihselcilik, ictihad kapısını omuzlayıcılık, Kur’ancılık, güncellemecilik, mezheb ve tasavvuf mekteblerini saptırıcılık; ve diğer bütün sapık fraksiyonlarla (fırkacılık, bölücülük ve parti parti, şia şia) oluculuk… Bütün bunlar ve bunların fâilleri ağızıyla konuşanlar, İngiliz-Yehûd ve Haçlı’nın kadîm plân ve projelerini muvaffakiyyetle hayâta geçiriyorlar demekdir!
SABIK DİB’İŞ GÖRMEZ DE, DÎN YERİNE “KÜLTÜR” V.S. DEYİB, USÛLE (TEMELE) KAZMA SALLIYOR!
27 ocağı 28’e bağlıyan akşam 20.30-21.30 suları net tv’de sâbık DİB’iş Başkanı Görmez, üç kişi ile bir celse-i aleniyye icrâ eyledi!. Y.Şafak yazıcılarından Menzil bağlısı (!) İsmail’in idâre etdiği bu programda GÖRMEZ adam da, din yerine “Gelenek, kültür ve medeniyet v.s.” gibi, dîni beşerîleştirici havalarda çene çaldı durdu!. Hatta ilk üç asırdaki “usûl-i din, usûl-i fıkıh ve tarîkât pîrânı zevât-ı kirâmın tarîkât usûllerinde yanlışlar olduğunu; ve dolayısıyla bunların bugün mer’î olamıyacağını, yeni bir “usûl ile akâid, fıkıh ve tarikatların kendilerini yenilemeleri lüzûmu bulunduğunu”, pek bilgiç ve tepelerden uçarak ve “Geçmişi beğenmezlik” sendromları püsküre püsküre üfürdü!…
Bugüne kadar Haçlı müsteşriklerin (oryantalistlerin) bile bu derece cür’etkâr ve hadd-i bîpervâ ile aşağılamadığı 15 asırlık erbâb-ı ilmi, adam sanki tamâmen silib atdı; ve karşısındaki 3 molla da süt dökmüş kedi gibi apışıb kaldı ve beyte’l-hayât ve’l-memât teshîr edilmişler gibi seyretdiler! Hatta “Evet efendimcilik” yağlama-parlatmaları ile, GÖRMEZ zâtı zaman zaman gaza ve saza bile getirdiler!
“Hoşgörü-Diyalog” illeti o kadar çukur mesâfe katetdi ki, Fettôşiyân-ı Haşhaşiyân bile, artık bugünki derekelere inib çöreklenemez!
Artık, “Dinimizde” diye söze başlanmıyacak; “Geleneğimizde, kültürümüzde, medeniyetimizde ve bilmem neyimiz ve neremizde!” diye başlanacak! Ve her bölge ve İslâm coğrafyasındaki her düvel-i gayr-i islâmîler de, kendi geleneklerine doğru bir fırlayış içine girecek; ve ilerideki bir zamanda “mahallî gelenek, kültür ve harsiyât” da, dîne inkilâp ederek, İSLÂM ortadan çıkarılıb buharlaştırılmış olacakdır!.
Papa denen adamın B.A.Emirlikleri denilen yumuşakçaları dolaşarak ve Ezher Şeyhi denen ve öpüşme şekilleri ile cinsiyetlerini ruznâmeye taşıyan mısrî mahlûkları koklıyarak, “Dinlerarası Diyalog” fitnesini yeniden hortlatması ve ruznâmeye taşıması aslâ tesâdüf ile îzâh edilemez!.. Fettoş denen gizli kardinalin en büyük ihânet ve alçaklığı, onun “vatan, devlet, bayrak ve millete” diye başlıyan suçları değil; “Hoşgörü ve DİNLERARASI Diyalog” perdesi altında İSLÂMİYYET VE ALLÂH İLE RASÛLÜ ALEYHİSSELÂM’A SAPLADIĞI TAHRÎF, TAĞYÎR VE TAHKÎR HANÇERİ VE İHÂNETİDİR… Bu ana ve temel nokta görülemez ve Ankara politikacıları, Papa denen zirvedeki İslâm muârızı ve SON RASÛL ALEYHİSSELAM’I SAHTE PEYGAMBER VE KUR’ÂN-I AZÎMÜŞŞÂNI UYDURMA KİTAB (hâşâ ve kellâ) KABUL EDEN adamın yeniden estirmeye başladığı havalarla yelkenlerini doldurmaya ve Zapetero zamanının “Medeniyetler İttifâkı” gibi zehirleyici ve Dinlerarası Diyaloğun bir başka müterâdifi ta’birlerle haçlı eli-eteği öpmeye başlarsa, “Fettoşizma” ile mücâdelesi hiçbir halta yaramıyacak, göstermelik kalacak, hatta aksine dönerek kendisinin harakiri yapmasıyla netîcelenecekdir…
Kaşıkçı hâdisesinin akabinde, Suudî yamyamlarını haraca bağlamaları; ABD’nin Sûriye’den çekilme yalanı ile bazı Arab ve coğrafya çobanlarına şirinlik dağıtması; arkasından Venezuellâ’da terör estirmeleri ve işgâle kudurması; Mısır şeytanlarını İMF’ye avuç açtırmaları; İsrail yahudilerini mütemâdiyen okşamaları; ve şimdi de Papa denen adamın (Ezher Şeyh-i Şeyni şeyi) pek iğrenç takbil ile takdîs ederek “Dinlerarası Diyalog” şeytanlığını köpürtmesi, v.s’lerdeki zamanlamaya bakılınca, Haçlı Seferlerinin yepyeni bir kılık ile, 15 Temmuz Haçlı Seferi’nden daha farklı bir biçimde yeniden başladığını göstermektedir…
Böylece, Dünyâ’nın dehhâmeleşmiş şeytanları, mahallî şeyâtîni bâlâda beyân edildiği istikâmetde ta’lîm ve terbiyeden geçirmekde; ve “İslâmcılık” denilen “ideolojiye döndürülmüş” (din dışı ve haçlı tasarısı lâyıklığa göre bir religion), müslüman coğrafyası içün hazırlanmaktadır!.
Haçlı AB patronlarının, Anadolu’daki emirerlerine “Dinimiz, peygamberimiz” gibi kelimelerin mekteb kitablarında kullanılmayıb “İslâm Dîni, İslâm Peygamberi” gibi âidiyyeti eritilmiş sîgaların dillere yerleştirilmesini istediği de, çarpıcı bir vâkıa değil midir?. Artık bütün bunlara rağmen, bu memleketin “Kültür emperiyalizması” altında canı çıkarılmak üzere olmadığını, hangi îmânlı bir akıl iddia edebilir?. Altı oklu, dokuz ışıklı, râbia parmaklı, madam tırnaklı şovlarla, bu memleketin ümmet bakıyesi yani “ulusu”, iyice mankurtlaştırılmak (zombileştirilmek) istenmiyor mu!?
KANADA HER YIL 50 KM HIZLA KOŞMAYA BAŞLAMIŞ!
Akit’in Çakma Üstadı A. Çelebi, 13 Ocak 2019’daki twitter’i ile de müthiş bir Kıyâmet senaryosu veya kehâneti peydahlamışdır:
“Şimdi Kenevir ekme azmadı. Kuzey kutbu giderek artan bir hızla Kanada’dan Sibirya’ya doğru kayıyor. (Yılda 50 km gibi bir hıza ulaşmak üzere.) Bu süreçte dünyaya daha fazla radyasyon girecek. Kanada, ABD, Sibirya en çok etkilenecek. Kenevir radyasyon emicidir!?”
Ankara’daki Yüce Başkan “kenevir” der demez, şefin çubuğuna göre şakıyan orkestra elemanları, hep beraber ona akord oluyorlarsa da, burada, sanki sâdece “Üstad Dilipak’dan” kenevir nâmeleri yükseldi; ve bütün cihân dahî tenvîr-i kenevir eylüyüb, Kenevir-i Tayyibe’nin “radyasyon emici” oluşunun keşfi ile şenliklere garkoldu!.
Hele Çakma Üstad’ın, “Kanada’nın Sibirya’ya her yıl 50 km hızla yaklaşmasını” keşfen ve kerâmeten i’lân etmeleri, Kıyamet’in kopmasına sayılı dakikalar kaldığına, hatta zamanının gelib geçdiğine (!) hüccet-i kâtıa sayılsa yeridir!
Kanada Grünland arasının 480 km olduğu vâkıasından hareket edilirse, Kanada çokdan Grünland’ın sırtına çıkmış; ve dizginleri de eline alarak İZLANDA’nın ense köküne binmek içün 44.72 yıl kadar bir zaman kalmış demekdir!. Çünki kanada İzlanda arası 2236 km’dir. Netîce-i felâketin hisâbât-ı taksîmâtını ilk mekteb 2. sınıf şâkirdânı dahî şakır şakır yapabilir!
DİLİPAK’IN CA’FERÎ HUMEYNİ’YE BEY’ATI MEZHEB ÜSTÜ BİR ŞEYMİŞ Kİ SAHÎH İMİŞ!
“Saygıdeğer Üstad Dilipağ’ın” allâmeliği, sâdece (süper jeopolitiği) ve (ketentonik kenevirolojiyi) içine almaz!. Mezhebler, ictihadlar, bid’atlar, bey’atlar, “âlimlerimizin yetersiz kaldıkları” mevzû’larda da müthiş ihtisâs ve hârika ehliyet sâhibidir!. 1980’lerin modası şiilik değil de “İran İslâm (!) Devrimi” olduğu hengâmda, daha evvel de zikretdiğimiz kankalarıyla, “Tersden mukârenetin meşrûiyyeti fetvâsına” kadar pekçok çarpıklık ve sapıklıkları ile meşhur Müteveffâ Humeynî içün, Anadolu’muzda da “Bey’at” toplama cihâdına (!) müdâvemet, müşâreket ve hatta mücâseret eylemişlerdi!…
İşte vesîkalık satırlarından bazıları:
“Mezhebî farklılıklar, İslâm Âleminin siyasal birliğine engel olabilecek derecede önemli ayrılıklar mıdır? Meselâ İmam Humeynî’ye yapılan bey’atlar sahih değil miydi? Bizim Hanefî, Şâfii veya başka mezhebden olmamız, Onun Caferî mezhebinden olması, O’na biat etmemize engel teşkil ediyor muydu?” (İslâm Cemaatine Doğru, Risâle Yay. s. 40)
Bu gözleri kapalı koşarak yol alacağı vehmindeki adam, şiilerin, ehl-i sünnet ve’l-cemaat müslümanlarını “Müslüman kabûl etmediğini” hiç duymamış ve okumamış mıdır?. Bunları üç paralık bilib de akletseydi, şiilerin, teşeyyu’ etmemiş (şiileşmemiş) adamların bey’atını kabul etmiyeceklerini bilir; kendisinin de bey’atını kabul edecekleri hülyâlarına kapılmaz; ve kendi kendine gelin-güveyi de olmazdı!. Veya, kimsenin haberi olmadan onların dînine geçmiş de “Bey’at etmekden” bahsediyorsa, orasını biz bilemeyiz!..
Acemistan persçiliğinin “anayasasına” göre Ca’ferî olmıyan bir adam veya madam İran’da “Cumhurbaşkanı bile olamaz!.” Nerde kaldı ki, bu adamlar, “Yezîdî” diyerek müslümanlık dışı (!) gördükleri “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat” mensublarının “bey’atını” kabul edib onları kendisinden bilecek!!!. Hakîkî bir sünnî müslümanın, acemistan şiilerine bey’atı aklından bile geçirmiyeceği bedâhaten ortadadır!. Humeynigillere Ehl-i Sünnet olmasa da, bir takım çakma adam ve madamlar gibi, kadîm sünnî ülkelerindeki müslümanların 3-5 göbek aşağıdaki ahfâdı olarak ve fakat dembokrat kesân hâlinde “bey’at” makyajlı ve ambalajlı hâller içinden eğilseler, irânîler o süflîleri yanlarına bile yaklaştırmaz; ancak, uzakdan kumandayla belki oynatabilirler!. Zîrâ Şia kadar mezheb (dîn) taassubu içinde hemhâl ve sarmal olmuş başka bir zümreye yeryüzünde kolay rastlanılamaz…
Üstelik Dilipak, zaten mezheb v.s. tanımadığından, hiçbir “Usûl-i Dîn ü mezheb” ta’kîbi ile CİDDÎ bir i’tikâd ve sahih bir “Dîn Telâkkîsi” peşinde olmadığını apaçık, dehşetle ve hiçbir sıkılma hissi taşımadan da i’tirâf ediyor:
“Mezhebî farklılıklar biatleşmede hiç önemli değil. Biat etdiğimiz kişinin fıkıh mezhebi ve ictihâdı bizi bağlamaz. Zaten o bize karşı bizim ona verdiğimiz yetki ile sınırlı.” (s.40)
Nasıl?
Akit’in Çakma Üstad’ı eskilerin “Mezhebi Geniş” dediklerinden biri olarak demek istiyor ki:
“Bâtıniyye, Sebeiye, İsmâiliyye, Ahmediyye, Bahâiyye, Gurâbiyye, bilmem ne ve ne, hangi mezhebden ve hangi ictihâda ve teşehhîye sâhib olursa olsun benim nazarımda hepsi de HAKKDIR, doğrudur, makbuldür, ona bey’at ederim, kendimi ona çok rahat teslîm eder ne derse yaparım!.”
Diğer tarafdan da tahtında müstetir olarak, “Postu o kadar ucuza satmam ha, ben bir dembokrat bireyim” demiş olmak içün:
“Zaten o bize karşı bizim ona verdiğimiz yetki ile sınırlı.”
Diye, kendi kendine bir bey’at rü’yası görmüş; ve bunu da, hakîkat zannedib tahakkuk etdirmek (!) ve çok islâmperver okuyan ve yârân cumhûruna da kitâbet eylemiş!
Meselâ bey’at etdiği adam ve madam kimse, onun “yetkilerini” yani salâhiyyetlerini Akit’in Çakma Üstâd’ı vermiş olacağından, bey’at edilen ne kadar (metbû’) olsa da, o da tâbi’lerinden (yetki) alacağından (!) dolayısıyla o da onlara bir nevi mütekâbilen bey’at etmiş olacak!!! İslâmî olmasa da, bugüne kadar hiçbir dünya köşesinde görülmiyen ve Humeynî’nin kanını tepesine zıplatacak kadar “Dembokratik, hatta Donbokratik belki de Bombokratik” bir bey’at şekli!. Müteveffâ Âyetulla, Ruhulla, Veliyyulla Humeyni, “Bu tür bey’at isterük” diye karşısına çıkacak adam ve madamları herhalde mollalarına havâle eder; ve “îcâbına bakın” derdi o kadar!.
Zâten bu maymun iştihlı şıpsevdiler “İran Şii Devriminden” sonra böyle esib gürlemeler ortaya atsalar da, hiç biri merdçe gidib oralarda arz-ı vücûd eyliyemedi!. Bir istisnâ olarak Salahaddîn Eş gitdi, Humeynî’sine beyat etdi! Ancak sonraları bakdı ki, şiilik başka İslâm başka, tası tarağı toplayıb “Selâmet der kenârest” dedi ve kaçıb kurtuldu!. Kârı da, Âhıret azığı olarak (!) şiice öğrenib edebiyâtını ilerletmek; bir de, örnek olarak idlâl etdiği ve yıllarca şiiliği sevdirdiği gençlerin istikbâlini ateşe atmak oldu!!!
Bey’at, HÜKÛMET-i İslâmiyye’nin başındaki zâta itaat ve sadâkat içün AHİDLEŞME demekdir!
“Mezhebî farklılıklar bey’atlaşmada hiç mühim değilmiş!”
Bey’atlaşmada böyle farklılık mühim değilse, mühim olduğu yer de var mıdır ve nereleridir!?
15 asırdır, sahâbî müctehidleri de nazara alınınca, ictihadları örnek alınan ehil müctehidler bulunduğu aslâ inkâr edilemez. Muaz Hadîs-i Şerîfi ile bile apaçık ortadadır ki, meselâ Yemen’deki müslümanlar: “Allâh Rasûlü Aleyhisselâm henüz sağ, biz ona sorarız, senin ictihâdın bizi bağlamaz” diyerek bugünün câhiliyyesindeki slâmcı soytarılar ve iblis-i lâin gibi fâsid kıyâs yapmamışlardır… Dînin mütehassıs ve ehil ulemâsı olarak ümmetin bu kabil müctehid zevâtı ta’kîb etmeleri ve onların hakk olan re’ylerine ittibâ’ etmeleri, bu dînin Kitab, Sünnet ve İcmâ’ gibi (müsbit) olan ana delilleri ile apaçık ortada iken, Dilipak ve benzerlerinin, (dîn-mezheb) deyince kimyalarının bozulması anlaşılacak gibi değildir… Bu kabil kesân, tüyleri diken diken olan slâmcılar gibi, “mezheb” deyince neyi ne kadar korkunç anlıyor ve görüyorlarsa, yukarıda görüldüğü üzre bir hoş olmaktadırlar!.. DİB’işler, ilhâdiyatçılar, politikacılar; entel, dantel, bamtel ve esfel yazıcı şeytanlar ve yobaz gürûhun Şeriat dışı tarîkât ve barikat çeteleri de, bu noktada hem dall hem mudill şebekeler olarak en mes’ûl çukurları teşkîl ediyor…
Sünnî ve şii iki dîn, târihin neresinde biribirini İslâmiyyet’in içinde yani “Müslüman olarak” kabûl etmişdir?. Bir kere birinin (îmân) dediklerine ötekiler (küfür) derse, burada farklı mezhebden değil, farklı dinden bahsedilir… Layık dembokrat politikacıların “iki mezhebden” bahsetmesi, bir saptırma veya cehâlet eseridir. Onların, “İslâm Coğrafyasını sünnî ve şii iki mezhebin tehdîdinde” görmesi veya ikisi hakkında hüküm koyma beyanları, hem hiçbir mesnede dayanmaz; hem de, iki dîn müntesib ve mensubları nezdinde (abes) kabûl edilir. Çünki din ve mezheble kıymet hükmüne varmak istiyen bir adam veya madam, bir din ve mezhebe sâhibse, mukâyese imkânına da o zaman tatbikî olarak ve hissederek sâhib olabilir! Birisi, mücerred kendindeki olanla iki zıddı göz önüne almıyan, kendine âid olanın kıymeti hakkındaki ölçüyü nasıl bulacakdır?. “El eşyâu tenkeşifu biezdâdihâ” ölçüsünün tahakkuk etmesi içün, aynı cinsden iki zıddın mukâyesesi lâzım değil midir?..
Görmez denen ve 15 asırlık devri beğenmiyen adamın, Tahran’da şii ahundu arkasında “Uydum imama” diyerek namaz kılıyor manzarası aksetdirmesi de, sarıklı ir politikacı olarak bir ma’nâ ifâde edemez. Çünki Görmez de, akâid ve fıkıhda takarrür etmiş meşrû ve son 15 asırlık ümmetin icmâı ile meşrûiyyeti apaçık ortada bulunan hakîkî müctehid imamların (usûllerini) tanıyan ve onlardan birine tâbi’ olan bir adam değildir, olamaz da… Çünki “Donpokratik veya dembokratik laik” felsefeye îmân etmişdir; ve buna uygun bir din uydurmanın teolojik amelelerinden biri, belki ustabaşısıdır! Ca’ferîlerin de, onun müslümanlığını ciddîye almalarına zerre kadar ihtimâl verilemez… Humeynîgiller, 6 îmân temelinden zarûrî olan “Takiyyeleri Muktezâsı”, ca’ferî görünürler; ve i’tikadda ise “İmâmiyye=İsnâaşeriye” mezhebinde olmayan kim olursa olsun, onlar nezdinde o, adam veya madam olarak peşinen İslâm hârici kabûl edilir!.
Çakma Üstad Dilipak’ın kendi kendisine gelin-güveyi olması, hiçbir mes’eleyi hâlle kâfî görünmüyor!
Dilipak, “İslâm Devleti başında gördüğü Humeynî’ye bey’atı”, müslüman değil de onlar nezdinde yezîdî kabul edildiğine göre, hangi statüde yapacakdır?. Teb’a-i zımmîyyeden olarak yapacağı bir bey’atı (yani itaat ve sadâkat içün ahid vermeyi) içine sindirebilecekse; ve şeref ve haysiyetine de yakıştırabilecekse mes’ele kalmıyabilir!. Üstelik de bu, islâmî ma’nâda bir “bey’at” asla kabûl edilemez.
Bütün bunlar, Akit’in Üstad kalemşörü Dilipak’ın, “Hoşgörü-Diyalog” devr-i dilârâsından “esinlenib besinlenerek” kaleme aldığı fevkal’âde ilmî (!) dînî (!) ve fıkhî (!) düşünce, ictihâd (!) teşehhî ve nice uydurma ve kaydırma usûl kategorilerinden (karma ve sarma) yapıb, sevgili, saygılı, algılı ve akıllı okuyucularına sunduğu bazı filozofik, psikolojik hatta “asrın idrâkine söyletmede” kullandığı hür vicdanlık muhteşem satırlardır; ve târihe kaydolacak kıymet ve hikmetdedir de!..
NETÎCETEN:
Bunların her bir cümlesi bir makâle ile yerin dibine geçirilerek İslâmiyyet’i oyuncak etmenin o kadar kolay olmadığı; ve bunu, DİB’işlerle İlhadiyyatçılar ve Karamanlis tohumlarının bile öyle kolay haltedemediği gözler önündedir…
Bu, ihtisası olmadığı mevzularda çalakalem lâf, gaf veya mıh çakan acemi ve a’cemî nalbant ise, böyle şeylerin sadece şovmenliğini, şamatasını ve güldürü kalfalığını şakırdatır o kadar!
(Mâba’di var)
İntişârı: 02.02.2019 / 20:04:49 (tt)