(5) Ramazan Şeytanlarından Kurtulmak!
6 Mart 2024
Ramazân-ı Şerîf Orucu
6 Mart 2024

RAMAZAN ŞEYTANLARINDAN KURTULMAK!

(6) 

Zıyâiyye BEKÇİSİ

 

Eğer 15 asırlık DÎN kânunları laik dembokratik politikanın menfaatları uğruna keyfe göre istenilen kılık ve kıyâfete sokulacaksa, bizim, bunların mürtekibleri babamız olsa yüzüne bakmıyacağımız apaçık ortadadır!. Zaten 1908’den beri tam 106 senedir İslâm topraklarında yapılan, hele hele 1923 Lozan ihânetinden sonra Anadolu’muzda işlenen cinâyetlerin haddi ve hesâbı yokdur!.

1) Twitter denen “medyaya” bugünlerde düşen bir haberi kâriinimize de duyuralım; İkinci ve kinci şef-i millî (diktatör) aynen şöyle demiş:

“Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlamak değildir. Devrimin temel gayelerinden biri, yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslâm dünyâsı ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmakdı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemiyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetliyecekdik. Din eserleri eski yazı ile yazılmış olduğundan okunmıyacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacakdı.” (İsmet İnönü,Hatıralar C.2, sf.223)

Demek ki hedefleri “Dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmak ve azaltmak!”

İşte 106 senedir bu yapılıyor!

Bunun adı, “dinsizleştirme veya İslâm’sızlaştırma veya yahudileştirme operasyonu”; veya (ateist terörüdür!)

“Dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmak ve azaltmak”, işte bugünki terörü, ahlâksızlığı ve çukur netîceyi vermiş; Mukaddes Dînimizin nice temel esasları, hocasından locasına, bakanından çakanına; başvekîlinden, başsefîline, sanatçısından sakatçısına, entelinden danteline, Kâinât imamından kanaat hamamına kadar önüne gelen tarafından, nefs emrindeki üç paralık akıllar ile, MUTLAK HAKÎKAT OLAN DÎNE kılık kıyâfet biçme ve giydirme yarışına gelib dayanmışdır!

2) Her kafadan bir ses de değil, hezeyân üstüne hezeyân!

Cumbaşı olacakların halleri ise, ya sıcakların başlarına vurmasından veya Çankaya hayâllerinin gözlerine bir tür psişik manzaralar çizmesinden, aman ne ecâib lâf ve “görseller” ki, “görüntüleri” inanın “öğürtüleri” aratmıyor!

Yusuf Kaplan gibi bir “Entel Mübârek” bile, Ramazan’da tivit aşk ve vecdine gelib, “Sezâi Karakoç yaşayan sahâbîdir” gibi bir hezeyannâme vesîkalayabildi!. Bu kadar zavallılığa şifâ niyâz etmekden başka elden ne gelir? Fazla söz zâit, ammâ aklı yerinde bir insan varsa karşınızda, konuşulur! Lâkin bu dereke inişe geçen bir adamın aklını muhâtab alırsanız, bu sefer sizin akıl da irtifâ kaybedecekdir!. Başında Allâh Rasûlünü taşıyan ve O’dan, evet her dakika hakîkat, fazîlet ve en üstün insanlık vasıflarını, evet, O Sevgililer Sevgilisinden yani birinci elden alan sahâbîlerle, 2014’de kafası binbir türlü dembokratik cürûf hücûmuna uğrayan bir adamı aynı kefeye koyan bir kafada, terâzinin ibresi zıplayıb fırlamış; ve ortada, müş’ir diye de bir nesne kalmamışdır! Böyle “tezekden terâzinin” nesini muhatab alıb, tartdığı nesnenin de olmıyan ağırlığını, hangi kelime ile ifâde edeceksiniz!?

3) Söz Sezâî’den açılınca, bu kervana müstakbel Cumbaşı Topçu Tavil Tayyib (TTT) Paşa da dahil olmaz mı?. Cumseçimi içün yapdıkları reklâm filminde, “ezân, bayrak ve yaşmaklı teyzenin namazına ve duâsına”, Piskevitçi Emsâlettin takımı i’tirâz etmiş; ve “Seçim Kurulu” denen yer de bunları yasaklamış!

Yahu bu reklâm filminde, BB, (TTT) Topçu Tavil Tayyib Paşa’nın Sezâî’den okuduğu şiirdışı şiir ne öyle?. Asıl bu görülecek ve ayağa kalkılacakken, kimsenin kılı bile kıpırdamadı! Bu şiir denen nesnenin ma’nâsına Piskevitçi Emsâlettin takımının zerre kadar aklı ermiyeceği içün, buna, “bu ne yâhu, bu kader saçmalaması ve zırvalaması ne?” diyemediler!. Çünki Müteveffâ Türkeş, onlara, “Bizim Şeriat diye bir problemimiz yok!” inkârını mirâs bırakdı!. İslâmiyyet’in en ana 6 temelinden “KADER” mevzuu, filozofik sarsıntılı bir kafayla hırpalanmış, örselenmiş, incitilmiş, istihzâ edilmiş veya reddedilmişse, bu, bu kafatası kafalıların zerre kadar umûrunda değildir; olmamışdır, bundan sonra da olamıyacakdır! BB da, “şiir mi şiir!” diye eline verilen satır yığınlarına, şiir okuma mütehassısı (!) oluşunun havasıyla; ve şiir merakı üzerinden, basdı gevrek sesiyle mûsikîli nâmelendirmeyi!. Hiç kimse de şunu sormadı:

“- O satır yığınlarını yazan adam, acaba “KADER” denilen ve Mukaddes DÎNİN en temel 6 esasından birini, nasıl câhil çakması bir darbeyle neye benzetiyor ve nereye çakıyor?”

Kimse de çıkıb bunu, zerre kadar kalb ve beynini yorub düşünmedi!. Müslüman bilinen şâirin şiirini “Müslüman” TTT okur da, artık bu şiirin dînini îmânını “tahkîk” etmek gibi bir edebsizliğe düşülür müydü???  Olacak iş miydi bu?!

4) Bir kere işe, şiir tekniği denilen dış çerçeve nizamlamasından bakılacak olursa, o şiir diye okunan şeye, ne kâfiye ve ne de vezin olmadığı içün, onu, Büyük Mütefekkir Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey’in terâzisiyle de tartınca, “şiir denemez”; alt alta istiflenmiş lâf yığınları denir!. “Avrupa’dan gelen ne halt olursa başımızda yeri vardır!” şeklinde formülize edilen şizofreni ve kölelik devrinde içimize sokuşturulan “serbest vezin” denen uydurma, “kurbağaca dilin”, “Hristiyanlık modeli bir religionun”, “Papaz benzeri imamın” v.s.’nin, edebiyatdaki mukâbil ve mümâsilidir… Vezin yok, kâfiye yok, fakat adı “serbest vezin!” Olmıyan, nâmevcûd bir varlık tahayyülü ve adı serbest vezîn!!! Akıl ve mantık dışı bir yoklukda varlık telâkkîsi… Hiçbir nizamlama tanımıyan insan kalabalığına, “ordu” deme akıl iflâsı veya rûh marazı ne ise, işte bu da o!

5) Lâkin asıl fâcia, bu satır yığınları arasındaki, şu îmânı târümâr eden el bombası veya ayak sallaması: “Sakın KADER deme!”

Ne diyeceğiz yavrum?

“Kaderidir” denemiyecek bir tek zerre, bir tek atom veya tek bir hücre gösterin, tamam diyelim!!!

Oha!

Al bu da şiir!

“Sakın KADER deme, kaderin üstünde bir kader vardır!”

Yahu arkadaş, “kaderin üstünde kader” ne demek; “kaderin üstünde kader” mi olur? Bu hangi kitabda yazılıdır; veya hangi felsefe (veya religion) böyle bir iddiadadır? Etmeyin eylemeyin, sizin dîninizi bilemem ama, benim 15 asırlık dînimde kader, nâmütenâhî ilim, irâde ve tekvîn sıfatlarının Sâhibi olan HÂLIK’ın, bütün bu sıfatlarının da, kâinâta (mümteniâta değil) her zerreye kadar şümul, ihâta, hâlikıyyet ve hâkimiyyetini bilmemiz ve bunu tasdîk ve tahsîn etmemizdir… Hâlık Teâlâ’nın ta’yîn etdiği mukadderât ne ise, kader odur…  Sâhibi olduğunda aslâ şübhemiz olmıyan Vâcibü’l-Vücûd Azze ve Celle Hazretlerinin kaderine (takdîrine) göre meydana gelemiyecek bir hâl, fiil ve keyfiyet tasavvuru muhal…

6) “Kaderin üstünde bir kaderi” var kabul etmek (hâşâ), Allâh Azze’nin “ilim, irâde ve tekvîn” sıfatlarının taallûku üzerinde, başka “ilim, irâde ve tekvîn sıfatı” olan bir ilâh (Hâlık) kabûl etmekdir!. O zaman bu (2. İlâhın) ilim, irâde ve tekvîn sıfatlarının taallûk etdiği kaderin de üzerinde, (3. bir ilâh farz etmek lâzım gelir) ki, bu sonsuza kadar giden bir “teselsülü” ortaya koyar! Bu teselsülün ilm-i kelâmda “aklen butlânının mutlak olduğu” îzahdan vârestedir!.

7) Çatı (Ke.estesinin), birkaç mısrâın Marşa mı Maraş’a mı âid olduğunu bilememesi veya Y.Kemal’in şiirinin, “Süleymâniye’de bir bayram namazı mı bayram sabahı mı” gibi ıvır zıvırlarda cehâleti, bu beriki kader mes’elesindeki cehâlet yanında, iğne ucu kadar bile bir halt sayılamaz!. Nalları dikib imâmın teknesine bindirilen ve tahtalı köye sevki yapılan hiç kimseye, Âkif veya Y.Kemâl denen adamların şiiri veya satırı sorulmaz! Ammâ, Allâh Azze’nin KADERİ, takdîri, mukadderâtı; ve ilim, irâde ve tekvîn sıfatlarının taâllûkundan herkese sorulur; ve dünyada bu hususda kalbi ters şeritde gidenin trafik ihlâli, cehennemin dibini bulur ve ebediyyen de orayı boylar!. Namaz kılacak kadar âyet ezberliyemiyen yüzbinlerce tarafdârın bu hâli normal, ama iki şâirin şiiri içün iki gaf yapan (yarım akıllının) gafı dünyanın sonu!!!

Oha!

8) Hakîkatin katline eyvallâh diyemeyiz!. Bizi alâkadâr eden, mutlak HAKÎKÂT olan ALLÂH Dîninin (Ehl-i Sünnet) hattı üzerindeki bir tek atomuna bile hâlel gelmesi karşısında içimizin yanmasıdır; ve bunun dışında, falanın veya filanın dembokrasi fırıldakları içinde Köşke çıkıb, hizmet perdesi altında dünyâdan kâm alması değildir… Allâh’ın Dînine (Mutlak Hakîkate) hizmet etmiyenin insanlığa hizmeti muhaldir!. Basit gözler, teknik irtifâyı, bunun getirdiği ve götürdüğünü, adâlet ve zulmünü görmeden onu en büyük “hizmet hükmüne” bağlar ki, bu da şirk üzerinden, İblis’in bir ters köşe yapışıdır!

 O Çatı bilmem nesini müdâfaa etdiğim vehmi içinde olan varsa, o da, ondan beter bir gerzekdir o kadar!

 9) 15 asırdır tevârüs etdiğimiz Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’a müntehî (Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat) Şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet silsilesi, bir mezheb (secte) değil, DÎNİN tâ kendisidir; mezheb, bu HAKK ve HAKÎKAT hattı dışında kalan, “DOĞRU YOLUN SAPIK KOLLARI!”

Bu noktadaki inceliği anlamıyan, ne DÎN’İ ve ne de mezhebi anlar!. İ’tikâdı küfre müeddî olan ve Ehl-i Sünnet’den ayrılan kolların tamamı da (mezhebdir); İslam’dan ayrılış (uzaklaşma, dışında kalma) ma’nasında mezheb… Onların, kendilerini İslâm’a nisbet iddiası ise, İslâm nazarında, islâmsızlaştırılmış beşerîlikler!

 10) Kader, mâsivânın ana mes’elesidir; bunun yanında 1,2,3 veya 33 şâirin dedikleri üzerinden muhâlif ve muârız gırtlaklamak, çok basit ve ucuz, tam da dembokratik gebertme ve gömme taktikleri ki, müslümana aslâ yakışmaz!. Çatı kerestesini çatıya çiviliyeceksen, “Osmanlı’nın, Fâtih’in torunuyum” deyişini nakzetmiyecek bir  TORUN olarak, alırsın eline 6 îmân balyozunu, her biriyle indirirsin 6 okun tepesine, (altı .okluların) altını üstüne getirirsin! Ben de anlarım ki, bu adam samîmi, dürüst, cambaz değil; sihirbazlıkdan uzak, mert, dembokrasinin değil İslâm’ın peşinde, “sünnî değilim” deyiş dalâletinden tevbe etmiş; İzmir’de ve dün (8.8.14)de de Ankara’da, “Sen alevîsin, tamam, kim ne der, ben de sünnîyim” deyişinde samîmîdir; ve doğrudur, helâl olsun!

Yoksa, ben yemem arkadaş!.

106 senedir meşrutiyet, cumhuriyet, şefokrasi, dembokrasi,  darbokrasi, Fettokrasi, bombokrasi dolmalarını yiye yuta, mideler kırkbayıra döndü!

Ben bunların hiçbirini istemiyorum: Alt geçit üst geçit, yol, köprü, viyadük, borazan veya düdük, bunlarda gözüm yok!. 

11) Ben KULLUK etmek üzere yaratıldım; ben sana oy verince, bunun karşılığında bana sen ne vereceksin?. Bana, en Aziz ve Kıymetli varlığım; ve 106 senedir binbir türlü işkence altındaki DÎNİMİ geri verebilecek misin evlât?

“Osmanlının, Fâtih’in torunuyum” demek çok güzel! Torunu oldukların viyadük ve düdük içün mü yaşadılar; yoksa “İ’lâ-yı Kelimetullâh” içün mü?. Seküler ve laik felsefelerin devamı olduğun kadar bana uzaksın; ve torunu olduklarının hayat tarzı ve kızıl elmasına yakın olduğun kadar da yakın!

Ortaya binde kaç çıkıyor?

Yahudi-haçlı ağzının çürük sakızını gevşiyerek “Demokrasiyi yaşatmıya var mısınız?” diye miting meydanlarında garîbân millete “varııızz!” bağırtı ve çağırtısını o zavallılara çekdir çekdirebildiğin kadar; ama bir yandan da “Osmanlı’nın, Fâtih’in torunuyum!” dedin mi, bu tenâkuz benim boğazımı mısır koçanı gibi tıkar evlât?

Osmanlı ağzıyla sorulmaz ama, gene de sorulmasını bile biz, yüzde bir kahramanlık sayarak diyelim: “Allâh’ın irâde ve hâkimiyyetini yani İslâmiyyet’i yaşatmıya var mısınız?” de de göreyim seni!. Aynı çene ile “Osmanlı’nın torunuyum” derken; gene o aynı çene ile, bir yandan da yahudi-haçlı ağzındaki “dembokrasi” zikri!. Bir üçüncü yandan da “Mevlânâ’nın dediği gibi olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol!” kumandası!.

Üç yol ağzı, üçü de biribirine ters istikâmet!. İşte bunun adı, Osmanlının değil, ötekilerin siyâseti ve istikâmeti…

12) Yürek ister bu iş?. “Milletin başkanı” yani 106 sene baraj ateşiyle dövülen ve narkozlanan zavallı ve garîbân kalabalıkların başı olabilirsin; ama “Osmanlı ve Fâtih’in torunu” olmak, çok daha değişik ve alabildiğine farklı bir keyfiyet!. Bu keyfiyetde veya o istikâmetde değilsen, “Osmanlı’nın, Fâtih’in torunuyum” demek gözboyamak olur; ne zaman (torun) oldun, o zaman çık ortaya! Dembokrasiyi yaşatmak içün “Osmanlı ve Fâtih torunu” olmayı kullanma!. Osmanlı’nın ve Fâtih’in ağzından, “dembokrasi” denen ve ayakların baş, başların ayak oluşunu yani ecdâdın “idâre-i avâm” dediği nesneyi hiç duydun mu? Duyan olmuş mu? Al, işte Torunu olduğun Fâtih: 

İmtisâl-i câhidu fillâh olubdur niyyetüm,

Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.

 

Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,

Ehl-i küfrü serteser, kahreylemekdür niyyetüm.

 

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benüm,

Lutf-i Hakk’dandır hemân, ümmid-i feth u nusratüm.

 

Mâl ü cân ile n’ola olsam cihanda ictihâd,

Hamdenlillâh var gazâya sathezârân rağbetüm.

 

Ol Mu…..d mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,

Umarım gâlib ola, a’dâ-yı DÎNE DEVLETÜM…”

 

Torunu olunacak ADAMIN kendi kendisini ortaya koyuşu işte bu!. Torun veya torba olacaklara duyurulur! 

13) Dün Ankara’da, (altı .oklu) üstü bilmem neli takıma, “Olduğun gibi görün göründüğün gibi ol! Aleviysen Alevisin, ben de Sünnîyim!” gibilerde gürledin! Şimdi bunu hemen doğru kabul edib nice saflar gibi biz de “senin fedâin” olmalı mıyız!?.

14) Bağdad’da: “BEN NE SÜNNÎ NE ŞİİYİM, BEN MÜSLÜMANIM!” dediğini nice saflar ve kalabalıklar unutdu diye, biz de unutacak mıyız???

15) Kazlıçeşme’deki Câferî 10 Muharrem mâtemine bizzat iştirâk ederek ve hiçbir mecbûriyetin yokken, “Câferînin Sünnîye, Sünnînin Caferîye üstünlüğü yokdur” dediğini nice saflar ve milyonlar yese de, bizim yememize imkân ve ihtimâl var mıdır?. Şiilerden kaç dostun oldu, ne kadar vefâ gördün?. İstanbul’daki Câferîbaşı ahundun kaç dişini gösterişiyle neye benzediğini hâlâ mı göremedin?. Kaç takiyyeleri ile tökezleyib yere kapaklanmana ramak kaldı ha???

“Fâtih’in torunu”, Uzunhasangillerin ihânetlerini böyle ne çabuk unuturmuş; “Yavuz’un Torunu”, ŞÂH İsmîl-i Safevî denen haşhâşîbaşını böyle ne çabuk dost edinirmiş de, şii ile sünnîyi yan yana eşitler ve beşiklermiş hemen??? Rasulullâh düşmanı Pensilvanya “haşhâşîlerini” de böyle çabucak unutmıyacağın ne ma’lûm!??

16) Daha birkaç ay evvel Viyana’da: “Ne demek SÜNNÎ, ne demek şii, yahu siz müslüman değil misiniz!” derken, resmî çizgisi bile SÜNNÎLİK (Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat) yani İslâmiyyet’in ta kendisi olan Osmanlı’nın TORUNU olmak, gâvur memleketinde ve dünyânın gözü önünde, neden çok uzaklara fırlatılıb atılıveriyordu??? “Ne demek sünnî” derken, “ben sünnîlik diye birşeyi VAR kabul etmiyorum” demeyi kastetmediğini, aklımızı nereye bırakarak kabûl edeceğiz?!?

17)  Sünnîlik, Rasûl-i Rusül Aleyhisselam ile başlar ve O’ndan gelir ve milyarlarca MEHMED bu uğurda 15 asır kan döker can verirken, o SÜNNÎLİĞİ bir çırpıda “ADEME MAHKÛM” etmenin ne kadar büyük bir mes’ûliyyeti tazammun edeceği hiç îmânına çarpmadı ve aklına da gelmedi ise; bu, o kadar parti pırtılı milyonların, hocaların, din görevlisi denen sarıklı politikacıların, müşâvirlerin, dadanışman ve dayışmanların da mı hiçbir yerini sinek ısırığı kadar olsun sızlatmadı?!

18) 106 senedir, ALLÂH DÎNİ İslâmiyet, baraj ateşi altında dövüldüğü içün, şimdiki nevzuhurlar ne dîn ne (religion) farkı bilir, ne mezheb? Onlara, sünnet, icmâ’ ve müctehid ictihadlarını sıfırlatmak üzere, “Kitâb bize yeter” diyen bir Lüter kafası burguladılar! Abdülhamîd Hân Hazretlerinin “maskara” dediği Efgânî ve Ezherli Abduh denen masonlar ile Reşid Rızâ ve Haltettin takımları elinde, bir de “telfik” fitnesi peydahladılar! Arkasından da, târihselcilik, hoşgörü ve diyalog şeytanlıkları…

Daha neler ve neler! Osmanlı’ya ve oradan da 15 asrın her yerine ne ihânet fırıldakları! Bunların yanına, vaziyet ve manzara neyi nasıl icabetdirdi ise, getirib “bugünlerde Osmanlı torunluğunu ve sünnîyim deyişi!” monte etdin mi, “bu sun’î manzara, bu hormonlu ve GDO’lu malzemeler beni Çankaya’ya 60 puanla çıkarır” hesabları!.

Bunlar benim cibilliyetime göre değil evlât!.

19) Şimdi sualim biraz daha iyi anlaşılacakdır: “Ben sana oy versem, sen bana ne vereceksin; DÎNİMİ geri verebilecek misin?”

Buna evet diyebilecek mecâlin var mı?

Tamam, ister “kelaynaklardan veya dinazorlardan kalma üçbeş fosil” de, ne dersen de, ben de buyum işte!. Ama benden korkma; sen, orasını gökyüzüne çevirerek senin önünde eğilenlerden kork! Onlar sıkıyı görünce kaçarlar; adamı bile satarlar; ama ben kaçmam, çünki BEN, OSMANLI TORUNUYUM; DÜŞENİ KALDIRIRIM!.

20) 1925’de kendi Zıyâiyye nâm medresesinin câmisinde vaaz veren ve Zonguldak’ı Fransız kâfirinden kurtaran Bartın Müftüsü Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin önüne,  “medrese, dergâh, zâviye ve tekke ne varsa topunun da lâğvedildiğini” bildiren telgraf konur! Evet, Lozan mahsûlü devletin en mühim ve en âcil işi, an geciktirmeden vatanı kurtaran sarıklı kahramanların “inlerini kapatmakdır!” Evet, telgraf, o MÜFTÜNÜN önüne konur konmaz, sol tarafına o anda yıldırım gibi inme iniyor! Ve 7 sene sonra da bu sebebe bağlı eceliyle HAKK’a kavuşur!. İşte böyle katledilen o OSMANLININ, TORUNU olan bizde, ONUN genleri, rûh ve beden irsiyet âmilleri var!

Biz, ihânet orospuluğu nedir bilmeyiz BAŞKAN Bey!

Doğrulukdan başka bize hiçbir miras da değmedi!

Zıyâiyye ve Büyük Doğu mektebinden ne alabildikse, dağarcığımızdaki işte onlardır… Üstad Merhum’dan hissemize düşen şu mirâs payımızı, istersen bir de sen oku; hem, Üstad Merhûm’un rûhu da şâdolur:

“-Biz, dâvâmızdan ne döner, ne de kıblemizden milyarda bir derece fedâ ederiz. Ancak, şahısların gâyeden inhirâfı nisbetinde onlardan çevriliriz. Bu da, orospu vicdanlar dünyâsında, en keskin fikir nâmûsu îcâbı…” (Rapor 4, sh:25, 1978)

Olduğu gibi görünen ve göründüğü gibi olan müzelik adam ararsanız, belki bir gün lâzım da olabiliriz, buyrun dergâh kapımız açık!

Sana akacak oylar belki 60’ı bulacak; belki bana, bizim gibi fosillere, hiç ihtiyâcın da olmıyacakdır evlât!.

21) Sana o oylar yeter de artar bile!. Dikkatli ol, dünyanın binbir türlü hâli var!. Etrâfına çok dikkat et, sakın uyuklama, her an îmân tâzele!. Osmanlı ve Fâtih’in torunu çizgisinde DÎN sahibi ol!. Yeni fışkıran ısırgan ve sarmaşıklara hele Ebû cehil Karpuzlarına, sakın yakınlarında su ve gübre verme! Sonra “ne istediniz de vermedik” deyib tekrar dizlerini dövebilirsin!!!

22) (Altı .oklu) üstü bilmem neli ve Piskevitçi Emsâlettin takımları da çok iyi biliyorlar ki, babasının çizgisine ihânet eden yarım akıllı o adam kullanılıyor!. Çünki ömrü hep böyle geçmiş!. Kazanamıyacağını adı gibi biliyor, ancak Hoca Merhûm göle yoğurt mayası çalarken, nice akıllılar acımışlar ya Hocaya! Ve Hoca ne demiş bilirsin: “Ben de biliyorum, çok bilmişler gölün yoğurt tutması mümkin mi? Ama ya tutarsa!!!”

Hocanınki HİKMET dolu; erbâbı anlar! Ammâ yarım akıllılarınki ise NEFRET yüklü!. Memleketi bir karıştırabilselerdi… Ali’ye mahabbet değil; Ömer’e buğz ve adâvet takiyyesi ile kancıkca bir çizgi üzerindeler…

23) Bunları görmüyor muyuz, ammâ benim mes’elem, hani şu gerzek formülü var ya; hani o enâyi avlama oltası; ve hani sidik yarıştırma oyunu benzeri lâf öğürtüsü var ya, işte onu, “buna vermezsen ona vermiş olursun!” iblisliğini yere geçirebilmek… “Dembokrasiyi yaşat, ondan sonrası kolay!” narkozu…

106 senedir, bu usûlle, milletin mantığına “sidik yarışı yaptırma!” şeytanlığı oynanıyor!…

Seyre hasret kalanlar, bu yarışı da yesin ve seyretsin!

Anadolu’mu laik, seküler, modern, pozitivist, reformist, revizyonist, materialist, kapitalist ve kamalist felsefelerin araba mezarlığına çeviren 106 senelik çetelerin ve (Pensilvanya Rasûlullâh Düşmanlığı Merkezinin) pisliklerini temizliyecek adam lâzım bana arkadaş!. Merhûm Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri’nin ifâdesiyle “Hakk’ı bâtılla telbîs etmiyen (bulamıyan)” erkek adam lâzım!

“Ne istediniz de vermedik!” diyerek o RASUL-İ RUSÜL Aleyhisselâm düşmanlarını 12 sene 106 memleketde şımartan; “Türkçe Olimpiyatları” denen yozlaştırma ve hayâsızlaştırma çarklarına bizzat veya bakanları ile iştirâk eden devletlû zevât, o sahnelerde göbek-kalça ve göğüsleri çalkalattırılan ma’sum ve zavallı genç kızları yıllardır alkışlarken, şimdi sütten çıkmış ak kaşık mı kabul edilecek?

Bu işler bana göre değil evlât!

24) En azından Cennetmekân Abdülhamîd Hân Hazretleri zamanındaki DÎNİMİ bana geri verecek yiğidi görürsem, “ehl-i hâl ve’l-akd” olan büyüğümün üzerinden ona bey’at eder; ve rûhumu teslim ederim! Başkasına ne aklım erer, ne de fikrim işler!. Merhûm Üstâd’ımın ifâdesiyle “Abdullah İbn-i Sebe’den daha alçak adamların” senetsiz sepetsiz üfürükleri ile küfrü ve nifâkı sevdirme seansları peşindeki zavallıların kafa konforlarını bozuyorsak, bunun içün Rabbimize HAMD da ederiz!

Ver dînimi al bey’atı!

Benim Dînimde ne papaz ve hahamlarla “iftâr” sapıtması; ne de “sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır” hezeyanları görülür!

Kader’de îmân edilmesi şart olan esaslar ne ise, onlara imân etmeden teselsül butlânına bulaşmanın ebedî cezâ ve hüsrânını düşünemiyerek yazılan şiir nâmındaki hezeyanları ağızlara bulaştırmak da, günümüzün dembokratik seçim fitnesi…

Bunların, haftalardır, bir devletin en tepesine oturtulacak bir zâtın ağzından millete zerk edilmesine; ve onmilyonlarca ehâlînin i’tikadlarına böylece çelme takılmasına ne denilecek?

Akıl, fikir ve îmân bu dereke iflas çukuruna düşerse, bu milletin encâmı hiç de iyi manzaralar ortaya koymıyacakdır!

Milletin içinde, kime karşı olursa olsun doğruları yazacak adamlar kalmaz; ve yalakalık, dalkavukluk ve tabasbus-ı kelbiye denilen etek öpmeler ve taraftâr olunanlara hiçbir hata ve kusurlarını tashîh etme cihetine gitmeden mücerred onları tanrılaştırmak ve putlaştırmak üzere durmadan medhiyeler düzmek, bir nevi putperestlikdir; ve diğer yandan da onların ayar ve endâzeyi kaçırıp, kendilerini Rubûbiyyet makâmında görmesine ve azmasına yol açan bir çukurlaşmadır!.

Bir kasaba vâizini de toprak seviyesinden alıb “Kâinâtın İmamı, Müctehid, Müceddid, Mehdî, yok Îsa Mesih” v.s gibi durmadan şişirib işi putperestliğe vardıranlar, hem kendilerini ve hem de şişirdiklerini hangi çukurlara düşürdüler, bunları düşmanları bile yapamazdı!. Bunca felâket tablolarını görmiyerek, aynı cehâlet, gabâvet ve dalâlet çukurlarını, beyinsizlikleri ile BB’na kazanlar da, aynı âkıbetleri hazırlamaktadırlar!

25) Cim karnında nokta bile olamıyacak bir takım zavallıları (şâir) ve bilmem ne diye şişirerek, onların yukarıya aldığımız misâlde görüldüğü gibi “kader” mes’elesindeki zırva ve hezeyanlarını saltanat sâhiblerinin ellerine verib, onların da bunları,  ma’nayı hiç kaale bile almadan, mücerred bir şiir okuma musikîsinin zevkine kurban ederek okumaları, çok acıdır; ve mes’ullerinin, ind-i ilâhîde hakk ve hakîkatleri katletmekden mahkûmiyetleri kaçınılmazdır…

Dînin temel ve esaslarını, dembokrasi kumarının kazanma âletleri hâline getirecek kadar sapıtmalar ortalığı kaplarsa, bunun altından hiçbir millet ve beşerî kuvvet kalkıb,  iki çeyrek nefes bile alamaz!

Hakikatlar, bir takım şâir denilen adamların mısraları üzerinden katledilirse, bu kabil oyunlarla çıkılan makamların da kimseye hayır getirmiyeceği aslâ unutulmamalıdır!

Hakk ve Hakîkatın hatırı, dünya ve içindeki herşeyin hatırından daha aziz ve kıymetli bilinmedikçe, hiç kimse, muvaffak olacağını ümid etmesin!

26) İşte 106 senedir iğrenç şiddet ve baskılara ma’rûz bırakılan millet, bir soykırım ile karşılaşmış ve (altı .oklu) üstü bilmem neli ilkeler, ülküler, tilkiler ve türkülerle kendi içinde gitdikçe dehhâmeleşen bir ur kitlesi, tepesine belâ edilmişdir… Yani ma’lûm parti etrafında, kaskatı ateist bir iç düşman peydahlamışdır… 106 senedir bu düşmanın, eblehçe “halka düşmanlığı” işlendi; halbuki asıl düşmanlık, mücerred Allâh ve DÎN düşmanlığı idi, bu lâyıkıyla ele,  dile ve kaleme alınamadı!. Ondan sonra da seçim perdesi atında, gûyâ “millet irâde ve hâkimiyyeti” diyerek, Allâh irâde ve hâkimiyyetini “Lozan’da Batılı’lara verilen SÖZ mu’cebince” tamâmen silme operasyonlarına geçilmişdir…

 27) Bu “İslâm’sızlaştırma” operasyonları, dediğimiz gibi 30-40 yıldır da “hoşgörü ve diyalog” perdesi altında yapılmaktadır… Yahudilik ile hıristiyanlığın da “hakk din kabul edilmesi” ve bunun millete de çakılması içün, “paralel ciamaat ve hociası” tarafından, dünya çapında bir fitne yürütülmektedir… Bu başlatılan “İslâm’sızlaştırma terörü”, ciamaat dostlukları devrinde ne yazık ki AKP ve hükûmetlerine de bulaştırıldığından, görüldüğü gibi “papaz ve hahamlarla iftâr” gibi bir İslâm’sızlaştırma operasyonu, Mübârek Ramazan’larda bile sık sık hortlatılmışdır! Buna, “İslâm’sızlaştırma” denilebildiği gibi, “yahudileştirme” demekde de hiçbir mahzur olamaz!. Hâdise apaçık ortadadır; ve bunun ne gizlenmesi ve ne de te’vili mümkindir! Allâh irâde ve hâkimiyyeti demek olan DÎN, politikanın menfaatları nasıl isterse o kılık ve şekle sokulmak üzere 106 senedir her türlü fırıldak çevrilmektedir… Bütün bunlar, o DÎNİN esaslarını sanki bozmakdan mutlaka azâde imiş gibi de, bel’amlar vâsıtasıyla halka böyle aksettirilmektedir!

Hahamlara kadar “iftar perdesi” adı altındaki yaklaşma ve yakınlaşmaların, yahudileştirme veya İslâm’sızlaştırma politikası menfaatına olsa da, DÎN zararına olan korkunç tarafı, hiçbir şekilde düşünülmemekde; ve işin bu tarafı, perde arkasını görüb bilemiyen halka da tam tersden gösterilmektedir!. Resmî ve husûsî hatta gönüllü bel’amlar, bu tahrîf ve tağyîrleri, halkın câizmiş gibi karşılamalarını teminde çok mâhir olduklarından, oldukça da mesâfe almış bulunuyorlar!

28) “Osmanlı’nın ve Fâtih’in torunuyum” demek, (oy) ihtiyâcı şiddetle ortaya çıkınca lâf sıkmalarla olacak bir iş değil; “torunuyum” denilenlerin kânun ve hayat tarzlarına yürekden inanarak ve onları hayata geçirerek olur!. Hangi Osmanlı Devlet Reisi, Mübârek Ramazanlar’da “iftâr sofrasına” Allâh Rasulü Aleyhisselâm hakkında “sahte Peygamber” i’tikadında olan bir papaz ve hahamı da’vet ederek, beraber (hâşâ) “iftâr açmak” abes, haram ve zilletine, hatta “şer’an hakîr olana ta’zîm küfrünü” irtikâb derekesine düşmüşdür???

Yahudileşmenin, bu dine verilecek en büyük felâket ve zarar olduğu, Allâh’ın âyetlerine  bakılırsa apaçık görülecekdir. Büyük Müfessirimiz Elmalılı Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin Tefsirinden, nasibse ileride bunları takib edeceğiz…

Görüldüğü gibi bu milletin hayat damarlarını kesmek üzere nasıl sûikasdlar tertib edilmiş, zerre kadar îmân, kan ve süt sıhhati kalan bir insan, hiçbir milletin târihinde görülmiyen bu cinâyetler karşısında artık mücrimleri tanımasın ve onlara lâ’netler yağdırmasın, bu düşünülemez…

29) 18 sene Ezân-ı Mu….dî’nin bu memleketde YASAKLANIŞINA kadar milletin DÎNİNE, yani daha ötesi muhâl olan en baş kıymetine yapılan şerefsizce ve alçakça ihânet ve hücumları burada tâdât edecek değiliz!. Yeri geldiği içün söyliyelim ki, 1932’de, ezân, “türkçeleştirilmemiş” tamâmen yasaklanmışdır. Çünki ezânın da Türkçesi, Japoncası olamaz; vahyin ta’yîn ve tesbiti ne ise, ezan ancak odur… İstanbul’u işgâl eden İngiliz gâvurunun bile koyamadığı bu iğrenç yasağı, işte, binbir yalan ve gözboyama ile milleti kendisine gebe bırakan hâinler, içinden çıkdıkları millete bütün bunları revâ görecek kadar bu DÎNİN azılı düşmanları olmuşlardır…

30) Ramazan bitdi; ve bu ekran şeytanlarından bir nebze kurtulduk!. 11 ay bu noktasıyla rahatız!.

Sonra bu şeytan belâlarıyla gene başımız dertde olacak; gene tv ekranlarına üşüşecekler; ve milletin dînini îmânını kubur fâresi gibi kemireceklerdir!

Mücerred oruçdan, estağfirullah, açlıkdan ve hümanistlikden ibâret bir religion uydurub, 17 saat aç duran ve perde arkasını da aslâ göremiyen millete, bu belamlar durub dinlenmeden yedirib yutduracaklardır!

Allâh, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm hürmetine (zâlimlerin) topunu helâk etse de kurtulsak!

 

(İntişârı: 10.08.2014)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir