“Paralel Din” gürûhunun Çelebileri cenâhı, “Mehdiyyet ve Mesihiyyet” gibi mes’elelerde Kitâb’la, Kitîb ile değilse, (ma’nen mütevâtir) veya sahih hadislerle sâbit olub icmâ derecelerine kadar çıkmış hakîkatlara da, “paralellikleri” iktizâsı inanmaz ve reddederler… Ve ne oldukları, mü’min mi kâfir mi nasıl bir “paralellik içine” girdikleri de, yüzlerce mes’elede böylece açığa çıkar!… Bu “yeni din anlayışı” diyerek yola çıkanların bir İslâm ta’rifleri bile olmayıb, ucu ve dibi açık ve “görülen lüzûm üzerine” tedâvüle sokulan senet sepet gibi, uydurma bir religion hülyâları vardır!. Bu “din beğenmezlerin” kendilerine göre “paralel dinleri” ve buna göre de pek açık saçık “dekolte resimleri (!) de” vardır; ve hayâ ile iffet müktesebâtları da “îmân ve fikir fâhi.eleri” olarak buna ayarlıdır!. O beğenmeyib her fırsatda levm ederek “geleneksel din” dedikleri ve Rasûl-i Rusül Efendimiz Aleyhisselâm’dan gelen din ise, hudûdunu, Kitâb, Mütevâtir Sünnet ve Mütevâtir İcmâ’ ile “zarûrât-ı dîniyye” olarak çizer; ve bunun içindeki herhangi bir mes’elede şekk ve şübhe eden veya mes’eleyi mevziinden çıkarıb tahrîf ve tağyîr eden münâfık bir herifi, “mehdîyim veya mesîhim” diyen kezzab zındıklar da dâhil, kulağından tutduğu gibi cehennemin dibine savurur atar!.
Bu i’tibarla Şeyhülislâm Merhûm, (15 Receb 1346/ 9 Kânun-ı sânî 1928) tarihli “Hezeyân Toptancıları” nâm seri makâlelerinde: “…Müslümanlar gözlerini açmalı ve hakkı söyliyen ulemâ ile bâtılı tervîc eden münâfıkları temyîze çalışmalıdırlar” buyururlar… Gene aynı makâle serisinin içinde bir ibâresi de, üstelik câhil cühelâ kriptolar içün değil, bu işin tahsilini yaparak hükûmetleri nezdinde en tepelerdeki makâmlara geçirilen (prototip) herifler hakkında bile teşhisleri aynen şöyledir:
“Bunlara, ulemâ-yı sû’ demek yahud ilimleri nâkıs cehele hükmünü vermek kifâyet etmez. İlimleri yoksa zerre kadar akılları, izzet-i nefisleri de mi yok, müslümanlıkları da mı yok, yani bunların sükût-ı ilmîlerinden ziyâde sükût-ı rûhîleri şâyân-ı hayretdir. Hayır, hayır, en doğrusu bunlar, müslüman değillerdi. Belki Müslümanlığın ulemâsı kıyâfetine giren gizli düşmanları idi.” (50)
15 asırlık akâid, tefsir ve fıkıh kitablarımız başda olduğu hâlde topyekûn müdevvenat-ı dîniyyemiz, en sağlam ve sahih bilgileri ortaya koyar olduğu halde meydandadır; ve kefere ve mezhebsiz ve fırak-ı dalleye rağmen de, hakîkatı cihâna i’lân etmektedir… Bunlardaki müttefikü’n-aleyh noktaları inkâr, istihzâ veya istifsâd eden kim olursa olsun, nice ulemâmızın kat’iyyen beyan etdekleri üzere, bunların Müslümanlığı keenlemyekün bilinmek lâzımdır…
İleride daha da geniş göreceğimiz gibi, bu adamların hâl ve düşüklüklerini son asır allâmelerimiz ve bilhassa Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri son derece müdellel beyan buyurmuşlardır. Bu makûle adamlar ne kadar sûret-i hakkdan görünme riyâkârlığı ile kendilerini maskeleme içine de girseler, bunlar, “İslâmiyyet’i beğenmiyen sürüler ve içdeki gizli münkirler”dir… Kendi nefs ü hevâ ve arzularını, millete, “Benim beğeneceğim İslâm, böyle olmalıdır” diye değil; “Sizin beğenib îmân etdiğiniz İslâm’ınız anlaşılamıyor, dolayısıyla beğenilmiyor, aslını da siz bilmiyorsunuz, onun en doğru şekli budur” diyerek, dolanbaçlı ve kıvırtmaçlı yollardan nâmertçe şırınga ederler… Dolayısıyla da, zehri, bazen böyle, bazen de sûret-i hakkdan görünerek, bazen de kelime oyunları ile bir nevî süsleyib püsliyerek ve islâmî ıstılah ve ta’birleri (terminoloji) ve esasları yamultarak, doğruya değil; yalan, yanlış ve bâtıla âlet ve vâsıta kılarak âdîce gözboyarlar… Bütün hedefleri, İslâmiyyet’i beğenmeyib ona ayar vermek; ve onu bir başka keyfiyete inkılâb etdirerek YOK ETMEKDİR… Aynen, yahudilerin Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâm’ın Şerîatlarında yapdıkları oynama ve tahrîfâtı, Son Şerîat’da da yapmak… İşte Merhûm Şeyh Zâhid-i Kevserî Hazretlerinin “Mezhebsizlik dinsizliğin köprüsüdür” dediği çukurun en dipdeki çukuru budur; ve Teymiyecisinden Vehhâbîcisine, selefîcilik denileninden reformcu ve revizyonist DİB ve ilâhiyât “İslâm beğenmezlerine” kadar topunun da keyfiyeti üç-beş nüans farkıyla budur…
“Kâinâtın İmamı” bildiklerinin fizikötesi makamlarından veya Pandispanya Yumuşak Keki’nden gıdalanarak, bir kısmı da, 10-11 Mayısda 100 kadar memleketin 1000 kadar zavallısını İstanbul’da ictimâ’ etdirerek, “ictihâd ve kıyâs sempozyumu ve bilmem nesi” gibi şamatalı, şovlu, fitne fücûrlara el atdılar… Bütün zikri muharrer bu ma’lûm grupların bu kabil faaliyetleri altındaki ma’nâ ve gâye de, bir başka fraksiyonun, bir başka çeşnisi hâlinde aynı keyfiyetdir: Aslâ beğenmedikleri ve beğenmedikleri içün de (îmân) etmedikleri Mutlak Allâh DÎNİNİ, hevâ, heves, nefis ve yanlarında devamlı hazır bulunan şeytanlarının “beğenib râzı olacağı” bir kalıba dökmek; ve o “paralelliğe”, oraya kaydırmak… Sadece iblislik içün adı bırakılan, öz ve muhtevâsı alabildiğine çürütülen, İslâmiyyet ile zerre kadar alâkası olmıyan ve bırakılmıyan bir asâtîr yığını…
İddiamızı kavl-i mücerredde bırakmamak içün, hemen aşağıda aynen iktibas etdiğimiz şu haberi okuyalım:
MÜSLÜMAN KIZLARA GÂVUR KOCA!
“Muharrem Bayraktar, son günlerde Müslüman kızların Hristiyanlarla evlendirilmesini teşvik eden filmlerin tarihsel sürecini irdeledi.
Dünkü yazımızda Newyork’ta beş minare filminde, Amerika’da yaşayan hocaefendinin kızını “büyük bir coşku içinde” bir Hristiyan delikanlı ile evlendirdiğini yazmıştık.
Bu süreç aslında Urfa’da başladı.
Sosyoloji profesörü bir Hristiyan olan Lester Kurtz, Müslüman Meryem ile evlendirilmişti. Zaman gazetesi 15 Nisan 2000 tarihli sayısında “Bu bir devrim” manşetiyle verdiği bu habere “diyalogdan düğüne” alt başlığını atmış ve haberi şöyle duyurmuştu:
“ Sosyoloji profesörü Hristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Meryem Kurtz’un nikahları Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı.”
Zaman’ın “bu bir devrim” diye duyurduğu haber, Kur’anın, Müslüman kadınların Hristiyan erkeklerle evlendirilmesini yasaklayan (Mümtehine 10, Bakara 221) ayetlerin emrine karşı bir devrimdi kuşkusuz.
Devrim, adı üstünde geleneksel bir uygulamayı, anlayışı “deviren, değiştiren” faaliyet demekti.
İşte o devrimin bir benzerini Nevyork’ta beş minare filminde rol alan hocaefendi ile devreye soktular. Karısı Hristiyan olan hocaefendi, kızını “bu diyalog sürecinin” doğal sonucu olarak “bir Hristiyanla” evlendirmekte beis görmüyordu.
Size biraz daha geriye getirelim ve bu sütunda yıllar önce yazdığım bir yazıya uzanalım:
“İki yıl evvel bir TV kanalında konuk olan Mehmet Aydın, (Bizden not: Başvekil Erdoğan’ın, DİB’in başına geçirdiği bakan) sunucunun sorusu üzerine şu cevabı veriyordu:
“Avrupa Birliği ile ilişkilerde bazı esneklikler göstermemiz lazım. Avrupa Birliği’ne gireceksek, ona göre düzenlemeler yapmamız şart (…) Kur’an’da Mümtehine Suresi 10. Ayette diyor ki; “Bu kadınlar, o inkarcılara helâl değildir.”
Avrupa Birliği’ne girecekseniz bu âyeti batılılara îzah edemezsiniz. Mü’min kadının, Hıristiyan erkekle evlenemeyeceğini söyleyen bir ayet, Batı’da sıkıntı doğurur. Bunu gidermek lazım.” (23 Nisan 2000–Samanyolu TV).
Mehmet Aydın, lafı ağzında eveleyip geveleyip dururken asıl meramı şuydu:
“AB’ye gireceğiz. Her yönden Avrupa’yla uyum içinde olmamız gerek; siyasi, hukuki, ekonomik vs. Peki Kur’an’da AB’ye uygun olmayan, Avrupa insanının kolektif şuuruna aykırı olan ayetleri nasıl uyumlu hale getireceğiz?”
Aydın, örnek olarak Mü’min kadınların, Hıristiyan erkeklerle evlenemeyeceğini emreden ayeti veriyor ve bu konudaki “sancısını” ifade ediyordu.
O gün bugün düşünüyorum. Mehmet Aydın ve avanesi, Avrupa Birliği’ne girmek için ne gibi dinsel reformlara imza atacaklar?
Mümtehine Süresi 10. Ayette, “Mü’min kadın–müşrik erkek” nikahını yasaklayan hükme nasıl bir formül bulacaklar” (18.11.2002, Yeni Mesaj)
Newyork’ta beş minare filmi işte bu sürecin son halkalarından biri. Zaman gazetesi, Samanyolu tv, Mehmet Aydın, Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki hocafendi ve diğer diyalog taşeronları, bu yola taş döşeye döşeye bu günlere geldik.
Ama iyi bilsinler ki, bu millet gâvura kız vermez.
Ne kadar “film çevirirseler çevirsinler” bu topraklar artık bu filmleri, bu senaryoları kaldırmaz.
12.11.2010
www.sondalga.com%2Fhaber.php%3Fhaber_id%3D324&h=229&w=370&tbnid=JLPWKdt8Vzl_3M%3A&zoom=
Hulâsa, apaçık görüldüğü gibi, adam ve madamların gözünde, aslâ AB’li kabuklulara bel bükmiyen, dolayısıyla da “beğenilmesine” imkân olmıyan bir İslâmiyet vardır… Bunun, Avrupalı haçlıların aslâ yadırgamıyacağı, beğenmemezlik yapamıyacağı (!) oyuncak bir hâle getirilmesi, hem de tatbikatıyla isbât edilerek ortaya konulması şartdır… Ve onlara, “bakın, sipârişiniz üzere ve tam da ağzınıza göre hazırladığımız şekilde, buyrun, âfiyetle yiyin!…” diye takdîm edilebilecek mecâzî ma’nâda bir dîn, religion…
Artık buna, mutlak ma’nâda aslâ ve kat’iyyen din denemez, gâvur oyuncağı denir… Böyle oyuncakları, dileyen, münâsib yerinde ısıtıb kuluçkaya bile yatar; ve belli günden sonra da oralarından yeni yeni mahlûklar çıkarabilir ve fırlatabilirler!..
(Mâba’di var)
(İntişârı: 21.05.2014)