Müslümana âid mukaddes takvimde başlangıç, Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’ın muazzez hicretini esas alır; ve zamana hâkimiyyet keyfiyeti, müslümanın bütün sâniye ve ânına kadar, bu îmân ve şuurun elinde bir ma’nâ ifâde eder…
Papaz Grogorien Takviminin, Bâtıl Batı’nın elindeki şekliyle millete dayatılması, basit ve sıradan bir inkilâb çeşnisi değil; kasd-ı mahsusla irtikâb edilmiş, kurbağaca “soykırım” denilen “Müslümanları tenkîl” harekâtından bir parçadır…
Millet-i Beyzâ’nın, 15 asırdır devâm eden hayâtiyet zinciri halkalarını bilek kuvveti ile kıramıyan yehûdî-haçlı şirk ve küfür âlemi, alem olarak hilâli başında taşıyan bu milleti haçına mahkûm etmenin çâresini, onu, haçlı kafası taşıyan kuru bir kalabalık hâline getirmekde buldu… Başda, Hılâfetin ortadan kaldırılarak (idâre-i avâm) denen kadîm Yunan menşe’li “cumhûriyet ve demokrasi” gibi beşerî ve felsefî uydurmalar, Hilâl’in ortadan kaldırılmasında en müessir usûl olarak ve “kelleleri kesme” pahasına ele ve dile alındı…
Beyin ve kalbin ahenk hâlinde Mukaddes ve Münezzeh Hilâl’e teslîm olması, Bâtıl Batı’da son 2-3 asırdır şeytânî aklı tam harekete geçirdi; ve bundan sonra da, “Garblılaşma, asrîleşme, medenîleşme, batılılaşma, muâsırlaşma” gibi biribirinin müterâdifi yüzlerce şeytânî mefhûm, vasatı istilâ ederek ve her yıl kıvâmı biraz daha artan siyahlıkla, beyin ve gönülleri kaplar oldu!.
Dünyâ coğrafyasına bakdığımızda pekçok milletin, kendi inanışlarına has takvimleri vardır. Bugün arzda, iki düzineye yakın takvim kullanılıyor… Ancak Anadolu ehâlisi kadar zaman şuur ve hâkimiyyeti iğdiş edilen bir başka millete de rastlanılamaz. Bâtıl Batı denen mekâna âid zaman telâkkîsi, müslüman bir kavmin kafa ve gönlüne zor ve ikrâhla sokuşturulduğundan, o kavmin zamanla mukayyed ve zamana mütevakkıf bütün mâzî, hâl ve istikbâli, felç edilmişdir… Bu kabil ağır menfîliklerin, üstelik birer “muâsır medeniyet” unsuru olarak halk beynine zorla sokuşturulması da, mücerred bu topraklarda irtikâb edilen bir cinâyet şekli…
1Muharrem ile başlıyan islâmî bir takvimin mevcûdiyyetini bugün bilmiyen nesiller, zaman mefhûmunda soyunun değil, Batıl Batı’nın idrâk ve telâkkîlerine esir edilerek, kendi kendini inkâra zorlandığının bile farkında değildir!..
XTakvim, mücerred duvara asılan, her sene tab’ı tekrarlanan ve bunun ticâretini yapanların kârına vesîle kılınan bir basitliğe irca’ edildiği takdirde, ölüme terk edilen ceset gibi hiçbir kıpırdanmadan da bahsedilemez!. Yahud da, bir takım basit çevrelerin, takvime, müslümanın “zaman hâkimiyyetini” ayakda tutan bir ana âmil olarak bakmayıb da, mücerred eskilere aîd ve bugüne cevab veremiyen basit bir antika gibi el atmaları, cidden “ham softa kaba yobazlıkdır;” aynı zamanda kerih ve sefih bir keyfiyet… Hele DİB denen yerlerin, bu “zaman hâkimiyyetini” idrâk edemeden, meydandaki Bâtıl Batı’nın Mîlâdî denilen papaz takvimine ve onun yılbaşısına (noeline) sadâkat ve esâret sergilemeleri, hangi îmân ve ahlâkla ve ikiyüzlülüğün de hangi cinsiyle izâh edilecekdir, ciddiyyetle düşünülmeli…
Buyrun, Sarıklı politikacı Görmez nâm adamdan, fiil (aksiyon) sâhasına aktarılacak hiçbir yanı bulunmayan, her zamanki basma kalıb ve idâre-i kelâm cinsi, ânı kurtarmaya ma’tûf, pörsümüş ve pörsüten cümleler:
“Hicret, her durumda zulmün ve zalimin karşısında hak ve hakikatin tarafında yer almaktır. Her fırsatta daha iyinin, daha güzelin arayışı içinde olmaktır.” (3.11.2013 tarihli haberlerde)
Kendisine sarık ve cübbe geçiren, laik, dembokratik ve Bâtıl Batıcı bir parti felsefesiyle, sonuna kadar zapd ü rapt altındaki bu kılavuz, hangi sistemin ölçüsüyle “zulüm ve zâlim” denileni dile getiriyor? Bay GÖRMEZ, ehâliye ninni söylüyor! Kafasındaki “hakk ve Hakîkat” da, neyin nesi ve hangi felsefî tesbitlerdir? “Daha iyi ve daha güzel”, hangi terâzinin haber vereceği kıymetlerdir?. Referansı, mücerred vahiy mi; T.C. kânunları, demokrasi veya herhangi bir beşerî felsefe mi?
Sarık cübbe altında, 1924 Mîlâdî takvimli târihden i’tibâren, her iktidarla değişen “hicret” medih (!) veya yergileri, Müslümanlığı daha nereye kadar karıştıracakdır?…
Dembokratik laik cumhûriyetin “hakk ve hakikat” deyişindeki asıl hakk ve hakîkât, işte bu vâkıalardır!..
Buyrun, bir cevher daha:
“ İslam’ın geleceği açısından bir dönüm noktası olması dolayısıyla Hicret’in gerçekleştirildiği tarih Hz. Ömer’in halifeliği döneminde Hz. Ali’nin teklifiyle hicri takvimin başlangıcı kabul edilmiştir.”
Öyle ise, neden bu iki büyük halifenin tesbitleri, bugün “takvim” olarak meydanda değildir; neden Bâtıl Batı’nın papaz takvimi resmî takvim olarak noel geceleri ve bayramları ile takdîs edilmektedir?.
Zerre kadar samimiyyet taşıyan bir adam, hicreti yüceltici (!) olarak çenesine aldığı lâf kalabalıklarından sonra, bu Müslüman senebaşısının da, Noel denen rezâletin yerinde resmî BAYRAM olması içün çalışır; ve bir tek parmak kaldırmak çapında da olsa, ortaya, bir fiil ve gayret koyar!
Daha neler, buyrun:
“Hak ve hakikat uğruna yurtlarını terk edenler, hicret ile başladıkları mücadele sonunda yurtlarını hiç kan akıtmadan yeniden fethetmişler ve böylelikle Hz. İbrahim’in mirası olan Tevhid’in merkezi Kabe, Müslümanların yönetimine geçmiştir.”
Kâbe, bugün de müslümanların idâresinde midir?. Yoksa, ABD önünde secde eden ve ehl-i sünnet mezheblerine “müşriklik” gibi bir levsiyât sıkan, utanmazlığın evc-i bâlâsındaki, gerçek Arabın bile iğrendiği, para azgını deve çobanlarının işgâlinde mi?
Bay GÖRMEZ, “Hiç kan akıtmadan” demese olmuyor!.
Kan akıtmak, “cihâd” dendiği zaman ödü kopan Bâtıl Batı’nın, kendi putperest ve alkolik kafasını vidaladığı içdeki kanser hücrelerinin korkulu rü’yâsı… O süflîlere yaranmak îmâ eden her konuşma, temeli, ruhu, zâtı ve özü i’tibâriyle, zâten butlana mahkûm bilinir; ve “kan akıtmayı” yeri ve zamanı geldiğinde kerih görseydi, “hüsün ve kubhu” ta’yîn eden Şerîat, o kadar harb, muhârebe, mukâtele, mübâreze ve gazve içinde hayâtını geçiren Rasûl-i Rusül’e, bunu elbetde haber verirdi!. Dünyâ kâtillerini bir tarafdan alkışlayıb, bir tarafdan da kuşkonmaz karılar gibi “kan revân” manzaraları çizerek, (barış ve okşama) taraftarı rolü oynamak istiyenler varsa, hastir yemeden meydandan çekilsin ve orada kirlilik yapmasınlar…
Kandan korkmak, ödleklik ve cebânete giden bir yol açar ki, bunun, Allâh ve Rasûlü’nün yolunda aslâ yeri de olamaz… Kan akıtmamanın bir tek yolu vardır ki, bu, sarıklı politikacı aklıyla aslâ ortaya konulamaz; o da, mücerred, Allâh ve Rasûlü’ne teslîm olmakdan geçer… Aksi halde, mutlak olarak o teslîmiyyet, iblis-i lâine veya onun peşindeki, aklı ilâh yapan dünyâ soytarılarına ikramdan ibâret kalacak; ve kan da aslâ dinmiyecekdir… İşte dünyanın bugünki, “medenî” ve “teknoloji” çağı denilen bir basamakda kan döken de ne; insanları, bebeklerine varıncaya kadar biribirine boğazlatan, mezbahâneden bin beter hâli!. Bundan da beteri, Sûriye denen mekânda, hâlâ Nemrut heykeli gibi orospu dünyânın kâidesi üzerinde tutduğu Şam Şeytanı; ve onun, açlıkdan kedi köpek yemek zorunda bırakdığı ma’sum bir Sûriye ehâlisi!.. “Bizi, insan kabul etmiyorsanız, hayvan kabul edin ey dünya; ve bizi, hayvan hakları koruyuculuğuyla muhatab alın!” diye feryâd eden Suriyeli ananın ta’rîfi gayr-i kâbil yürek dağlıyan ıstırâbı!. Bu sözleri bile duyamıyacak kadar, nefs, hevâ, şehvet, gaddarlık, menfaat, şeytanlık ve bin kat hayvanlık altı hayvanlık içinde dönen ve dömelen, dönek ve ellek, yusyuvarlak, fâhişe kucağında beslenen, zıpkın gibi kâfir ve müşrik, lâğım akıntılı bir dünyâ!
Ve T.C.’nin, 9 aylık gayr-i meşrû’ bebeğini, 9 gün evde bırakıb gezme-tozmaya giden, Bâtıl Batı kafalı “ana olacak”vatandaşları!.
Binlerce haramın, alenen ve resmen irtikâb edildiği; ve binlerce farzın da, inkâra varıcı bir umursamazlıkla hafife alındığı bir Anadolu yaylası düşünün… (Altı .oklu) üstü bilmem neli partiküllerden bir dişinin, aynı dâirede kancık ve aygır gençlerin, beraber yaşamalarına karşı çıkmaya ateş püskürüşüne de bir bakın!. Bunun, “özel yaş-ama” münâfî olduğunu söyliyecek kadar nâmus ve iffet hislerinden, ipden boşanmışcasına meydana fırlamasına bir mim koyun; ve yanına da, o Suriye’li ananın feryâdını… “Koyun can derdinde, kasap et derdinde” dedirten böylesine kahpe bir dünyada yaşamak bile, utanç verici; ve nefes almaksa, tıkayıcı…
Bâtıl Batı kafasıyla kellesini değiştirmiş mahlûkât içün, bu sarık ve cübbeli politikacı, bir tek kelime söylemek içün ağzını açabilmiş midir?.
Cumhûriyetde, sarık ve cübbeli politikacı; veya, “ehl-i sünnet müdâfiiyim!” diyen, yazar-çizer (avukat) olmak!.
Hakk ve Hakîkatı söylemekde böylesine susarak, dilsiz bilmem ne olanlar, hakk ve hakikatı (ketmedenler), ne hicret, ne din ve ne de diyanet hakkında, bir tek kelâm dahî edemez; ve ağızlarını açmıya da, şer’an salâhiyyetleri olamaz…
“Ya olmak ya ölmek” noktasındaki bir kavmin, önündeki Çin seddi dehhâmeliğindeki leş sürülerini, bertarâf etme azmi kıyâm etmedikçe, gidiş, uçurumdan aşağıyadır…
Kurunun yanında yaşın da yanıp, ortalığı ateş çemberinin saracağı esbâb önümüze konulmuşdur; ve görmiyen GÖRMEZ gözler kimlere âid olursa olsun, mes’ûliyyeti umûmîdir!
(İntişârı: 06.11.2013)