-2- DİB’iş Başı Ne Demek İstiyor Veya “Dünyâ Kadınlar Günü!”
10 Mart 2019
Dembokrasiniz Batsın!
21 Mart 2019

DİB’İŞ BAŞI NE DEMEK İSTİYOR VEYA “DÜNYÂ KADINLAR GÜNÜ!”

(3)

Tâhir MÂHİR

.

DİB’iş denilen müdiriyet, lâyık (lâdînî=ateist) devletin bir paratöneri veya “Emniyet sibobu” olarak varlığa sâhibdir. Beşer hayâtını tanzîm eden hukûkî, iktisâdî, ictimâî ve siyâsî bütün beşerî kânunların vâzıı ve tanrısı, paralamentolardaki her cibilliyetdeki (tanrı-insan) aklı ve hissiyâtıdır… Milletler içün en hayâtî husûs basiret sâhibi ve mütehassıs (idâreci ve siyâsîler) olması gerekirken; devrimler ve işgâl Türkiya’sı içün bu cebren terketdirilmiş, yerine, idâre ve siyâset noktasında kör kütük câhillerin çakıldığı bir sisteme geçilmiş ve adına da “Lâyik dembokratik cumhûriyet” denilmişdir…

Halbuki İslâmiyyet, idâre mevkiinde olanlardan öylesine keyfiyet, adâlet, diyânet, ehliyet ve ihtisâs ister ki, buna hiçbir din ve beşerî sistemde binde bir nisbetinde bile rastlanılamaz. Ayrıca, bütün bu noktalarda zarûrî olan kendi kânun ve kâidelerinin tatbîkini, kendisine îmân edenlerine o kadar kat’î olarak emreder ki, bunun i’tikâd ve tatbik noktasında berâberce terkedilişi, Allâhsızlığı ve dinsizliği, binnetîce dinden tard edilmeyi ortaya koyar… Bu i’tibarla, bu hakîkatın bile Türkiya’da açıkça ortaya konulamayıb gizlendiği ve saklandığı vâkıası, hiç değilse halk tarafından akledilebilse!. İnsanlar enâyi ve gerzek yerine konulmasaydı!..

Biraz aklı olan herkes muhakkak i’tirâf edecekdir ki, lâyıklık îcâbı olarak bütün beşerî nizamlar, zamanın îcâbı olarak esas alınacak ve bu tabii  karşılanacak idi ise, o zaman bunların tatbîkini (Şirk sayarak şiddetle yasaklaması), hâşâ Cenâb-ı Hakk’ın (abesle) iştigâli ma’nâsına gelmiyecek midir?

Böyle olunca da, Kur’ân-ı Hakîm, tatbîki noktasında:

  1. a) Mutlaka tatbîki îcâbetmiyen bir Kitâb olmuş olacakdır…
  2. b) Bu takdirde de o, (hâşâ) insan aklı, fikri, hâfızası, mantığı, muhâkeme ve muvâzenesi derecesinde bile mükemmel bir kıymet taşımıyan, basit ve sıradan bir Kitâb derekesinde keyfiyet iktisâb etmiş olur!. “Mukaddes Kitâb veya Allâh’ın Kelâmı” oluşu gibi, onun, fevkalâde ve sonsuz derecede doğru, âdil, mükemmel varlığı; ve Allâh irâdesi ve hâkimiyyetini aksetdiren (Mu’cize, Eşsizlik ve Mukaddesliği), tamâmen ortadan kalkmış bulunur!.

Lâyıklığa (îmân edenler), İslâmiyyet’e ÂİD bu mutlak hakîkatları ne kadar inkâr etseler yani onlara inanmasalar da, zerre kadar insaf, merdlik ve nâmus çerçevesinde kalındığı müddetçe, bunların İslâmiyyet’e âid kendi yapısı olduğunu inkâr etmeye aslâ imkân bulamazlar…

Netice şudur ki: Lâyıklığa inanan bir insanın, Kur’ânın cemiyet hâyâtını tanzimde nâmütenâhî çapta en mükemmel hüküm ve hakîkât kaynağı olduğuna (inanması) mümkin değildir; ve ondan bunun zıddı, hiç şübhesiz istenemez… Bu beyanlarımızın aksini söyleyen politikacılar, mutlak ma’nâda yalan söyleyib, dini göz göre göre istismâr etmekde, oy’unu alacakları insanlar nazarında da “îmânsız, İslâmsız = gayr-i müslim = gâvur” görünmemek, dinsiz bilinmemek, müslüman görünmek gibi roller uğruna bu iki yüzlülüklere (münâfıklıklara) kılıf geçirmektedirler…

Türkiye’deki DİB’iş Başkanlığı da, bu hususda en güzel makyaj, dublaj, ambalaj, tasarı, vitrin ve kitâbına uydurma gibi hususların, en mâhir ellerde dokunması vazifesinin îfâ edildiği mekân ve makâm olarak bilinebilir…

Bu cümleden olarak, yazdığı “Din ve Lâyıklık” nâm kitabıyla Müteveffâ Ord. Prof. Ali Fuad Başgil, İslâmiyet istese de, bu zamanda onun kânun, kâide ve hukûkuyla cemiyet ve devletin nizamlanmasını imkânsız görür… Ve “Suları yokuş yukarı akıtamazsınız” diyerek, Allâh’ın:

“Hüküm koyan ancak benim, benden başkasının hükmünü bana tercih edemezsiniz, ederseniz beni inkâr eder, kâfir ve müşrik olur, ebediyyen cehennemde kalırsınız!”

Gibi hükümlere tekâbül eden yüzlerce nassla sâbit irâde ve hükümlerinin bugünün şartlarında geçemiyeceği; ve sâdece “İbâdet ve ahlâk” kısım ve hükümleri ile İslâm Dîni’nin varlığını sürdüreceği i’tikâdındadır… Bu din anlayışının da, “Lâyıklığı esas alan ve buna îmân eden Haçlı Batı din anlayışı” olduğunda aslâ şübhe edilemez…

Demek istediğimiz ve Başgil’in bazı satırlarını iktibâsımızın ana sebebi, Türkiya’da resmen yerleştirilmek istenen (Dîn telâkkisinin),  Müteveffâ Başgil’in satırlarındaki çarpık, yamuk ve İslâm dışı bir İslâm anlayışına çok yakın olduğunu söylemekdir. Bu noktada Başgil’e, bazı “İslâmcı ve lâyik  ve 30-40 yıllık politikacılar” içün, nümûne-i imtisâl (prototip) dememiz de mümkindir… İlerideki satırlarımızda, bu (son derece bâtıl dîn telâkkîsinin), DİB’iş Müdüriyetine âid kânun ve nizamnâmelerde de ne kadar  esas alındığı görülecekdir.

Başgil’in, harbî cumhuriyet ataist ve ateistlerinden, lâyıklık noktasında bir ayrılığı vardır ki, o da, Türkiya’daki lâyıklığın, Haçlı Batı’daki lâyiklik telâkkîsinden ayrılarak, dîne (Muhtâriyet vermemesi)dir. Başgil, din telâkkîsinde “Haçlı Avrupa modelini  kabûlde oluşunu” lâyıklık anlayışında da aynen dile getirmekde; ve bunun içün DİB’iş müdüriyetine muhtâriyet istemektedir!. O, böyle bir lâyıklığı, kendi din anlayışının zarûrî bir netîcesi olarak görmekde, belki kendisine göre bir denge, aheng ve insicâm zannetmektedir!. Fakat İslâmiyet, “Muhtâriyet” gibi bir hâle, kendi yapısındaki “Sonsuz ilim, kudret sâhibi Allâh, hürriyet-i şer’iyye, irâde-i külliye, hüküm vaz’ının mutlak ma’nâda Allâh’a âid oluşu, Hâlık’ın mutlak Hâkimiyyeti, Şer’î ve ilâhî adâlet ve ubûdiyyet v.s.” gibi noktalardaki husûsiyyeti ve sübhânîliği noktasından, sûret-i kat’iyyede râzı olamıyacakdır… Allâh’ın Dîni bunu, Allâh Azze ve Celle’nin irâde ve hâkimiyyeti, ulûhiyyet ve rubûbiyyeti noktasından da, “Kendi üzerinde bir Otorite, devlet irâdesi ve hâkimiyyeti tanımak” olarak görür…  Ve İslâm’ın, “Kat’iyyen Şirk” diyerek, herşeyden evvel reddetdiği bu hâli kabûl etmesi muhâldir… İslâm, Allâh irâde ve hâkimiyyetinin bir mecmuu olarak cihâna ma’lûmdur ki, 4 delili ile ortaya çıkan bütün kânun, kâide ve nizamları ile kendisine tam îmân eden ferd-i müslimin 24 saatini, bütün dakika ve sâniyelerine kadar elinde tutacak; ve onu, başka bir irâdeye teslîm etmiyecekdir…

Bu i’tibarla ferd ve cem’iyyet olarak ins ü cinnin, “İnandım” dediği bu dînin (sistemin) dışına çıkarak, bir diğer sistemi hayâtına karıştırmak istemesi kat’iyyen yasak ve muhâldir… Bunun içün İslâmiyyet, “Hakkı Bâtıl ile Telbîs etmek” dediği bir hâli, sûret-i kat’iyyede yasaklamış, mütecâsirlerini müslüman kabûl etmiyerek (Murtadd) sınıfına aktarmışdır…

Başgil, İslâmiyyet’e, İslâm’ın temelini teşkîl eden (Akâid) esas ve kânunları ile değil de, Haçlı Batı Lâyıklığı ve din anlayışı noktasından baktığı içün, din ile devleti ayırmakda, İslâmiyyet’in bunu mutlak ma’nâda reddedişine RAĞMEN, son derece ısrarlıdır!..

Başgil, “DİB’iş Başkanlığı içün muhtâriyet” dediği hâli, Batı taklidçiliği ile, İslâm ve lâyıklık arasını te’lif edecek sanki bir (sulh ü sükun) çâresi gibi görmektedir!. Halbuki bu, bâlâda da beyân etdiğimiz gibi, Kelâm-ı Kadîm’e, İslâmiyyet’in edille-i erbaasına, Peygamber-i Zîşân Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri’nin idâresine, Hulefâ-yı Râşidîn (Rıdvânullâhi Aleyhim Ecmaîn) ve sonraki zamanların tatbiklerine bakıldığı zaman, apaçık görülecekdir ki, hükûmet, İslâmiyyet dışında bir varlık değil, İslâmiyyet’in bünye ve zâtına dâhil bir rükün, unsur, en şümûllü ve mütemmim bir cüz’dür…

Bu husus, İslâmiyyet’i doğru bilib îmân etmenin de içindedir ki, cihâd, namaz, oruç, nikâh, teaddüd-i zevcât, verâset, tesettür, haremlik-selâmlık, muâmelât, alış-veriş, verâset, ukûbât, siyâset, hukûk, iktisâd, adâlet, emânet, veliyyülemr, hükûmet, ehliyet, şûrâ, istişâre, v.s. gibi Dînin bütün esasları, hükûmet nezâreti olmadan kat’iyyen yaşayamaz, her geçen gün ademe yaklaşır… Bu nezâret, 24 saatin içini sâniyelerine kadar dolduran bir İslâm îmânı, tasdîki ve tatbîki demekdir… Lâyıklık taraftarları, hangi cins lâyıklığa taraf, bağlı ve inanmış olurlarsa olsunlar, İslâmiyyet’in başlangıcından bugüne kadar gelen hâli, keyfiyeti ve muhtevâsıyla değil; yukarıda söylediğimiz lâyıklık çerçevesini esas alarak bir İslâm istemekde ve bunun inşâı içün çalışmaktadırlar… Pek tabiîdir bu da, (vahye müstenid) bir din değil; tamâmen yehûdiyyet ve nasrâniyyet gibi insan eli ve irâdesiyle kurulmuş, “senaristi” elinden çıkmış ve “Kurgulanmış”  insî ve şeytânî bir religion olmuş bulunacak, zarûreten bunu netîce verecekdir…

İslâmiyyet’in “Muhtâriyyet” denen şeyi kabûl etmesi, kendi üzerinde bulunan ve tâbi’ olduğu otoriteyi (Devlet veya hükûmeti) metbû’ tanıması, dolayısıyla TANRI  kâbûl etmesi demekdir. İslâm içün dünyâ iki hâlin dışında olamaz:

1) Dâr-ı İslâm (Dâr-ı sulh de buna dâhildir), 2) Dâr-ı Harb…

“Muhtâriyet” hâli gibi üçüncü bir sınıf, sâir dinler ve devletlerin uzuv ve unsurları içün düşünülse bile, İslâm içün böyle (vesâyet) ve (tahdîd) altında  güdümlü ve tasmalı bir manzara düşünülemez, bu muhâldir… Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri’nin irâde, hâkimiyyet ve vâzı-ı hüküm ve kânûn oluşu, hiç bir sûret ve şekilde kendisi üzerinde bir merci’ ve makâm tanıyamaz…

Müslümanın sâdece ubûdiyyetde bulunduğu ve 24 saatde 540 kere noksan sıfatlardan tenzîh edib, 40 kerede de “Ancak sana KULLUK ederiz ve ancak senden yardım dileriz” deyib, tam 40 kere önünde eğildiği; ve gene O’nun önünde 80 kere de en şerefli uzvu alnını, en ednâ uzvu ayaklarının seviyesine indirdiği ilâh ve rabbe, o, şuur, akıl ve îmânı iflâs etmemişse “ALLÂH Azze ve Celle” der… Onun dışında her şey, her ittifâk, her devlet, her nemrûdiyet ve fir’avniyet, O’nun yaratdığı (mahlûku)dur; ve her yaratılanın O’na “mutlak muhtâc” olduğunu, “Kenûd=Nankör ve kâfir” olmadıkça  da inkâr edemez…

Başgil, zihnindeki lâyikliğe göre, nice rükn, unsur ve mütemmim cüz’lerinden ve bilhassa mutlak hürriyet ve istiklâl şartlarından ayrılmış ve ayıklanmış bir İslâm kabul edince, bunu yaşatacak lâyıklığın da,  dinin ancak “ibâdet ve ahlâk” kısımlarına müsâade ederek (!) ve lutfen bunlara hayâtiyet tanımasında bir beis görmüyor!. Halbuki “İslâmiyyet’in en ana husûsiyyeti, onun TECEZZÎ KABÛL ETMİYEN yapısıdır.” Böyle olunca da, aklını tanrı kabûl edenlerin böyle bir lâyıklık telâkkîsi, İslâmiyyet’in “ibâdet ve ahlâk” kısımlarında da “Reform, revizyon, tebdîl, ictihadlarda değişiklik, Dinde güncelleme ve 14-15 asır evvelki hükümlerin uygulanamazlığını” istiyen (zorlamacı lâyıkçıların) din anlayışı karşısında, çok daha yumuşak ve kabûle şâyânmış gibi görünebiliyor!.

Halbuki mes’ele, Haçlı Batı “Dîn anlayışı” değil; İslâmiyyet’in, kendi kendisini tâ Âdem Aleyhisselâm’dan beri ve hele Son Peygamber Aleyhisselâm’ın bütün ins ü cinne Peygamber gönderilişindeki sırr u hikmet ve hakîkatlarla tatbiklere ve yaşanmışlıklara bakarak bunları telâkkî olmalıdır… Bunlara bakdığımızda, İslâmiyet’in böyle herhangi bir devlet güdümündeki muhtâriyeti tanıması kat’iyyen muhâldir…

Başgil, İslâmiyyet’e “Muhtâriyet” vermeyib, onun “ibâdet ve ahlâk hatta îmân” kısımlarına bile müdâhale ve zorbalık eden bir zaleme, decâcile ve cebâbire anlayışını, “Devlete Tâbi’ Din” şekli olarak görüb, kabûl edilemez bulmaktadır!.. Üstelik bu şartlarda ortada (DİN KALMAZ) ki, onun devlete tâbi’ oluşu ve varlığından söz etmek mümkin olsun!!!

Başgil’den aşağıya alacağımız satırları, bâlâda zikretdiğimiz ana mahzurlarla, olmayan böyle bir İslâm’ı yaşatmak istemesini; ve bunu aksetdirmesini dikkate ve hayrete şâyân görüyoruz! Bunların istikbâlde de birileri tarafından müslümanların önüne “Kurtarıcı reçeteler” gibi tekrar getirilmesi pek muhtemeldir!. Bunu şimdiden görüb, gelecekdekileri uyarmak ve uyandırmak hesâbına, tenkîdâtımızın bilinmesinde büyük fâide mülâhaza etdik ve iktibasdan çekinmedik. Bugünkü DİB’iş Başkanlığını tam ma’nâsı ile; ve hedefleri, menşei, maksadı, gâyesi, lâyıklığa hızmeti, âmirlerinin izini ta’kîbi ve dayandığı menfî “ilke ve ülküleri” ve lâyiklik güdümündeki dizginli hâli  ile, topyekûn manzarası ve hakîkî mâhiyyeti ile anlamak, bu iktibas edilecek satırlarla daha net ve iyi fehmedilecek; hatta bir nevi “Deşifre edilmiş” de bulunacakdır kanaatindeyiz…

Hemen ilâve ederiz ki, Başgil’in kitabı, fevkal’âde tenâkuzlarla doludur. Bu da, Haçlı Batı kafasıyla hâdiselere bakması; yani onlara, İslâm dışında kalarak, gûyâ hâl tarzı aramasından ileri gelmektedir!. Başgil’in, Türkiya’da tatbik edilen lâyıklığın Avrupa standartlarında olmadığı ve bunun bir zulüm çarkı olarak işletildiği noktası ile, İlâhiyatlardan “Din Âlimi değil Felsefeci çıkacağı” noktasını nazara vermesi ise, CHP’li lâyık cebhenin damarına basan ve onları deşifre eden en mühim noktalardan biridir denilebilir!.

İslâmiyyet hakkında yazdıklarındaki tenâkuzlar, “Lâyik hukuk” Ord. Profesörünün,   dînin son derece câhili olduğunu veya kendi arzularına göre bir İslâm tasavvur etdiğini ortaya koyar ki, bunları aşağıda zikredecek ve delâletlerinin de, ebedî hüsrâna vesîle olduğunu nasîbi olanlar anlıyacaklardır… En ziyâde hayıflanılacak nokta ise, onun bu bâtıl düşüncelerinin, bugünün müslüman geçinen politikacı, idâreci, ilâhiyatçı, hukukçu ve entel, dantel ve esfel aydınlarında ma’kes bulması, bunların da onunla aynı bâtıl çizgide olmalarıdır… Başgil’i mevzû’-i bahs etmemizin asıl sebebi de, tekrar edersek, onun Türkiya’daki çarpık “Din Anlayışında” bir nev’i nümûne-i imtisâl (prototip) olmasıdır.

Onun, aşağıdaki cümlesi bile, sicilli CHP ağzından ibâret olduğu hâlde, kitabındaki birçok kısım gibi,  mütenâkız cümlelerinden birisidir:

“Dikkat edersek Türkiya’mızın modern terakkîde geç kalması sebeblerinden birinin ve belki başlıcasını, yakın zamanlara kadar, bizde, devletin dine bağlı kalması ve bu yüzden memleketin silâhlı taassubdan kurtulamamış olmasıdır.” (Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, s. 164)

İslâm’ın edille-i erbaası ile onun târihine bakdığımız zaman, Başgil’in yazdığı gibi dinin dışında bir devlet varmış da, devlet de o dîne tâbi’ kılınmış ma’nâsında, “Devlet Dîne bağlı” değildir!. Devlet, DÎNİN en zarûrî, en büyük ve en baş bir uzvudur ki, dinin başda hukuk, adâlet, cihâd ve her türlü muâmelât, siyâsiyyât ve hudûdât, hatta ibâdât olmak üzere tamâmının hayâta geçirilmesindeki, dînin bizzat ve yegâne kendi kuvvet ve kudretidir… Devlet ve hükûmet, İslâmiyyet’in kendi kendisine âid olan bir kuvvet ve kudretdir ki, onu, dînin hâricinde bir varlık ve yapı gibi düşünmek, Bâtıl Batı lâyikliğinin, Fransız ihtilâli ile ortaya çıkan ateist zihniyetindeki, her dîne âid peşin ve çarpık bir kabûllenişdir… Bugün Türkiya’daki “Din telâkkîsinin” de, bu çarpık istikâmetde olması içün sistem ve onun politikacıları 96 yıldır büyük bir gayretle çalışmakda, bu istikâmetde bir telâkkîye sâhib olamıyanlar devletin tepelerine asla çıkarılmamaktadırlar. Bunun, sırra taallûku olan bahisleri hangi protokol ve sözleşmelerle yürütülür, elbet bunun da ciddî ve kendine göre bir  usûl çizgisinin olacağı îzahdan vârestedir…

Bu düşünce temeli üzerine binâ edilecek bir (İslâm Binâsı), Süreyyâ Yıldızı’na kadar da düzgün olsa, temeli çarpık ve mutlak bâtıl bulunduğundan, binânın tamâmı da bozuk ve gayr-i meşrû’dur… Bu, uydurma ve beşerî bir dîn olmakdan öteye gidemez; ve böyle bir religionun, İslâm gibi dünyâyı “İslâmî ve Harbî olarak iki DÂRA ayırması” mümkin değildir. Bu çakma ve beşerî dînin, Rasûl-i Rusûl Aleyhisselâm’ın tebliğ etdiği îmân-küfür, hakk-bâtıl ve mü’mîn-kâfir hududları son derece belli ve açık dîni gibi, hakîkatı ortaya koyarak dünyâ ve UKBÂ sulh ve sükûnunu te’mîn edebilmesi, aslâ düşünülemez… İslâm, TECEZZÎ kabûl etmiyen ve “zarûrât-ı diniyyesinden” bir tek maddenin bile reddi veya onda şübhe edilmesi veya beğenilmemesi hâlinde, müntesibi olan ferdi o andan i’tibâren içinde tutmayıb dışında bilen, bu kadar sınırları belli ve kat’î bir nizamdır ki, bu, onun (mutlak HAKK) oluşunun da bir başka vechesiyle isbâtıdır…

Binâenaleyh, artık bunca hakikatlardan sonra apaçık tebeyyün ve taayyün eder ki, politikacı kataküllileri iktizâsı olarak, mücerred vahye müstenid ve bütün delilleri ile müsbit veya muzhir olarak (vaz’-ı ilâhîden) ibâret olan Allâh’ın Dîni İslâmiyyet’in, demokrasi, cumhûriyet, kamalizma, batıcılık, ırkçılık, feminizma, hümanizma, lâyıklık, cinsiyet eşitliği v.s. gibi herhangi bir beşerî veya felsefî sistem, ideoloji veya doktrin ile beraberlik içinde yürüyebileceğini ve bunun mümkin hatta lâzım olduğunu söyleyib iddia etmeler, mutlak sapıklık ve muhâl olan hezeyanlar cümlesindendir…

Bir insan, İslâm’ın Hakk ve mutlak bir DÎN olduğuna zerre kadar îmân etmese de, eğer ilim şerefi ve hakka taraf olma haysiyyeti taşıyorsa, İslâm’daki hükûmet varlığının İslâm’a göre bu mutlak hakk ve hakîkatını (gizlemek veya inkâr etmek) cihetine sûret-i kat’iyyede cür’et ve bu sapıklığı aslâ irtikâb edemez… Ne yazık ki, 1908’den ve hele 1923’den i’tibâren, milletin din ve devlet telâkkî ve îmânı, bu ana ve müstakim çizgisinden inhirâf etdirilerek, o, lâyık demokratik cumhûriyet emrinde sığıntı ve şamaroğlanı yapıldı… “Yobaza hass gösterilen bir hayat tarzı”; ve hakîkî varlığı olmayan, Türk geleneğinden ibâret, târihdeki Türklerin bugün aslâ geçerliliği (i’tibârı) olmıyan bir takım âdetleri imiş gibi telâkkî edilir hâle getirildi…

Dolayısıyla İslâmiyyet’in vahşî hayvânâtı (insan) yapan ilâhî kuvvet ve kudreti, Haçlı Batı elindeki politikacılar ma’rifetiyle tamâmen ortadan kaldırılmışdır. Bugün ne kadar “Dîn, îmân, diyânet, Kur’an, ezan-bayrak, devlet-millet, ümmet, cennet, bekâ-ukbâ, şehid-gâzî, v.s.” rolleri de oynansa, eldeki, o beşerî ve felsefî bir dîn hâline inkilâb etdirilerek bozulan mevcûd sistemle, Allâh ve Rasûlünün rızâsına vuslat muhâldir…

İşkenceci Evren Anayasasında, “DİB’iş Başkanlığı LÂYİKLİK İLKESİ DOĞRULTUSUNDA HİZMET VERİR” diyecek kadar, beşer irâdesine tâbi’ kılınarak (Beşerîleştirilen) muharref bir religion ile, hangi tanrının “şen-esen ve sağlıcaklı” günler getirib; hangi terörün kökünü kazımakda da yardım ve ihsânı dilenecek; ve hangi sarıklı ahbâr ve ruhbânın ağzından mu’teber bir duânın çıkması tasavvur edilebilecekdir!?.

Kelâm-ı Kadîm, “Allâh’ın irâde ve hükümlerini, kendi hevâ ve hevesinize uydurarak tahrîf, tağyîr ve tebdîl etmeyin” şeklindeki murâdını nice âyât ü beyyinât ve hükümleri ile 15 asırdır cihâna emredecek; ammâ utanmadan “Müslümanım” diyenler, mezkûr haltları irtikâb ederek Kahhâr-ı Züntikâm olan ALLÂH Azze ve Celle’ye KARŞI TERÖR diklenmelerini saydıracak!.. Bundan daha büyük terör olamıyacağı (mutlakken), çarpılmış politikacılar bunu neden dillerine hiç alamaz; ve daha doğrusu Batı’lı patronlarının (rızâları)na ters düşer diye neden sömürge vâlisi gibi  kıvranırlar?!.

NETÎCE: Birinin ötekisine “Soyguncu, diktatör, yandaş, oydaş, oynaş ittifâkı”; ötekisinin de berikisine “Zillet, illet, PKK, Madamo-Fetomo ittifâkı” diye saydırıb, “ulusu” bölmesi ve  kamplaştırması; ve eskinin bir milletini, şimdiki “ulusun” iki hatta 8-10 başlısı olarak biribirleriyle kıyasıya süsüştürmesi… Paralamentolarına yılan gibi süzülen ma’lûm parti içün hem “Kandilin, bebek kâtilinin, Feto’nun ve bütün terör odaklarının meclisdeki uzantısı” diyeceksin; hem de utanmadan, ve memleketde on paralık adâlet varmış gibi o pırtıyı meclisinde besliyecek, her meb’usa tanınan hakları onlara da tanıyarak hâinleri (meşrûlaştıracak)sın!.

Bana, “Hikmet-i Hükûmet” denmez; Hakk u adâlete “Nikmet-i Hökûmet-i Zulmet” denir…

Başgil’e göre şu hâle bakınız:

1) Türkiyâ’nın modern terakkîde geç kalmasının sebebi, devletin, İslâmiyyet’i dinlemesi imiş!. Bu din (hâşâ) ne kadar kötü ve fenâ şeymiş böyle ki, koca Türkiya’yı helâk etmiş!.

2) Devlet, İslâmiyyete bağlanıb onu dinleyince memleket silahlı taassubdan kurtulamamış!. İşte İslâm, bu kadar (hâşâ) berbat mı berbatmış!..

İyi ammâ o Dîn, târîhi boyunca ve 50 civârındaki (Devletde) kendi hükûmeti ile insanları; ve zaman zaman da dünyanın yarısını idâre edib, diğerlerine de adâlet ve insanlık tevzi’ eder ve onlara medeniyet ta’lim etdirirken başka bir din mi idi ki, bugünün “Lâyik cumhuriyet ve dembokrasisi” ortaya çıkınca işe yaramaz, “modern terakkîye mâni’ ve silahlı taassubu” âmir bir keyfiyete bir anda dümen kırmışdır?!.

Bir insan Vatikana Papa, Pensilvanya’ya Kardinal olsa, İslâmiyyet’e bu dereke densiz ve dinsiz bir iftirâyı sıvamaya bin kere hayâ eder; insanlığım iflâs eder diye de bin kere yerin dibine geçer!

Neredeyse, İslâm’ın muhayyel hükûmetine, (15/3/2019) Yeni Zelanda’sında ve Cuma namazında, “2 câmi dolusu insanın üzerine kurşun yağdıran cânîlerle aynı muâmele yapılsın” denilecek!

İslâm’ı Anadolu’nun göbeğinde beğenmiyerek, “Güncellensin, değişsin, 14-15 asır evvelki hükümleri kalkıb bugün uygulayamazsınız” diyerek “yok olsun” demeler; bunlar, nerenin hangi cins “İslâm Düşmanlıkları” değil de, “İslâm aşk u mahabbeti” cümlesinden sayılacakdır?.

Anadolu’nun göbeğinde, Zelanda’lı cânîler ayarında diplomalı din muârızları, çekirge sürüleri gibi peydahlanırsa, dışdaki adam ve madam gâvur sürülerinin İslâm ve Müslümanlara “Hayat hakkı Tanımaması” çok görülmeli midir?.

Sen din ve mukaddesâtına hor ve yan bakarsan, elin Y. Zelanda’sındaki gâvurlara hangi yüzle “Benim dînime nasıl yan bakarsın” diyeceksin?. Desen de, senin okkanı kaç paradan alırlar?. Dünyâ, Türkiya’da “Ağızlardan, hatta karınlardan” çıkan konuşma ve hezeyanları duymadığı içün mü oturduğu yerden hiç kıpırdamıyor?. Yoksa, “Kendi DÎNİNE hayrı olmayanın bana mı hayrı olacak” deyib, acı acı ve gavur bıyığı altından pis pis gülüyor ve kapılarını da yüzünüze kapatıyor mu?

Yukarıya aldığımız cümle, nasıl söz ve nasıl cüzzamlı bir muhâkeme, kanserli muvâzene ve gerzekçe bir mukâyesedir?. Bu lâfları bir müslümanın, hatta dünya târihine (zerre kadar insaf ve istikâmetle) bakabilen bir müsteşrikin (oryantalist veya çömezi ilhâdiyatçının) bile, ağzından çıkarması mümkin midir?. Lâkin bizdekilerde bu,  sârî bir illet olarak sirâyet hududlarını genişletmiş ve böylece de 96 yılda millet iflâs etdirilerek, tamtakır bir “ulus” peydahlanmışdır!.. 27 yıllık parti mâzîsi başda olmak üzere, mücerred ve en acımasız “İslâm Düşmanlığı ile vesîkalı” güdücü ve güdülenlerin tepesindeki Tunceli alevîsi Kazıkdârzâde bile,  bütün hücrelerini “İslâm Düşmanlığı Sarmış gibi”  50 kişiyi gözünü kırpmadan katleden Zelanda’lı kâtil hâdisesi üzerine, Haçlı âmirlerine yaranmak içün ve dünyada taarruz değil müdâfaa tâkatinde bile müslüman kalmadığı hâlde “Terörün Kaynağı İslâm Coğrafyasıdır” diyebiliyor!. Terör ve teröristleri dolaylı yoldan müdafaa ma’nasını tazammun eden bu iğrenç beyanların sâhiblerine, aceze hükûmetler de dokunamadığı ve “Âdil Muhâkeme” de muhâl olduğuna göre, belâ-yı azîm olan “Fâsid Dâire” işte “Dembokrasi Kazzığı” olarak budur… Ve Batı müstemlekecilerinin (emperyalistlerinin) İslâm coğrafyasında zombileştirme tezgahı olan (Dembokrasinin) bu (imhâ gücünü) gören basiret sâhibi de, bu memleketde bırakılmamış, kökü kazınmışdır!..

Buraya kadar üzerinde durduğumuz mostralık o aşağıdaki cümle de, ma’nâsı i’tibâriyle binlerce nefrin ve teessüf ki, DÂRIMIZA sıvanmış ve memleket bataklığa çevrilmişdir:

“Dikkat edersek Türkiya’mızın modern terâkkîde geç kalması sebeblerinden birinin ve belki başlıcasını, yakın zamanlara kadar, bizde, devletin dine bağlı kalması ve bu yüzden memleketin silâhlı taassubdan kurtulamamış olmasıdır.” (Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, s. 164)

Adam, çok daha ileri gider ve şunu demeye getirir:

“Din (ALLÂH), kendisinin hâkimiyyetini istese de, şartların değişmesi sebebiyle onun tatbik edileceği yer, onun ta’yîn edeceği her yer değil, insanın tayin edeceği çerçevedir!”

İşte bunları demeye getirecek şekilde aşağıdakileri yazıyor ki,  İslâmiyyet’i çocuk oyuncağı gibi alabildiğine beşer irâdesinin şekillendirmesine bırakan, cinnetlik veya “Şâribü’l-leyli ve’n-nehâr” oluşun alâmetlerinden bir hâl…

Nasibse müteâkıb yazımızda şu aşşağıdaki hezeyanları kaleme alalım…

“Dünden hatta başlangıçdan beri din ile devlet birleşmiş ve birleşik gitmiş olabilir. İslâmiyyet’de din ile devletin birleşmesini îcâbeden hatta devletin tamâmiyle dînî bir mâhiyet almasını EMREDEN AHKÂM bulunabilir. Madem ki diyoruz, bu ahkâm i’tikâdî değil, amelîdir ve mâdem ki dinin amelî ahkâmı zamanın ve hayat şartlarının değişmesiyle değişir; o halde dün olduğu gibi bugün de din ile devletin birleşmesi lâzım gelmez. Çünki zaman ve şartlar değişmişdir. Binâenaleyh değişen zamanın ve hayat şartlarının îcâbına göre hareket etmeye; dinin her amelî mes’elesi gibi, bu mes’eleyi de zamanla hayat şartları altında mütâlaa ve halletmeye mecbûruz…” (s. 170)

Şarabı fazla kaçıran suratı kızıl damarcıklarla kaplı nice  insanların, kendilerini Peygamber, müctehid, müftü veya şeyhülislâm yerine oturmuş görerek, kırkbayır ve börkenekden sallama nice “fetvâlar” daha doğrusu “teşehhî ve şeytânîlikler” savurduğuna, târîhin birçok devirlerinde rastlanmışdır!

“Devrimlerden” sonra Lâyik Türkiya’da buna, dünyânın her yerinden ziyâde müsâdif olunmuşdur… Hâl-i hazırda ise, evc-i bâlâsına çıkdığı hâlde, ortalık çamur deryâsından geçilmez haldedir…

(Mâba’di var)

İntişârı: 16.03.2019 /20:41:03 (tt)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir