Her bina bir mimari eser değildir. Zira, mimarlık bir kültür meselesidir ve insanın barınabilmesi, korunabilmesi gibi pratik nedenlerle inşaa edilmiş bir binanın mimari eser sayılabilmesi için, ait olduğu kültürle bir bağ kurabilmesi gerekir. Mimari eserler, kendilerini inşaa eden insan gruplarının “kim” olduklarını ortaya koyan en müşaxxas kültür nesneleridirler. Bir kültür ve medeniyetin teşekkül ettirdiği ma’nā ve kıymet silsilesi, o kültürün edebiyatında, sanatında ve belki de en müşaxxas, en göze görünür şekliyle mimarisinde ifadesini bulur. Bir kültüre mensub insanların ne olduğu, yahut da tersinden söyleyecek olursak, ne olmadığı inşaa ettikleri şehirlerden ve o şehirleri dolduran mimari eser veya binalardan anlaşılabilir. Kısacası, mimarlık, insanlığın kendisini ifade vasıtalarından biridir ve bundan dolayıdır ki, basit, sıradan bir “bina dikme” faaliyeti değildir. Mimarlığın kaybı, kültürün büyük nispette kaybıdır. Mimarlığın eksik olduğu yerde, kültürün ve medeniyetin de eksik olduğunu rahatlıkla söylemek gerekir.
Bir mimari eserin etrafındaki ma’nā halkaları nasıl meydana gelir? Mimarının zihni mesaisinin maxsūlü olan mimari eserin ma’nāsı, her zaman, onun siparişcisinin ve mimarının elde etmeyi arzuladığı veya niyet ettiği ma’nā / ma’nālar olmayabilir. Mimari eser, var olduğu mekân ve zaman içerisinde, önceden planlanılması mümkün olmayan ma’nālar kazanabilir ve aynı şekilde, mimarının, siparişcisinin o esere vermek istediği ma’nāları kaybedebilir. Mimari eser, inşaası tamamlanıp yani, mimarından kopup bir kültür ve medeniyet nesnesi olarak kendi hayatını yaşamaya başladığı andan itibaren sürekli bir takım ma’nālar edinir. Zaman, bu nesnelere öyle ma’nālar yükler ki, bunu baştan planlamak, tahmin etmek, ne siparişcisinin, ne mimarının, ne kendisini inşaa eden yapı ustalarının, ne mimarlık-sanat tarihçilerinin elinden gelir.
İşte, kendisi vasıtasıyla elde edilmek istenilen ma’nālar silsilesinin tamı tamına zıddının zaman içinde meydana geldiği, hikâyesi hazin mimari eserlerden biri, hiç şüphesiz, müellifi Mimar Sinan olan, Şam’daki Süleymaniye Camii ve Külliyesi’dir.
Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Kanuni Sultan Süleyman adına, Mimar Sinan tarafından, Osmanlı Hilâfet’inin en geniş sınırlara, güç ve nüfuza sahip olduğu, bir “Cihan Devleti”ne inkılab etdiği bir devirde, 1554-1559 yılları arasında, Osmanlı Hilâfet gücünün ve hâkimiyetinin bir nişanesi olarak, hilâfet başşehri İstanbul’un o günkü mesafelerle günlerce uzağındaki Şam Vilayeti’nde, Barada nehrinin kıyısında inşa edilmiştir. İnşaasındaki maksat ve niyet, inşaasıyla elde edilmek istenilen ma’nā, anlaşıldığı üzere, Osmanlı hilâfetinin bu topraklardaki hâkimiyet ve gücünün teyidi ve temsilidir.
Mimari bir eser olması itibariyle, bir “kültür nesnesi” durumundaki Süleymaniye Camii, üzerine inşaa edildiği coğrafyanın, yani Şam’ın geleneksel Arap cami mimarisi tipolojisinin bazilikal planlı, çok sütunlu camilerinden farklıdır; Osmanlı Hilâfeti, hâkimiyetini ilan ettiği diğer memleketlerde olduğu gibi, Şam’da da kendi imar etme usullerini kullanmış ve hilâfetin güç ve hâkimiyetinin sembolleştiği Süleymaniye Camii’nde, Osmanlı cami tipolojisine uygun, tek kubbeli, merkezi mekân anlayışının uygulanması için, Hassa Mimarlar Ocağı’nın herhangi bir mimarını değil, Hükûmet-i İslâmiyye’nin ve dolayısıyla Hassa Mimarlar Ocağı’nın baş mimarı Mimar Sinan’ı vazifelendirmiştir. Süleymaniye Camii, elbette, Osmanlı hilâfetinin merkezindeki Sinan camilerine kıyasla mütevazı bir eserdir ve kesinlikle, bir mimari şaheser olarak nitelendirilemez. Ancak, bulunduğu coğrafyadaki güç ve nüfuzu temsili açısından ma’nālı, bir külliyenin parçası olarak tasarlanması ve hac güzergâhı üzerinde mühim bir durak ve merkez olması açısından fonksiyoneldir.
Süleymaniye Camii’ni müteakiben, Osmanlı hilâfeti, bu memleket ilelebet bir Osmanlı vilayeti olarak kalacakmışçasına, gün gelip buradan hiç ayrılmayacaklarmışçasına imar faaliyetlerini sürdürmüştür. Tren istasyonu, Hamidiye ve Mithat Paşa Çarşıları, Sinan Paşa Camii, Selimiye Camii, Şemsi Ahmed Paşa Camii gibi pek çok eser, şehre Osmanlı kimliğini kazandırmakta rol almışlardır.
Ancak, her hâkimiyetin bir sonu olduğu gibi, Şam da, 402 yıl hâkimiyeti altında bulunduğu Osmanlı Hilâfeti’ni 1918 yılında çekilmesiyle Suriye’nin başkenti olur. Osmanlı Devleti yıkılmış, yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Son Osmanlı Padişahı Vahideddin Han, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından 3 yıl sonra, 1926’da İtalya’da vefat ettiğinde, cenazesini Türkiye Cumhuriyeti kabul etmez. Uzun süren, çileli yazışmalar neticesi, cenazeyi Suriye kabul eder ve vefatından epeyce gün sonra, Vahideddin Han’ın cenazesi, Şam’daki Süleymaniye Camii’nin avlusuna defin edilir. Vahideddin Han’ın ardından, son Osmanlı hanedanının on sekiz mensubu daha buraya zaman içinde tek tek defin edilirler.
1559 yılında inşası tamamlandığında, ne o dönemin Cihan Sultânı Kanuni Sultan Süleyman, ne de Mimar Sinan, gün gelip de, devletin çökeceğini, çöken devletin son hükümdarının değil dirisinin, cenazesinin bile ana yurduna kabul edilmeyeceğini, devletin ihtişamını ve gücünü ifade maksadıyla inşa ettirdikleri Süleymaniye Camii’nin, hiçbir yere kabul edilmeyen son padişahın nihai istirahatgâhı olacağını tahmin edebilirler miydi? Onlar değilse bile, böyle hazin ve trajik bir ma’nā değişikliğinin gerçekleşeceğini herhangi bir tahmin eden çıkar mıydı? Vahideddin Han’ın avlusuna defin edildiği günden bugüne, yani tam 84 yıldır, Süleymaniye Camii’nin ma’nā silsilesinde bu hazin hikâyenin ayrı bir yeri var. Niyet edilenle gerçekleşen arasındaki, birbirine taban tabana zıtlık içeren bu esaslı ma’nā farkı, üzerinde düşünülmeye değer.
Vahideddin Han, uzun zamandır Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı tarafından restorasyonu sürdürülen Süleymaniye Camii’nin sadece Türkiyeli misafirlerin ziyaretine açık, modern Şam’ın kaotik gürültüsünden uzak, sakin yan avlusunda, bir portakal ve bir kayısı ağacının altında, oldukça sade, beyaz mermerden mezar taşının altında yatıyor. Son Osmanlı Hanedanı’nın kabristanlığına dönüşen bu avlunun bekçiliğini 30 yıldır sürdüren Ahmed Muhammed Efendi biz orayı ziyaret ettiğimizde, Vahideddin Han’ın başındaki portakal ağacından iki adet portakalı koparıp bize hediye etti. Böylece, yenilebilecek meyve olma ma’nāsı taşıyan iki portakal da, tıpkı bahçesinde bulunduğu Süleymaniye Camii gibi, ciddi bir ma’nā değişikliğine uğramış oldu. “Padişah Vahideddin’in ana yurduna selamı” olarak görüp telakkî ettiğimiz bu iki portakalı yememiz mümkün değildi; onları memlekete dönüşümüzde, Malatya’daki Anka Psikiyatri Merkezi’nde iki ayrı saksıya diktik.
Sözü, Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Mimar Koca Sinan’ın çağdaşı, büyük şair Baki’nin şu unutulmaz mısrası ile bitirelim:
“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş…”
(İlk intişârı: 28.11.2011)