Efe URAL
DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ’NE BAĞIŞ YAPAN BİLL GATES AŞI POLİTİKASI ARDINDA
GERİDE NE BIRAKTI?
Geçmişte, Afrika’dan Asya’ya Amerikan’dan Avrupa’ya kadar hemen her bölgelerde aşılama faaliyetleri yürütüldü. Bu faaliyetler Bill-Melinda Gates vakfı, GAVİ Alliance, Rockefeller, Ted Turner, Unicef, DSÖ, Dünya Bankası gibi hepsi birbiriyle bağlantılı olan şahıs ve kuruluşlar tarafından desteklendi.
Kenya’da kadınlara müteveccih yürütülen aşı kampanyalarının birinde, ülkenin yetkili kurumları kanun dışı kısırlaştırma programının sürdüğünü iddia etti ve bağımsız kimya laboratuvarları aşı şişelerinden aldığı numûneler içinde, NORMALDE OLMAMASI GEREKEN MADDELERİ TESBÎT ETDİ!
Bill Gates’in verdiği bir demeçte, ‘’Vakfımızın en şeref duyduğu iş, dünyanın her yerinde ortaklığını yaptığımız aşı programı sayesinde 10 milyonlarca çocuğun yaşıyor olması.’’ demişti. Peki ardında bıraktığı tablo söylediği gibi miydi?
Medyanın ve sağlık câmiasının aşı ile ilgili bir meseleyi kabul etmesi oldukça nâdirdir. Bununla beraber şartlar bazen, yetkilileri böyle bir kabule zorlayabilir. Dünya Sağlık Örgütü, aşı kaynaklı çocuk felci vakalarının ortaya çıktığını duyurmuştu. Afrikalı çocuklarda çocuk felcine sebep olduğu bizzat DSÖ tarafından açıklanan bu aşılar, Bill Gates’in cömertçe finanse ettiği ve büyük hevesle teşvik ettiği çocuk felci aşılarıydı.
DSÖ’ü, kendi çalışmasında, ‘’Nadiren de olsa bu vaziyet, zayıf virüsü, felç yapan bir forma sokabilir. Bunlara aşı kaynaklı çocuk felci virüsü denir’’ açıklamasında bulunmuştu. Örgütün nadiren diye küçümsediği bu vaziyet, kendi sitesiyle vaka tablosuyla yalanlanıyordu. HER GEÇEN YIL aşı kaynaklı çocuk felci vakası ARTIYOR; ve önümüzdeki yıllarda hangi vaka sayılarına ulaşacağı BİLİNMİYOR !!!
Sağlığı etkileyen âmiller içinde, mıntıka şartları, yeterli beslenme, gıdaya erişmek, temiz suya sahib olmak, yeterli sağlık sistemi gibi pek çok sebeb bulunmaktayken, Bill & Melinda Gates vakfı yan etki ve zararlarına karşı yalnızca aşı programına odaklı bir süreç yürütüyor. Bütün bunları yaparken milyonlarca çocuğun hayatını kurtardığını söylüyor!.
Dünyâyı perişan edenlerin AŞI, SENTETİK ETLER, LABORATUVAR YAPIMI YİYECEKER, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, YEŞİL DEVRİM, 5G, PUANLAMA SİSTEMİ, İNSANIN DİJİTAL BİR KARIŞIM OLACAĞI gibi daha nice cümlesi, ayrı ve uzun mevzû olan projeleri anlatınca, satılmış medya bunların komplo teorisi olduğunu söylemektedir!. Bütün projelerin sonunda en başta söylendiği gibi, KONTROL EDİLEBİLİR TEK TİP İNSAN MODELİ hayâli kurulup, bunun adına da GREAT RESET – BÜYÜK SIFIRLANMA denilmektedir. Birçoğunun yıllardır söylediği “Yeni Dünya Düzeni, Yeni Dünya Nizamı, Yeni Normal, Yeniden Yapılandırma” ve benzeri isimlendirmeler, ‘’Dünyanın büyük bir RESET noktasına geldiğini’’ söyleyen Dünya Ekonomik Forumu başkanı Klaus Schwab, Prens Charles ile bunu açıklarken keyifleri oldukça yerindeydi…
Klaus Schwab, kitabında: ‘’Dünya nüfusunun genetiği değiştirilmiş sahte gıdaya alıştırılmasının şart olduğunu ve bunun yollarının bulunması gerektiğini’’ yazdı…
Tabi bunun da en büyük destekçisi gene Bill Gates oldu… Klaus Schwab ana mevzû olan insan vücuduna yerleştirilecek mikroçiplerden de bahsetmeye başladı: ‘’İnsan vücuduna yerleştirilmiş ÇİPLER sayesinde iletişimimizi sadece sözcüklerle değil, deri altına yerleştirilmiş telefonlarla da yapabileceğiz. Dile getirmediğimiz duygu ve düşüncelerimiz okunabilir olacak!‘’ diyor…
Eski Microsoft çalışanı ve Bill Gates hayranı Tansu Yeğen de katıldığı programda: ‘’Bu çipin zamanı geldiğinde, takılması gerektiğine inananlardanım’’ diyor; ve bütün teknolojik gelişmelerin insanların faydası için olduğunu söylüyor!
Hulâsa-i kelâm, hükümetinden muhalefetine tüm politikacılar, iş insanları, öğretim üyeleri, bilim insanları, medya, sanatçılar vs, akla gelebilecek herkes, kimi dîni, kimileri de vatanseverliği kullanarak, maskelerinin altında ZÂLİM küreselcilerle iş birliği hâlinde olup, menfaati veya inandığı dava uğruna hareket etmektedir…
İNSANLIK YALANA TESLİM
Bir şahsı rehber edinip o şahsı kahraman ilan etmek için, onun istikametinde hareket edip onun fikirlerini savunmak gerekir. Yukardaki şahısların yerli, yabancı fark etmeksizin izinde olduğu, saygı ve minnetle andıkları, yolum senin yolun dedikleri, olmasaydın olmazdık diyecek kadar akıl tutulması yaşadıkları ve halkın beyinlerine işlemek için sürekli propagandasını yaptıkları bir kahramanları mevcut… Peki kim o kahraman?
-Falih Rıfkı Atay’ın, masaya yumruklayıp bağırarak: ‘’EVET, A…… BİR MASONDU’’ dediği. [10]
Kendi eserinde şöyle yazan:
– ‘’Efendiler, bütün insanlığın tecrübe, malumat ve düşüncede yükselmesi ve olgunlaşması; Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizm’den vazgeçerek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hâle konulmuş dünya çapında saf ve lekesiz bir dînin kurulması ve insanların şimdiye kadar kavgalar, pislikler, kaba arzu ve iştihalar arasında bir sefalet hânede yaşamakta olduklarını kabul ederek, bütün vücutları ve zekâları zehirleyen iltihap tohumlarına galebe etmeye karar vermesi gibi şartların doğmasını lüzumlu kılan, bir “DÜNYA ÇAPINDA BİRLEŞİK HÜKÜMET” tahayyülünün tatlı olduğunu inkâr edecek değiliz.’’ [11]
‘’Muhterem Amerikalılar, Türk milletiyle ve karşılıklı olduğuna emin bulunduğum muhabbet ve samimiyetin tabii menşei hakkında birkaç söz söylemek isterim. Türk milleti tab’en demokrattır. Eğer bu hakikat şimdiye kadar medenî beşeriyet tarafından tamâmiyle anlaşılmamış bulunuyorsa, bunun sebeplerini muhterem sefirimiz Osmanlı İmparatorluğunun son devirlerini işaret ederek çok güzel ifâde ettiler. Diğer taraftan, Amerika milletinin benliğini hissettiği dakikada istinat ettiği, i’la ettiği demokrasi, Amerikalılar bu mevhibe ile mümtaz bir millet olarak beşeriyet dünyâsında arz-ı mevcûdiyet eyledi. Büyük bir millet birliği kurdu. İşte bu noktadandır ki Türk Milleti, Amerika milleti hakkında derin ve kuvvetli bir muhabbet hisseder. Ümit ederim ki bu müşâhede, iki millet arasında mevcut olan muhabbeti kökleştirecektir. Yalnız bu kadarla kalmayacak, belki tüm beşeriyeti birbirini sevmeye ve bu müşterek sevgiye mani olan MÂZÎ HURÂFELERİNİ silmeye, dünyâyı sulh ve huzûr sâhasına sokmaya medâr olacaktır. Temsil etmekle mübâhî olduğum Türk milletinin yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin insânî gâyesi işte bundan ibârettir.’’ [12]
Kelâm-ı Kadîm’e bakışı şöyle olan:
‘’Mektubumuzda heyetinizin müşahedesine çok şeyler arz olunduğunu zannederim. Bu görüşleri içeren mektup yazılıp zarfa konulduktan sonra çok önemli olduğu düşüncemizde bir defa daha beliren noktaları dikkatinize sunmayı önemli gördük. Son senelerde İstanbul’da yayınlanan gazetelerde Roman diye okuduğumuz bazı tarihi eserler vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözleminden kaçmış değillerdir. Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur; bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir: Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; “İkra’ Bismi Rabbike safsatasını” esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam’dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imhâ etmekte engel görmediler.
Yazacağınız İslâm târihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.” [14]
“Filhakika insan, tabiatın mahlûkudur. Hayatın büyük kâidesi de tabiate tâbi’ olmaktır. Tabiatte hiç bir şey yok olamaz. Ve hiç bir şey yoktan var olamaz. Yalnız tabiati vücude getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkiklerinde bu hakikat pek açık görülür.
Fakat şunu söyliyelim ki insanların bütün bilgileri ve inanışları insanın zekâsı eseridir. Zekâ tabiî olan dimağdan (beyinden) çıkar. Bundan tabiatı anlamakta zekânın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi, tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimâğı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmayacağı meydana çıkar.”
‘’ Her halde, hayatın herhangi bir tabiat hârici âmilin müdahalesi olmaksızın, dünya üzerinde tabiî, zarurî bir kimya ve fizik seyri netîcesi olduğunu kabûl etmek lâzımdır.’’
‘’ Görülüyor ki cemaat halinde yaşamaya başladıktan sonra, diğer içtimaî müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirmişlerdir.
Ulûhiyet mefhumunu bulan, bu mefhumun sırlarını keşfeden ve bugün dahi keşfetmeye devam eden, insan zekâsıdır.’’
‘’Muhammet Mekke de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen, dînî meseleler ve dînî düşünceler pek derin bir sûrette, zihnini işgâl ediyordu. Muhammet 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını, kendisinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı.’’
‘’Muhammet de, Mekke’den kalkıp Medine’ye kaçtı; buna hicret denildi ve bu hicret İslâm tarihine sonradan başlangıç oldu.
Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’ân denir.
Tarihi noktai nazardan da mütalea edildiği zaman görülüyor ki: Muhammet birdenbire “Allâh’ın Resulüyüm” diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidaî ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş; ve yıllarca tefekkürden sonra, kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy ve ilham fikri Muhammed’den evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidaî kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilhâm aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler, gûya kâhinlere kayıptan haber vermek kudretini ilhâm ederlerdi. Bu nevi itikatlar, Arabistan’da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücûduna samîmî olarak inanmıştır. O, hakikaten cinlerin, şairlere, şiir ilham ettiğine kâni’ idi. Araplar, şâirleri bir kâhin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Mûsâ, Îsâ dinlerine dair öğrendikleri de kendisinde bu itikâdı kuvvetlendirmiştir. Bu Peygamberler de melekler vasıtasiyle ilham aldıklarını söylemişlerdi. O dinlerde de cin ve melek telâkkisi vardı. Dinler nazarında cinler kötü ruhlar olduğundan, Peygamberler onlardan mülhem olmazlardı. Muhammed de diğer Peygamberler gibi, kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp, onları hayır ve saadete irşat eden ilahî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı.
Muhammed uzun bir devredeki tefekkürlerin mahsûlü olan âyetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrîr ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin, tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammed’i harekete getiren ilk âmil bu samîmî heyecanlar olmuştur.’’ [15]
‘’Dînî ve ahlâki inkılap yapmadan önce bir şey yapmak doğru değildir. Bunu da ancak bu prensibi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabiliriz.’’ [16]
Sabetayist muallim Şimon Zvi’nin (Şemsi Efendi) talebesi…
Memleket…
Biri memleket mi dedi? Hangi memleket?..
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
NECİP FAZIL KISAKÜREK
Gözümüzü açtığımızdan beri öyle yalan tezgahlarından geçiriliyoruz ki, şu devirde tezgahlardan imalat hatası olarak çıkmak çok güç ama imkansız da değil!.
Ana akım medyanın, günümüzde bu kadar sahte haber yaparken bize anlatılan geçmiş tarihin ne kadar sahte olduğunu bir tasavvur edin… Sabetayist Şimon Zvi’nin (Şemsi Efendinin) torunu olan Ilgaz Zorlu gazeteci Bahattin Çağdaş’a: ‘’Yahudiler dünyada iki devlet kurmuştur’’ diyerek, yalan yazan târihi kısaca hulâsa etmişdir…
Büyük mütefekkir Üstâd Necip Fazıl da yaşadığı dönemde bu tezgahları net bir şekilde görüp ve müthiş üslubuyla anlatanlardandır. Şunu da hatırlatmakta fayda var, Üstâd’ı diline dolayan AKP hükümetinin “kutlu davasıyla”, Üstâd’ın çilesini çektiği “Hakk davasının” zerre kadar alakası da yoktur…
Fikir namına bir şey kalmadı. Zaten bu rejimin amacı da fikir işletemeyen nesil yetiştirmek. Saçma sapan paylaşımlar, kendi kendini rezil eden tiktok videoları, diziler, yarışmalar, programlar, bozuk eğitim sistemi ve daha niceleriyle insanları fikredemez hale getirdiler. Bu sayede insanlık o kadar yalana alıştı ki, hakîkati gösterince bile kabul edemez hâle geldi. Yalanlarla gösterilen şahıslara öyle bir aşkla bağlanılıyor ki, o aşk insanı KÖR ediyor ve hakîkati kabullenemiyor. Hatta öyle bir seviyeye geliyor ki, Allâh Azze ve Celle’den korkmaz, kuldan korkar bir vaziyet alıyor. Sonrasında da, istedikleri bireyler çıkıyor ve bu vaziyet onların işine geliyor…
MADDE VE MÂNÂ
‘’Türk milleti zekidir, çalışkandır” – ‘’Varlığım Türk varlığına armağan olsun‘’ – ‘’ Ne mutlu Türküm diyene ‘’ – ‘’Her şey vatan için’’ gibi sloganları beyinlere vere vere, tüm hâkimiyetin, arz ve semâvâtın sahibi Cenâb-ı Hak’ı unutturarak, insanlığın ömrünü maddeye adapte edip, mânâyı anlayamayan bir nesil peyda ediyorlar… Halbuki Cenâb-ı Hak dilemeseydi ne VATAN, ne İNSAN, ne de bir ZERRE meydana gelebilirdi. İlâhi muradı, insanı ve mâsivâyı yaratma şeklinde tecelli etmiş ve bu da, nasibliler içün sonsuz bir RAHMET olmuşdur. Kendi cemâl ve kemâlini göstermek istemesi, irâdeden gelen ezeli bir kader olup, bu yaratıcılığını ebediyen devam ettirecekdir. İşte bunlar idrâk edilirse, hakîkat yolunda vatan, millet, bayrak ve diğer bütün kıymetler bir mânâ kazanır. Ama bu kadar nîmete rağmen, nefse tâbi olunup dünyaya aldanılırsa, ‘’sen kalk da ben yatam’’ diyerek cahiliye dönemi gibi dikilmeye devam edilirse, bunun cezası da elbette ağır olur…
Müfessir Konyalı Merhûm Mehmed Vehbi Efendi tefsîrinde, Allâh’ın İNZAL ETTİĞİ AHKÂMLA HÜKMETMEYENLER mevzû’lu âyetler hakkında hulâsa olarak şöyle buyuruyor:
“Binâenaleyh; mânâ-yı nazm: ‘’ALLÂH’IN HÜKMÜNÜ TERKEDEN KİMSE, ALLÂH’IN NİMETİNE KÂFİR, HÜKMÜNDE ZÂLİM VE FİİLİNDE FASIK demek olur.” [18]
Bunca ayetler ve beyânlar mevcutken, din ve dünya otoritelerinin hâkimiyet sahasını birbirinden kat’i çizgilerle ayıran, ilâhi iradenin yerine beşerî iradeyi koyan LAİKLİĞİ hangi Müslüman kabul edebilir? Yahut da, bunu kabul edene, savunana, nasıl Müslüman denilebilir? Bir insan “Müslümanım” diyerek, “Ben Allâh’ın dört delil ile vaz’etdiği irâdesine “vaz’-ı ilâhî” olarak, dünyada ve üzerimde tatbik edilmeleri içün (îmân) eden birisiyim” demiş olacak; bir yandan da “laiklik veya şunun bunun irâde ve arzusu îcâbı bunların tatbîkini istemiyorum” derse, böyle bir insanın aklî melekelerinin yerinde olduğundan veya ciddiyetinden, haysiyet veya şerefinden bahsedilebilir mi?..
İşte Türkiya’daki politik sistem, insan aklı veya şerefiyle böylesine alay eden, insanına zerre kadar kıymet vermiyen tam ve mutlak bir hukuksuzluk (zulüm) sistemidir ki, böyle bir yerde “Hürriyet, insan hakları, kadın hakları, işçi hakları, adâlet, hukuk, güven, din, ibâdet, namaz, oruç, hacc, cihad, cami, mescid, kabristan, nikah, veliyyülemr, âile, maarif, sıhhat, ticâret, îmân, helâl, seyyahat, dil, akıl, nesil, can ve mal, yaşama hürriyeti, v.s. gibi” topyekûn insânî kıymetlerden bahsetmek, mutlak sûretde abes, vicdan, muhâkeme, mantık, insaf ve akıl dışıdır…
(Mâba’di var)