İSLÂMİYYET DIŞINDA “YEMİN” OLMAZ; “ŞEHİD” OLMADIĞI GİBİ…
Ahmed Selâmî (Dağistânî)
İslâmiyyet’de “yemîn”, Kur’ân, Sünnet ve icmâ’-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ ile sâbit bir (akiddir); ve dolayısıyla “zarûrât-ı dîniyyeden” olup, ona, edille-i şer’iyye içindeki keyfiyeti ile inanmayan veya onu beğenmiyen, onda şek veya şübhe eden, bu Mutlak Dîn tarafından dinin hudûdu hâricine atılıyor ve “Senin benim içimde yerin olamaz!” deniyor…
“Yemin”, lûgat ve ıstılâh ma’nâsıyla da kur’ânî bir kelimedir, tam tercümesi yokdur, olamaz! Bazı ilâhyapyatçı-ilhâdiyatçı, “Tarîkatçı kalabalıkları” (Hakîkî ve Şer’a tâbi’leri tenzîh ederiz.) ya’ni BARİKATÇI sürüsü “ham yobaz kaba softalar” ve DİB’çi echeller halt edip, gûyâ tercüme edilebileceğinden bahsediyorlar; bu, aynı zamanda dangalaklık ve zekâsı özürlülükdür!. Çünki kur’ânî ola “yemîn” kelimesinin içini Kur’ân, hadîs, icmâ’ ve müctehid imamlar doldurmuşdur… Bunun aynısını, ne başka herhangi bir religion veya demokrasi; ve ne de, hele hele demputrasi doldurup vaz’edebilir!?.
Bu muhal…
ALLÂH kelimesi gibi, kelime-i tevhîd gibi, edille-i erbaa, dâr-ı harb, şehîd, cihâd, nikâh-ı şer’î, teadüd-i zevcât, ülülemr, veliyyülemr, hılâfet, halîfe, bilhassa KADER ve sâir gibi… Bütün bu ıstılahlar, İslâm bütünü içinde varlık ortaya koyar, onun dışında bu keyfiyeti ile herhangi münkîr bir idrâke aktarılmaları, onların da kendi sistemleri içinde onu kendi i’tikadlarına âlet ederek kullanmaları bahis mevzuu olamaz…
Anınçün ona, “And denebilir, söz vermek, söz almak, laf sıkmak, atmak, küllemek, aldatmak, külâh geçirmek..v.s., artık ne diyeceklerse! Buna “demputratik ritüel” de deseler olur! Lâkin bir müslüman kendi “yemîni”ni ve herhangi bir Şerîat emir, yasak, haber, helâl, haram veya ruhsatını, haçlı-ateist kafasındaki “ritüel” olarak aslâ ve kat’a diline ve kalemine alamaz. Eygi gibi, bazı dînî ıstılahla ve amellere “ritüel” diyen İslâmiyyet’in o cüz’üne hıristiyânî bir kılıf, ma’nâ, keyfiyet geçirmiş ve onu İslâmsızlaştırmış olur… Ritüel, haçlıların (ibâdetlerini) ifâde eden bir kelimedir. İslâm, ancak islâmî ıstılahlar ile yürür, nesilden nesile aktarılır. Bunun aksi düşünülemez, tahrîf, tağyîr, tahrîb ve tebdile bir gidiş istihdâfı zarûrî olur. Nitekim bu beliyyenin içinde olduğumuz da inkâr edilemez. İslâm’ın herhangi bir ibâdeti, bu “rit, ritüel” frenkçesiyle aslâ anlatılamaz. Fransız kültürü içinde, Galatasay’lı olarak yetişen Eygi gibiler, neyi nerede kullanacaklarına dikkat etmezlerse, İslâmiyyet’in içine, O’na âid olmıyan mefhumlar dolar, bu aziz ve mutlak dîn tanınmaz hâle gelir. Zâten bazı kitleler, hizib ve gruplar, bozuk tarîkatler, bâtınîlik havası taşıyan yamuk tasavvuf çevreleri, DİB’ler, ilâhiyatlar, modernizmin ibâhasını yalayan ve mezhebi geniş edebiyât çevreleri, v.s. gibi yerler, “İslâm” diyerek, İslâm dışı bir din îcâd ve ihtirâ’ eylemiş ve kendilerini bu yollarla avutur olmuşlardır… Bütün bunların altında ise, modernizmin o tepeden bakıcılığına esâret ezikliği ve gizli bir şirk hâlinde İslâmiyyet’den utanmak; ve bunu gidermek içün de, onu, kendi nefislerine göre yeniden ve etraflarının memnûn kalacağı bir (ibâhiye) kalıba dökmek iblisliği yatmaktadır…
İslâm’daki “yemine” bakacak olursak, bu, tamâmen müslümanlara âid bir akiddir, bir cihetiyle de ibâdet… İslâm’daki nikâh gibi…
“ONLAR, MÜ’MİNLER HAKKINDA YEMÎN VE AHİD GÖZETMEZLER!”
Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm, Tevbe Sûre-i Celîlesindeki ba’zı âyet-i kerîmelerin tefsîrinde gayr-i müslimlerin yeminleri içün şöyle buyuruyor:
“…bir mü’min hakkında ne bir yemîn ne de bir ahid gözetmezler–ya’ni hey’et-i mecmuasıyla ÜMMET-İ İSLÂMİYYE HAKKINDA GÖZETMEDİKLERİ GİBİ EFRÂD-I MÜ’MİNÎNDEN HİÇBİRİ HAKKINDA DA HİÇBİR HAKK U AHİD GÖZETMEZLER (……) ve işte bunlardır ki o mütecâvizlerdir.” (c. 4, s. 2466)
Ve müfessir Merhûm, bugünün cıvıtmalarını görseydi, kim bilir belki de onlar içün aslâ yemin kelimesini kullanmaz, “and, mand, andika, antika, andıça, tanrısal sözveri, anıtsal tapın söylevi, totem ATA tapınsalı, v.s.” gibi şeylere denk gelecek ne ıstılahlarla onları muhâtab alırdı!.. Merhûm Müfessir devâm buyuruyorlar:
“…………….” şübhesiz ki bunların aslâ YEMİNLERİ yokdur.– Hakîkatde onlar içün, onların nazarında YEMİN denilen şey yokdur. Kalblerinde YEMİNİN hiçbir kıymeti olmadığından ağızlarıyla ne kadar yemîn etseler boşdur. YEMİNE riâyet etmez, YEMİN bozmayı bir mahzûr saymazlar. YEMİNSİZ oldukları, küfürde bu kadar ileri gitdikleri tahakkuk ve tebeyyün etmiş bulunanlarla artık bir ahid yapmak imkânsız olur. Bunlarla bir ahid yapabilmek, YEMİNSİZLİKDEN VAZGEÇMELERİNE MÜTEVAKKIFDIR.” (c.4, s. 2467)
Demputrasi dîninde, asırlardır her memleketde and veya andiça içilir, çekilir ve and yenir de! Ancak verilen sözler söz olmadığındandır ki aslâ yerine getirilmez; ve bu sözlerden fırıldak kekrem veya mamal gibi fırıldakça dönülür ve bunlar seccâde gibi de çiğnenir!. Bu kail alddatma ve mübtezelliklerin hiçbir cezâsı veya müeyyidesi de demputratik laik cumhuriyetlerde yokdur. “Şu herif veya politikacı sözünde durmadığı içün şu cezâyı almışdır!” gibi bir hükme demputrasi dîninde hiç kimse rastlamamışdır!. Çünki lâyık demputrasilerin, verilen sözden dönmeye, caydırıcılık çâresi ve tedbîri yokdur ve olamaz! Allâh Azze ve Celle’ye ve Âhıret Günü Hesâbına ve oranın cezâsına kalbinde tam bir îmân olmıyan pozitivist ve lâyık-seküler kesânın andı-mandı hiçbir şey ifâde edemez…Halbuki İslâmiyyet’in bir cüz’ü olan YEMÎN-İ ŞER’Î, aslâ böyle değildir. Müfessir Merhûm şöyle buyurur:
“…. nakzı aslâ câiz olmıyan YEMİNİN bozulmasından dolayı bu muâhazenin, evleviyyetle FARZ olacağı derkârdır. Bu sûretle bütün kefâretlerde hem ukûbet, hem de ibâdet ma’nâsı vardır. Ve herhangi bir yemîn-i mün’akide bozulduğu zaman da, dünyâda bir kefâret ile muâhaze edilir.” (c. 3, s. 1802)
İslâmiyyet’de YEMÎN nassla sâbit olub, onu inkâr, beğenmemek, hafife almak, alay etmek ve gayr-i mu’teber kabûl etmek, yerine haçlılardan uydurma şeyler oturtmak gibi kavil ve fiiller bir müslümanda tezâhür ediyorsa, bu, onun Allâh’ın dîninden tard edilişi ya’ni kovuluşu, kâfir (mürtedd) oluşu ma’nâsına gelecekdir… Demputrasi dîninde ise böyle “dembokrasiden tard sebebi” bir and veya andiça yokdur; andiçaların ırzına geçmek, onları şamaroğlanı yapmak, üstüne bevletmek, it-köpeğin önüne atmak; onları, kânûn teşrî’ edecek pekkakalı paralamento tanrıları gibi yamuk yumuk veya kerhen, içine ede ede okumak v.s. gibi şeyler, bu mahlûkâtı, “Demputrasi mürtedi” olmak gibi bir çukura aslâ atamaz!… Bu andiçaların inkârı veya ihlâli veya onu tahkîr etmek veya her an değiştirmek ve zıddına kalbetmek gibi şeyler, “Haçlı, ilketapar, heykelperest, kulatapar, ataperest, çağdaşkeş ve HİÇ medenî veya çok edenî dünyâda”, “büyük suçdur” denilerek henüz duyulamamışdır!.
İslâmiyyet’de YEMÎN, gamus, lâğv ve mün’akide olmak üzere 3 çeşitdir. Demputrasi dîninde ise, böyle bir incelik, ciddiyet yokdur; orada helâl-haram, andına veya andıçasına ihânet eden insî ve politik bir şeytanın Âhıret’de hesâba çekilmesi gibi hakîkat veya mefhumlara rastlamak MUHÂLDİR!. Böyle olunca da dünyâdaki andlarını, söz ve ahidlerini, tapındıkları anayasaları gibi delik deşik etmek, onlar içün pek tabii ve olağan bir işdir!.
İslâm’ın dışında olanlar, adı geçen islâmî “yemîne” inanmayabilir ve kendi religion, kitab, haç, put, heykel, nutuk ve tanrılarına göre and içib and çekebilir; veya, kendi teşrîî (yasama) tanrılıklarını ortaya koyan “nâmus ve şerefleri, akıl ve şehvetleri, nefis ve hevâları” v.s. üzerine de and-andiça içib kafalarını çekebilir; ve câhiliyye arabları gibi de helvadan ma’mûl putlarını yemeleri misâli yiyebilirler! Hatta tapınak ve mozoleleri; kubûru (kabirleri) ve bir takım ruhları, doktrin ve ideleri üzerine de andiça içebilir, çekebilir ve yiyebilirler; bunlar onların modern câhiliyyedeki (usûl ve dîn) mes’elesidir, müslümanların ve Müslümanlığın değil!..
“YEMÎNİN MÜN’AKİD OLMASI İÇÜN, ÂKİL, BÂLİĞ VE MÜSLÜMAN OLMAK ŞARTDIR!”
“İslâmiyyet’de yeminin, mün’akid ve mu’cib-i kefâret olması içün, yemin edilen husûsâta, sebât ve adem-i sebât imkânı; ve yemin edenin, ÂKIL, BÂLİĞ ve MÜSLÜMAN olması ŞARTDIR.” (Bkz. Ni’met-i İslâm, Muhammed Zihni Ef. Hazretleri)
Halbuki Demputrasi Dîninde, andiça içib çekmek içün “Müslüman olma şartı (!) hatta dembokrat olma şartı” bile yokdur!. Bir eşkıyâ, bir terör güdümlüsü, bir faşist, kamalist, bir fetoşist, bir cânî, bir çocuk tacizcisi, bir uçkuru düşük genel başkan müsveddesi, bir soyguncu bile olunsa, böyle bir “andıça söylemi ve eylemi” ameliyyesinden o bile çok rahat geçib formaliteyi veya mazbatayı sırıtarak çok rahat sırtlanabilir!..
(NOT: Makâlemize 24 Haziran 2018’den sonra ilâvedir.
CB’nın, “Kandil’in güdümündeki parti” dediği dembokrasi dışı çete sürüsünün, tapındıkları demputrasi paralamentosuna 3. parti olarak 67 kelle ile çakılmalarından; ve Bay Başkanın paralamentoda ekseriyeti teşkîl etdiği bir evvelki devirde bu pırtıyı kapatmak içün hiçbir tedbir almayışından dolayı, aceba dembokratik kefâret (!?) gibi bir bedel ödeyebilmesi düşünülebilir mi?! Ve o zamanlar, “İslâm’ı güncelleme gibi bir güncellemeyi, o partiyi de güncellemede ele ve dile alma ağalığı” tırnak ucu kadar da olsa neden ruznâmeye getirilememişdir??? Acebâ haçlı-yahudi ve demputrasi dünyâsında (dayısı) olan Kandilistlerle itişmek kolay olmayıb, nefes kesen bir hâl olduğu içün mü getirilememişdir!?. O kandil ve Pensil güdümlü parti-pırtılara vücûd ve varlık sebebi olan ucûbe sistem ve onun partileri ve o partilerin başlarındaki demputratik imparator ve krallar, muhâlifleri olan parti ve pırtıları “Bu güdümlüleri meclise siz sokdunuz!” diye suçlarken, geçen devirdeki kendi ma’rifetlerini hiç görebiliyorlar mıdır!?… Politik şerbetliler, Taptıkları sistem ile Kandilli ve Pensilli eşkıyâları para-lamentolarına kânûn yapacak “tanrılar” olarak HEM sokuyor; ve hem de, sonrasında, cadaloz köşe kaynanası gibi, manzaradan zırıl zırıl şikâyet üstüne şikâyet krizleri geçiriyorlar!..
İşte bu da: “Millî irâdesine tapılan (!) Ulus Hazerâtının akıl ve mantığına bevledib, onunla alay etmenin demputratik keşfi” olsa gerekdir!
“YEMÎN, ALLÂH’A TA’ZÎM İÇÜN AKD OLUNUR. KÜFÜR İLE BERÂBER İSE TA’ZÎM OLMAZ”!
Nimet-i İslâm’ında FIKIH Allâmesi Merhûm Muhammed Zihni Efendi Hazretleri buyuruyor:
“İslâm üzere olmayanın dahî, YEMÎNİNE i’tibâr olmaz.”
Dip not ise şöyle: “Çünki YEMÎN, Allâh’a ta’zîm içün AKD olunur. Küfür ile beraber ise ta’zîm olmaz.”
Nimet-i İslâm’dan:
“Yemin irtidâdd ile de bâtıl olur, sonra müslim olsa da, hükmü o butlâna te’sîr etmez.”
NOT: (Aşağıdaki kısımlara 6/Haziran/2023 tarihinde ilâveler yapılmışdır.)
İslâm’da yemîn, ALLÂH AZZE VE CELLE ÖNÜNDE İCRÂ EDİLİRKEN; demputrasilerdeki and içiş veya çekiş: “Büyük Türk milleti ÖNÜNDE, nâmûsum ve şerefim üzerine and içerim” şeklinde içilir ve çekilir! Böylece de, Allâh Azze’nin yaratdığı mahlûku olan halkın ÖNÜNDE OLUŞ, İslâm’daki Allâh dediğimiz nâmütenâhî kuvvet, kudret, ilim ve irâde sâhibi HAYY ü KAYYÛM’un yerine çakılır ve ona tapılıyor görünülür!. Ayrıca bu “nâmûş ve şeref” neyin nesidir, herkesde bulunur mu, ne kadar bulunur; bulunmazsa, bulunmıyanlar, olmayan şeyleri üzerine and içince, neyi içib yudumlamış olacaklardır?!. Bütün bunların, “fikir fâhişesi” olmıyan insanlar tarafıdan kıymetlendirilmesi ortaya neyi koyacakdır?…
Meselâ Ermeni (şeyhâne potroniçesi müteveffâ Manukyan), T.C.’de “Vergi Rekortmeni” olarak çok takdîr ve taltîf edilmiş; hükûmet-i cümhûriyyeden “vergilendirilmiş SERVET (mallar) kutsaldır” gibi vecizelerle göklere çıkarılmış, mallarının kutsiyyeti de resmen tasdîk edilmişdi!. Meselâ o da bir (vatandaş olarak) milletvekîli olsaydı, bir patroniça olarak aynı andiçayı o da, Erbakan politikperestlerinden müteveffâ Yâsîn Hatiboğlu gibi EZBERE bile okuyabilirdi… Hem “sayın madam Manukyan” bir “cumhuriyet bayanı” olarak şu atasal vecizenin de sâhibi olarak cumhuriyet kazanımlarına çok büyük atkı ve katkıda bulunmuş, “Ben NÂMUSUMLA kazanıyorum” demişdi…
Madam Matild Manukyan, andiça içmek mevkiinde kalsaydı, bu cins bir “nâmûs ve şerefi” üzerine andiça içecekdi!. Anınçün bu “nâmus ve şeref” üzerine bir şey oturturken, bizler, çok dikkatli oluruz da, çağdaş kamalist yurtsever-vatansever-heykelsever ve taparlar ve İslâmsız felsefeciler, nutuk mürîdânı, demputratik parti liderleri, her kademedeki başkan silsileleri, ümmet reis-i muazzam ve muallâları, neleri ne kadar ve nereleriyle teemmül ve tefekkür ederler, bunları bizim ta’yîn ü tesbît etmemiz bir hayli zor, (kurbağaca olanak) dışıdır!..
DÎNİ GÜNCELLEME BÜTÜN TEŞEHHÎLERİYLE DEVAMDA: “NAMAZIN KAZÂSI VAR, SEÇİMİN YOK!”
Üzerine and içilen metin de, her devrin nabzına ve esen rüzgârına göre cihet, kılık, koca, ambalaj ve makyaj değiştirir! 1789 Fr. İhtilâli ile ortaya çıkan, cumhûriyet, demputrasi, laiklik, anayasa, vatandaşlık, parti, sanduka, oy v.s. gibi bu andiça ile de içib kafa çekmeler, İslâm’da hiç görülmemiş ateist âdât ü an’anâtından olmağla, Paşa Ziyânın kalemiyle “İş bu rivâyet yeni çıkdı” kabilinden ucûbe-i siyâset kabilinden şeylerdir. Ancak “Ümmet ve İMÂMET” münkarîz olalı, ümmetin bugünki enkâzı, iş bu nasrâniyyât ve isrâiliyyâta ziyâde münhemik ve müncezib oldu!. O olmazsa olmaz dercesine ve bu derecede (lâzım-ı gayr-i müfârık) addedildi; ve halk-avâm ve havass-ı bîdîn, bu usûl-i ecnebiyyeye tapar hâle geldi veya getirildi!… Kayserevî hacı Abduş gibi ba’zı küflenmiye yüz tutan politikacı fırıldaklara göre bu, dînîleşerek dînin bir parçası bile oldu… Hatta o kadar ki, “Ümmet Liderine göre Namazın kazası var, seçimin yok” cümlesinde olduğu gibi, ALLÂH Azze ve Celle’nin EMRİ olan namazın da çok üstünde, başka tanrıların EMRİ olduğu tebeyyün ve taayyün eyledi!..
Böylece demputrasi dîni, İslâmiyyet’deki “AHKÂM-I SULTÂNİYYE, CEMAAT, BEY’AT, EHL-İ HÂL VE’L-AKD VE BEŞERİYETİN HALÎFETULLÂH OLARAK YARATILMASI VE BA’DEL-ÎMAN İLK FARÎZA-I DÎNİYYE İMÂMETDİR” gibi ZARÛRÂT, ya’ni üss’ü-l esâs-ı şer’iyye, dînî ilimlerden ve binnetîce îmân, amel ve ahlâk binâsından koparılıb silinmiş ve lâğvedilmiş, İslâm, en baş rükünlerinden makaslanmış oldu… Ve ortaya, sâir muharref edyân gibi bir din ihtirâ’ edilmiş ve adına da, o ismi çok sevdiklerinden (!) gene “İslâm” tesmiye edilerek, “durmak yok, yola ve güncellemelere devâm” nakarâtıyla ve bu ismin gölgeliği ve maskeliğinde yürünmüş; haçlı hükûmet ve idâre usûlleri iyice çakılmış, andiçalarla da uluslara lâ teşbih zemzem kudsiyyetinden çok daha ileri bir “emokratik hakk hayâlleriyle” iyice ve son damlalarına kadar içirilmişdir!. Anınçün bugün, bilinmiyen İslâm’ın tatbîki peşinde koşan nice saf yürekler ve bilhassa gençler, bizi anlamamakda ma’zûr ve bir cihetden de mazlumdur…
DEMPUTRATİK ANDİÇA MACERASINDA, NİSVÂN-I CÜMHÛRİYYEDEN ZANA-KAVAKÇI-MÂHİNÛR TÂİFELERİNE KISA BİR ATF-I NAZAR…
6/11/1991’de, paralamentodaki Pekkaka uzantılarından L.Zana, andiça okumayı maskaralaştırınca, ihtiyar Para-lamento reisi, oturağından “Düzgün oku kızzzz!” diye kaç kere aklınca ihtârlarda bulunmuşdu! Ancak o kız dediği madam hiç kâle almıyor, andiçayı okurken kürtçe ibâreler karıştırıyordu!
Nesillerin, bir-iki üst nesillerden apayrı modernist ve reformist din anlayışına nasıl sür’atle kaydığını daha iyi anlamak içün, Merve Kavakçı hâdisesi üzerinde biraz tafsilli durmamız fâideli olacakdır kanaatindeyiz:
18/4/1999’da ise, Merve Kavakçı, önünde eğilib oy vermiyen müslümanları “Yahudi Askeri” ilân eden ERBAKAN’ın parti-pırtısından para-lamenter olub başörtüsü ile andiça içmeye gelince, RAŞEL’in (yahudiceden Türkçe’ye külleme yaparen Rahşan yapılan) madamın zevci olan zât; ya’ni BÜYÜK OSMANLI MEDÎNE KÂDÎSİ ve ÇİN İSLÂM HAMÎDİYE MEDRESESİ BÂNÎSİ MERHÛM MUSTAFA ŞÜKRÜ EFENDİ HAZRETLERİNİN TORUNU bulunan o zât; O Robert Kolejli ve Müteveffâ Mösyö Mustafa Bülent Ecevit ise, kalb krizi geçirecek raddelerde sinirlenib, kaşlarını da süngü çatar gibi çatmış, hatta kendini kaybeder hâllere girmişdi!.. Ve sesinin son perdesiyle “Bu bir kadın, biraz nâzik, behşüş ve yumuşakça olayım” bile demeden, ün üne haykırıyordu: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir, bu kadına haddini bildiriniz!..” ANDİÇA târîh-i cümhûriyyesinin “Adâlet-hukuk-hürriyet-müsâvât-âdâb-medenilik-insanlık,v.s.” hususlarında aldığı ve alacağı notlar, görüldüğü gibi pek merakâver ve çok ileri derecede devrimsel, atatürkçü, kamalist, kadın hakları goygoyunda efemine ve çok laik-demputrat bir seviyededir!
Bu Merve hanım, çocukluk arkadaşım GÜLHAN hanımın kerimesi, Kadriye Hanım Teyzemizin kızından torunu idi. Ancak başının örtüsü onun son derece modernist bir anlayışa sâhib olmasına mâni’ olamaz, ne tür bir İslâm telâkkîsine sâhib olduğu Erbakanist demputraside bilinemez ve görülemezdi. Yanındaki koruyucu yeleği madam N.Ilıcak ise daha ileri ve akrobatik bir modernite sâhibesiydi! Madam Merve’nin Babası Prof. Yusuf Ziyâ Kavakçı ise, mezhebsiz arab ülkelerinden topladığı müktesebâtıyla, bir başka renklerde modern din anlayışına sâhib idi ve kızlarını da ona göre yetiştirmiş olmalıydı!.
Meselâ Üstâd Necib Fâzıl Bey Merhûm’un son derece haklı olarak “Baîdullâh” tesmiye etdiği; Püsküllü Kadir’in ise “Hılâfet” nâm abuk-sabukluklar kumkuması kitabında (Büyük İslâm Âlimi) diyerek pek çok yerde kaynak gösterib şişirdiği, o ileri derecede reformist ve SAPIK Muhammed Hamidullâh denen hindli dünyâsını değiştirince; “cenâze namazını” ABD’de acebâ KİM KILDIRMIŞDI?.. Bu NAMAZ, son demlerinde İskenderpaşa’ya intisâb eden 1946’ların Bartın sâbık süvâri alayı kumandanı EDHEM amcanın torunu ve Alamanca muallimesi GÜLHAN Hanım’ın Büyük Kızı ve sonra “ümmet lideri ve reisi Başkumandan, Cübbeli nazarında kendisine itaat farz olan ÜLÜLEMR Erdoğanın” Malezya B. elçisi de yapdığı, O pek meşhûr MERVE hanım kızımızın İMÂMETİNDE KILINMIŞ OLACAKDI!…
On parmakda onbir modernistçe hüner bu olsa gerek!
Bu eskimiş ve köhnemiş dünyâ, bakalım daha ne başörtülü madamiyye ve bayaniyyeler görecekdir!
Belçika paralamentosunda tam 10 yıl parlamenterlik yapan, Belçika doğumlu ve başörtülü Mâhinûr yavrumuz da, şimdi 85 milyonluk Anadolu ehâlîsinin “ÂİLE İŞLERİNİ” tenvîr ü tedbîr ve tekmîl ü tanzîm eyleyüb cümlesini hall ü fasl eyliyecekmiş…
İstanbul sözleşmesi denen gâvurlaştırma andiçasıyla 11 yıl küreselci aklıyla îmân ve şahsiyeti pörsütülen ehâlî, o sözleşmeden fışkıran 6184. madde ile, nasıl “âilesinin köküne kibrit suyu döküldüğünü” sanki hiç görmemişdir! I8’inden evvel evlenenler, kadının şâhidsiz, senet-sepetsiz bir yâvesi veya iftirâsıyla evine girmesi yasak edilen âile babaları, acebâ hangi küresel dürtüler netîcesinde sokaklara dökülüyorlardı?. Först Leydi-i Şâhâne ve dahî her mekân ve zamanda hâzır-ı meydân-ı nazar, REFÎKA-YI Tayyibâne, Emnânım Hemşîre-i Muhterememiz Hazretleri DAHÎ: “Toplumsal cinsiyet eşitliği bizim içün ölüm kalım mücâdelesidir” şeklinde cihâna meydan okuyan FERMANLARI ile, aceba hangi küreselcilerin verdiği ilhamlarla ortalığı inletiyordu?. Hastalananlar ve kahrından intihâr edenler, babasız bırakılan milyonlarca yavrular, bu kânûn paçavralarının elinde can çekişirken, bütün bunlar az gelmiş olacak ki, bütün bunları düzeltecek kişi olarak da “Âvrupa-Belçikasında” doğmuş ve oranın “Katolik felsefesi” içinde tahsîl ü tedrîs görmüş ve yetişmiş bir hanım Kızımız olan Mâhinûr Hanım Cenabları, bâlâda arzetdiğimiz bütün bu âfât-ı araziyye ve semâviyyenin (biavnihî KADEM’iyye ve Özlem Zenginiyye) himmet-i nisvânü’l-hannâsı ile, altından girib üstünden çıkacak ve bu yahudi saçına dönmüş işlerin cümlesini, (KIRMIZI ÇİZGİLİ selefi ve Özlemli tâifelerin) himâye ve kılavuzluğunda kargalara muhtaç olmadan, tertemiz ve pîr üpâk edib, çerçevesiyle de Külliye-i Tayyibe’nin Garb Cebhesindeki duvarına “onur ve gurur ve sürûr” içre asacakdır!…
ANDİÇA TÂRİHİNE KISA BİR GÖZ ATIŞ!
Mevzuumuz olan (andiça)ya tekrâr şürû’ etdikde:
Ol nesne-i meşhûrenin târîhî seyrine bir bakalım…
- 1921 Teşkîlât-ı Esâsiye Kânûnunda (anayasada) yemîn dedikleri bir andiça yokdu; ve o, 23 maddeden ibâret bir “anayasadır!”
- 29/Ekim/1923’de, buna “Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuriyettir” cümlesinin ilâvesiyle iktifâ edilmişdir. İslâmî yemîn şekli kullanılmış, “VALLÂHİ SADÂKATDAN AYRILMIYACAĞIM” denilerek ana kânûna sadâkat ızhar edilmişdir. Çünki devletin dîni “İslâm’dır” ibâresi henüz kaldırılmamışdır.
- İlk Teşkîlât-ı Esâsiye Kânûnu (anayasa), 20/7/1924’de yapıldı. Bu ana kânûnun 16. maddesinde andiça şöyle ihtirâ’ edildi:MADDE 16 – Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar (andiça içerler):“Vatan ve Milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kaydü şart hâkimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakattan ayrılmıyacağıma VALLÂHİ.”
- 10/4/1928’de, andiça, “VALLÂHİ” kelimesi kaldırılarak, Allâh adına verilen AHD ü MÎSÂK Allâhsız bir keyfiyete büründürüldü… Ve andiça şu şekle sokuldu: “Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâ kayd ü şart hâkimiyetine mugayir bir gâye takip etmiyeceğime ve cumhuriyet esaslarına sadâkattan ayrılmıyacağıma nâmûsum üzerine söz veririm.” Bu andiça 36 yıl aynen kaldı. 1928’deki bu değiştirme ile “Türkiya Devletinin DÎNİ, DÎN-İ İSLÂM’dır” ibâresi de kaldırılarak, resmen İslâm devletden tard edilmiş oldu…
- 27/Mayıs/ 1960 postallı darbesi veya kazan kaldırmasıyla 1928 anayasası ile andiça da çöpe atıldı. Yerine darbe çetesi 1961 anayasasındaki şu andiçayı getirdi:MADDE 77 – Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri görevlerine başlarken şöyle and içerler:
“Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; Milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve lâik Cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkın mutluluğu için çalışacağıma nâmûsum üzerine söz veririm.”
- ABD güdümündeki işkenceci KENAN Evren başda olmak üzere (12. Eylül 1980) darbecileri, 1982’de, berbat bir TÜRKÇE ile bugünki o upuzun, sıkıcı, bunaltıcı, anlaşılması dolambaçlı, kullara taptırıcı, Anadolu ehâlîsinin 11-12 asırlık dîn-îmân ve mukaddeslerini ve târîhî şahsiyyetini çöpe atıcı, teferruata ve abuk-sabukluklara boğulmuş, diktacı; milleti dîni, dili, âilesi ve târîhiyle tahkîr edici, aşağılayıcı bir anayasa ve onun 81. maddesindeki (andiça güldürünâmesini) ihtirâ’ eyledi, îcâdedib uydurdu… Okumak ister misiniz:
MADDE 81. – Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, göreve başlarken aşağıdaki şekilde andiçerler:
“Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”
BÜTÜN ANADOLU HALKI 11-12 ASIR HÜKÛMET KELİMESİNİ KULLANMIŞKEN, ŞİMDİ FRANSIZ GÂVURUNUN “HEL” MA’NÂSINA DA GELEN “KABİNE” KELİMESİNİ KULLANMAK, MEL’UNCA BİR EZİKLİK VE MÜBTEZELLİK DEĞİL MİDİR?
2/Haziran/ 2023 mübârek ve esir Cum’a günümüzde 15 partili 5 ittifaklı para-lamentoda bu andiça içilmiş, sonraki günlerde de cumhur ittifakı başı ve “kabine” dedikleri hükûmet a’zâları içmişlerdir…
Burada şunu da beyân edelim ki, bu devrede hükûmet kelimesi dillerden silinib, yerine Fransız keferesinin “Kabine” kelimesi çakılmıya başlandı! Bu kelimenin lûgatlara bakılırsa 4 ayrı ma’nâsı vardır. Bunların içinde birisi de “HEL” demekdir. Bu Anadolu halkını o kadar düşkün, ezik, kendinden utanan hâle getirdiler ki, Fransız kâfirinin “Helâ” ma’nâsına da gelen kelimesini “HÜKÛMETİN” yerine geçirdiler… Bu yeni devrin saltanatperestleri Türkün dilinde 11-12 asırdır yerleşmiş, hızmet etmiş, bütün kitablarda yer almış bu “HÜKÛMET” kelimesi ve telâffuzunu hangi îmân, dîn, vicdân, ahlâk, insaf, hayâ, edeb, terbiye ve insanlık taşıyarak değiştirirler ve yerine; Fransız gâvurunun “HEL” ma’nâsına da gelen o ucûbe, hılkat garîbesi, iğrenç ve dişlek, kenef suratlı kelimesini basarlar?. Kendileri içün “ismiyle müsemmâ” mı dedirtmek istiyor bu nevzuhûr demputrasi mü’minleri??? Bu rezillik ve mübtezellik değil midir?.
Lisan ve yazı, ELİFBÂ, kelime ve cümleler, hulâsa ANA DİLİN de ötesinde ECDÂD-ATA DİLİ, bizim olmazsa olmazımızdır. Bütün dünyâ tasdîk eder ve ediyor ki, dilini, yazısını, kelimelerini kaybeden bir milletin DÎN, ÂİLE, TÂRİH gibi en ana direklerinden dördüncüsü olan DİL ya’ni TÜRKÇE, oyuncak edildi mi, o milletin sonu gelmiş demekdir… Bu cinâyetleri hayâsızca göze olanlar, ebediyyen mahkûm, MAKHÛR ve MUZMAHİL olacaklardır…
Kendi içlerinden çıkan bazı adamlar bile bu hılkat garîbesi hallere kısık sesle de olsa ba’zı dokundurmalar yapmakdan kendilerini alamamaktadırlar:
“1924 ve 1961 metinlerinden hemen her alanda radikal bir şekilde ayrılan 1982 Anayasası’nda, milletvekili yemininde de “aşırı” bir üslup benimsendi. Temeli “söz vermek” gibi bir gönüllü eyleme dayanan andiçmede bile toplumu ayrıştıran bir metin karşısındayız.
Birbirine 11 adet “ve” bağlacı ve 7 virgül ile bağlanmış tam 59 kelimenin doldurulduğu tek cümlelik bu yemin, parlamentoya giren milletin kimi temsilcilerine “zorla” söz verdiren bir metin olarak yarın bir kez daha okunacak.
O müstesna Türkçesiyle…
İhtimal çok sayıda milletvekilini tek ayağı üzerine dikerek!..”
Meselâ “Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma nâmûsum ve şerefim üzerine and içerim” diyenler, uğruna nice müslümanın ve Şalcı Bacı gibi ihtiyar kadınların bile ipe çekildiği o ŞAPKA KÂNÛNU denilen kadük (işlemez, ölü) nesneyi bile bu hâliyle kânunları arasında yaşatmıya çalışıyorlar ki, dünyâyı kendilerine güldürüyorlar! Haçlı Batı bile bu kendi başlığını, kendisi içün hiçbir zaman “İlke ve inkilâp” olarak târihinin hiçbir yerinde görmemiş, böyle bir iptidâîliğe düşmemişdir…
“GÜNCELLEME” DİYEREK ALLÂH’IN KÂNUNLARIYLA OYNIYANLAR, BEŞER KÂNÛNLARINI NE KADAR TAKAR!?.
Hâlâ bugün bile hakkında kânun bulunan bu müzelik nesneyi, hangi “Nâmus ve şeref” sahibi andçılar hani nerede başına koyuyor; ve bu “İlke ve İnkilâba neresinden Bağlı” kalıyor!? İlke ve inkilapların daha niceleri, İnönü zamanından i’tibâren her devirde ve her iktidâr elinde ve uydurma te’villerle kılıkdan kılığa sokulmamış mıdır?. “Değişim, dönüşüm, güncelleme, 14-15 asır evvelki islâmî hükümler bugün uygulanamaz ve bilmem neler” diyerek, Mukaddes ve Muazzez İslâmiyyet’in bile edillesi ile çocuk oyuncağı gibi oynandığı bir zamanda, hangi beşerî ilke ve inkilaplarla oynanmıyacakdır?.. Hâl böyle olunca da, “Bağlı kalınan ilke ve inkilaplar” diyerek mevhûm ve muhayyel bir takım öcüler uldurmak ve milleti bunlarla korkutub sindirmeye çalışmak, hangi “Hukuk Devleti” olmakdır?. Zâten 1950’den i’tibâren CEHE. partisi karşısındaki lüpçü ve çakal cebhe, halka Cehe. partisini ya’ni ÖLÜMÜ gösterib, kendilerine ya’ni SITMAYA râzı etmek içün politik doandırıcılık yapmış, halkın gözünü ve zihnini külliyerek böyle başa geçmişlerdir!. Yoksa 73 senedir bu memleketde hakîkî ma’nada bir tek hükûmet kurulamamış, bundan sonra da bu cüzzamlı sistem ile kurulması ve “HAKK’A MÜSTENİD-âdil” bir hükûmetin başa geçmesi MUHÂLDİR. Seçimden seçime bu sıtma mesâbesindeki parti-pırtılara (sandık ve oy) kazandırmak içün anırtı koparan Şerocak-Sefil-Cübbelâ gibi hoca kılıklı iblisler, bu seytanî sistemin değirmenine su taşıyan dolap beygirleri mesâbesindedirler…
Bu and metni üzerinde kitab çapında bir tahlîl ve tenkîd kaleme almak; ve bunun hangi tür (vesâyet) ile bir milletin sindirilmeye ve preslenmiye çalışıldığını ortaya koymak pekâlâ mümkindir…
İslâm’da yemîn son derece ciddî bir dîn cüz’ü iken; Lâyık demputrasilerde ise, adı geçen andı içmek, şarab içmek kadar basit ve kolay, sıradan bir şeydir. Onlarda “İslâm’ın yemîni” muhâl olduğundan, bu şer’î yeminin sebeb ve netîceleri dahî onlarda keenlemyekündür!..
YEMÎN ÇOCUK OYUNCAĞI DEĞİL, ŞERÎATDA RÜKÜNLERİ OLAN BİR AKİD VE İBÂDETDİR, ONA BÖYLE İNANMAK ZARÛRÎDİR…
Yemînin, 1200 yıllık Müslüman Türk milletinin dînini, kökünü ve aslını inkâr etmiyen bir yemîn olması ve öyle telâkkî edilmesi içün, “edille-i erbaadaki” şartları, ma’nâ ve medlûlü taşıması, olmazsa olmazdır… “Yemînin rüknü, onda müsta’mel olan elfâzdır ki, esmâ’ ve sıfât-ı ilâhiyyeye ve taallukuna şâmildir.” (Ni’met-i İslâm) Bu i’tibarladır ki, mahlûk nâmus ve şerefi gibi şeyler, i’tibârî, îzâfî ve mevhûm mefhûmlar olduğundan, bu kabil şeylerin hiçbiri üzerine ve millet önünde veya şurası burasında söz vermeye, islâmî, insânî ve örfî ma’nâda aslâ “yemîn” denilemiyeceği bedâhaten ortadadır… Farz-ı muhâl “nâmus ve şeref” elle tutulur müşahhas bir kıymet olsa, bunun, her AND İÇİÇİDE bulunması da zarûrî kabûl edilemez!. Kendisinde bu kıymetler bulunmıyan ve ahlâkî ölçülerin en iğrençlerine bile bilfarz sâhib adam ve madam kişilerin, üzerine yemîn etdikleri o şey, onlarda zerre miskâl bile yoksa o zaman ne olacakdır?. Bunlar, olmayan nâmevcûd şeyleri üzerine and içince, neyi içmiş olacak; veya olmayan bir şey içilince, o şey var ve içilmiş mi kabûl edilecekdir?!..
Tekrar hatırlatırız ki: T.C.’de vergi rekortmeni olarak i’lân ve taltîf edilen ve “nâmûsla kazanıyorum” diyen kerhâne patroniçesi müteveffâ Matild Manukyan, o para-lamentoda “NÂMUSUM ve ŞEREFİM” üzerine deyib andiça içseydi, nesini, neresinden, ne kadar ve nasıl içmiş olacak ve o para-lamentodaki yüzlerce kişi de o madamın içdiği şeyi ANDİÇA mı kabûl edeceklerdi???… O zaman kendilerinin içdiği andiça ile Madan Manukyan’ın içdiği şeyler, aynı yerden içilmiş AYNI ŞEYLER olmuş olmıyacak mıydı???…
Biz, İslâm dışındaki religion ve ideolojilere, doktrin ve sistemlere ve localar ile bel’am hoca kılıklılara göre “Söz vermeye, and içmeye” karışmayız! Hemen dikkati çekeriz ki, religion frengçesi, mecâzî ma’nâdaki dinleri ifâde edebilirse de, mutlak ma’nâda dîn, ancak ve ancak İslâmdır!. Güdümlü (hoşgörü-diyalog) cemaatlerine bulaştırılan “İbrâhimî Dinler!” ta’biri de, mücerred HAKK DÎN İslâmiyyet’e karşı, içinde, büyük bir (ihânet) taşır; ve gene damarlarında, Hakk Dîn ile Bâtıl religionları müsâvî göstermeye ve zihinlere bu küfrü yerleştirmeye mâtuf, iğrenç bir fitne ve tahrîf gezdirir… Politikacıların “Bütün dinlere aynı mesâfede bulunma” bâtılı da, bu tahrîfin, politikacı diline akseden şeklidir!. Bu kabil ibâre ve ta’birler beşer uydurması kuruntular olub, aslâ bir müslümanın değil, lâyık (laik) bir adam ve madamın psiko-politik ve belki de psiko-patalojik rûh hâlinin dışa akseden bir alâmet-i fârikası olabilir!..
TANZÎMÂT’DAN SONRA YEMÎN SULANDIRILDI, CUMHURİYETLE ANDİÇA UYDURDULAR!.
1908 ve hele 1923 ihtilâlinden sonra İslâmiyet’e âid pek çok mefhûmlar, İslâm dışı cereyanlar ve hassaten cumhûriyet-dembokrasi gibi rejim ve sistemler tarafından da, halka “müslüman” görünerek onları aldatmak kasdı ile, dindeki mevzi’ ve mevki’lerinden alınarak, dînin zaman içinde tahrîfini istihdâf eden ateist düzenler içinde de kullanılır olmuşdur! Bu, son derece çirkin bir hâl olub, Hakk’ı bâtıl ile TELBÎS=Bulama cür’eti ve haddin aşılmasıdır… Dîne hâkim ve âmir olan ve onu her şekle sokmakda kendilerini tanrılık makamında gören sistemler ve onların yardakçı ve çakalları, bu kabil ebedî hasârete müncer olacak suçları işlemekde olub, ateizmaları îcâbı hiçbir mes’ûliyyet ve sıkıntı da taşımazlar!… Çünki onlar, vahye müstenid dînin tepesinde, nefs emrindeki akla tâbi’ olarak tam bir “Tanrı kral, şef veya başkan olarak saltanat kurmuş”; ve bu, onların en baş ve ehem “ilke, ülkü ve hedefleri” olmuşdur… Tanzimât’dan i’tibaren, (Abdülhamid Hân Devri kısmen hâriç) bilhassa 1908’den ve hele hele 1923’ün Büyük darbesinden sonra 184 yıl, (şimdi efrencî 2013) bu kabil bombardumanlar altında kalan HALK sersemletilmiş, zaman zaman cebren narkozlanmış; ve bunun netîcesi olarak da, artık İslâm karşısında nice ucûbe hâline gelmiş manzaraları bile, o halk, en tabii hatlar ve haltlar olarak telâkkî eder olmuşdur…
Ancak bizim İslâm’daki yemînimiz’e hakâret eden, tahfîf ve tahkîr edenler olursa, onlara, buğz etmek de, bize vâcibdir (akâiddeki vâcib yani kat’iyyen farz) demekdir; ve bunlara biz, “Allâh düşmanı soytarı!” der geçeriz…
Dâr-ı İslâm’da islâmî herhangi bir temel veya esas veya helâl-haramlarla oynamak, buna cür’et etmek, en ağır suçdur; bunların mürtekibleri “İFSÂD-I AKÎDE fitnesi çıkararak Devlet-i İslâmiyye’yi yıkmak” suçuyla muhâkeme edilirler! Çünki orası, uydurma ve kuruntuların dârı (ülkesi) değil; mutlak adâlet, hukuk, huzûr, sükûn ve edeb yeridir! Orada, politikacı ağzıyla ortalığı erâcif, yalan, iftirâ, bölücülük, tefrîka, buğz ve adâvete boğmaya; lâf ve ağız ishâlleri ile ortalığı kokutmaya aslâ müsaade ve müsamaha edilemez… Hocfendi kılıklı şeytanlarla onların kuyruğuna takılmış cehele sürülerinin, hoşgörü, diyalog, monalog, kızları sahnelerde teşhir ve varyete artistleri gibi hayâsızca oynatmalarına; ve meydanlarda boğazına kılçık kaçmış it gibi gaseyân etmelerine; ve yahudi-haçlı merkezlerinden taşıdıkları hezeyanlarla ortalığı kokutmalarına aslâ tehammül edilemez!. Böyle nice şeytanlıklarla ümmetin çürütülmesi de aslâ düşünülemez!
O DÂR, bir nezâfet ve nezâket, edeb ve insanlık mekânıdır; orada demputratik ahırlara bile aslâ rastlanamaz!. Oradaki ahırlar bile hayvânât-ı ehliyenin en rahat nefes aldığı, hormonlama, kolonlama, balonlama, pompalama alçaklıklarından alabildiğine uzak, bugünün iliği sömürülen ins ü cinninin rü’yâlarında bile göremeyeceği kadar berrak ve nebevî havanın teneffüs edildiği hayâlüstü selâmet mekânlarıdır… Oralar, Halîfe-i Müslimîn Büyük Ömer Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretlerinin buyurduğu “El adlü esâsü’l-mülk!” hakîkatını yaşatan, “Dârü’l-Azâb, Dârü’l-ikrâh, Dârü’ş-şirk, v.s.” olmakdan münezzeh; yalan, dolan, iftirâ, kuruntu, bölücülük, hırs, şehvet ve her türlü ahlâksızlığın, (oy ve sandık kumarı) sahtekârlıklarının “Demputrasi” adı altında TAPILIR yapılışından müberrâ, müslümanın gerçek vatanıdır!
Dâr-ı harbde, hele dâr-ı riddede ise, lâf ve (ağız ishâli temel usûlü) ana kânun olduğundan, herşey biribirinin içine geçmiş, “îmân ile küfür, hakk ile bâtıl ve mü’min ile kâfir” arasındaki çizgi aşındırılarak, herşey yalama olmuş; ve hakîkatın tahrîfi, politik yalakalarla ne idüğü belirsiz yerli ve millî şâmân, ruhban ve ahbâr sınıflarının eline teslim edilmişdir…
İşte 12 Hazirandan beri manzara bu…
Bir “yemîn” lâfı ve ağız ishâli ki, adamlar sanki iki avuç sinâmeki yutmuşlar!
Amma da kokutdular ve ortalığı ayak basamaz hâle getirdiler, her yer vıcık vıcık!
Demputratik bir kumar olan seçimden evvel, bütün Anadolu ve Rumeli’yi, biribirlerine olmadık köprüaltı kelimeleriyle hucûm ederek, ortalığı ufûnet bombardımanı ile tarayan parti-pırtı kelleleri, seçimden sonra da aynı seviyesizliği-insî şeytanlığı devam etdiriyorlar!
Birisi, sanki kendisi ”yemîn” yerine onun bunun “andıça!”sını ağzına almamış gibi, öteki fırıldağa fırlatıyor: “Tükürdüğünü yalayacaksın!”
O Dersim’li ötekisi de, ona: “İki Silivri sivrisi andıça içmezse, biz de dört yıl andıça içmiyeceğiz, her bedeli de ödeyeceğiz!..” diyor… Yani yalamıyacağız deyu nâra atdıkdan sonra, dünyanın gözü önünde Maraş dondurması yalar gibi hem de şapır şupur yalıyor!. Yalarken de “Senin omurgandan kaygılıyım!” demez mi? Sanki kendisi sabah akşam dönerek ve laf ishalinden yan yatarak, kemik erimesinden de “osteoporoz veya orospuropoz” olmamış gibi!. Seçim goygoyculuğu sırasında “ananı…ana…an..a! Hadi gerisini söylemiyeyim…” nânelerine kadar her türlüsünü yiyenler, şimdi üzerine andıça içip, çekib, yiyerek, harâretlerini kesmenin peşinde!.
Tencere dibin kara maskaralığı… İşte bunun adı: “Demokrasinin de değil, dembokrasinin ağız ishâli!”
İğrençlik bu kadar olur!. Analara kadar artık her şey ağızlarda, ana-avrat artık havalarda uçuşmakda… Batsın sisteminiz, cumputrasiniz, parti-pırtınız, seçiminiz, sandık oy ve kumarınız!..
Bunca kâzûrât ortaya boca edilir ve bu “ulus” da 24 saat bu hamûlenin arasında ve üstünde gezinirse, eve nasıl döner, üstünü başını nasıl paklar, zihnini ve gönlünü zift gibi necâsetden nasıl arındırır, üstündeki pislikleri çoluk çocuğuna bulaştırıp sıvaştırmadan nasıl durur, dehşet!
MÜFESSİR MERHÛMUN BUYURDUĞU GİBİ: “İMTİYÂZ-I RUBÛBİYYET, SINIF-I RUHBANDAN PARLÖMANLARA GEÇMİŞDİR!”
Büyük Müfessir Elmalılı MERHÛM Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçince!” işte manzara!
Yemîn’miş!
Çocuk oyuncağının bile bir ma’nâsı ve kıymeti vardır; ve onu samîmiyyetle sâhiblenen bir çocuk mevcuddur!. Burada ise, adına utanmadan ve İslâm’dan aşırarak “yemîn” dedikleri ve “yemîn”le zerre kadar alâkası olmayan o “and” denen nesneyi kalben sâhiblenen, bir tek kişi bile yok!.
Metnini okuduğun şeyi, “Büyük Türk Milleti önünde Nâmusum ve şerefim üzerine AND İÇERİM!” diye bitireceksin; ammâ o içme fiilinin dışında, o içdiğin veya çekdiğin şeye “And içdim” değil de, “yemîn aşağı, yemîn yukarı” yemîn kelimesinden ibâret lâf u güzâf sıkacaksın! Bambaşka bir ma’nâ yükliyecek, 81 milyonun gözüne onu, “Dînî bir mefhûm” gibi sokarak, onları aldatmanın en cerahatlisini yükleyib bulaştıracaksın!.
Mücerred düşmanına karşı politik tuzak kurmaya yarayan; cümleleri ve taşıdığı ma’nâsızlık ve saçmalığı içinde câhilî bir formalite…
Onu sâhibleniyor görünen bir kanat, sâdece bayat bir “piskevit!” kadar; ve fakat büyük kanat ise, “Okyanus ötesinin gözyaşları!” kadar sâhibleniyor!
Kerhen dile alınan, orta malı olmuş, jakobenizma devirlerinin nostaljisi içinde bayat ve külüstür bir metin!. Böyle bir metnin okunuşu sırasında, haçlı gâvurlarının örnek alınışını yani onlara “TEŞEBBÜHÜ” yani aşağılık duygusunu öne çıkararak, T.C. paralamenterleri ile CB’nın da “Kelâm-ı Kadîm’e el basarak yemîn etmesini” bile istiyen echel-i cühelâya rastlanabiliyor… İslâmî yemînin yapıldığı devirlerde, cumhuriyet darbesinden evvel Yemîn, “Vallâhi Ve Billâhi Ve Tallâhi” şeklinde Allâh Azze’nin Mukaddes ve Münezzeh adına yapılıyordu ki, İslâm’da Allâh adı dışında yemîn olamıyacağı da bedâhaten ortadadır… “Nâmûs ve şeref” gibi beşerî bir ölçü adına yapılan izâfî, i’tibârî ve mevhum mefhumlar, ihâtası içine neleri değişmez hakîkatler olarak alıyor ki, bunlar, Allâh ve Rasûlü’nün rızâsı içindeki hususlar olmuş bulunsun!
Pekkaka gürûhu ise, bir kanadıyla, yazdığı kitabda “tanrıyım!” diyen İmralı kralı adına olmayan bir andıçayı okusa, tanrısının gadabından korkar; diğer kanadıyla, “Dînimiz Zerdüştlük!” diyen Karayılan’ın religionu üzre and içmese, yılanın sokacağından eli ayağına dolaşır; bir üçüncü kısmıyla da, Marx atasının çullandığı kapitalizmanın içine ederek “Burjuva andıçasını” içmezse, “bombokratik!” yağlı kemiklerinin kaçacağından ödü şeyine karışır!
Tam, câhilî bombokratik bir anarşi, terör, itiş kakış ve herc ü merc!
Ama onlar da tıpış tıpış gelip, maraş dondurması yalar gibi yalayacaklardır!
Kasımpaşalı Kapitenzâde ve Başkapiten Receb Paşa da, bu işin tadını çıkaracak!
Sonra da bunlar, bu aslâ inanmadıkları oyuncak seviyesine bile çıkaramadıkları o “andıça”larını (!) göz küllemek üzre içip-çekib-yiyerek, kânun mânun, ana-avratyasa yapacak; “Allâh Azze’nin Rubûbiyyet makâmında artık biz varız!” diyecek; ve sonra da, milletden ulusa (yahudice ulus, sürü demek) inkilâp eden bu ehâli-i etrâk ve ekrât, mason Sülü’nün “müreffeh Türkiye’sine!” kavuşacak; ve çoluk çocuğuyla sulh ü sükûn içre güller gibi geçinip âtîye doğru akıp gidecek!..
Bu millet fenâ çarpıldı ve “ulus!” oldu… Şübhesiz ki, Osmanlı i’tilâ devri İslâm Milleti’nin “âhı!” çıkıyor!
%87 oy da alındığına ve Okyanus ötesindeki PENSİL takımının ağzında bile “çok güzel bir seçim geçirdik!” ishâli hiç kesilmediğine göre, vardır bir “hocfendi kerâmeti, rûhânıyyet ve nûrâniyyeti, hikmet ve sıkleti!”
“Fettoşî Himmetler” hâzır ola!!!
“Re’sü’l-hikmeti” mehâfetullâh” sırrını kalblere yerleştiremedin mi, yandı gülüm keten helva!. Sürünmelerden sürünme beğen…
“İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçer,” sen de bunu tepeden tırnağa idhâl ederek cebren ve hîle ile milletin kafasından geçirirsen, yalama olmadık bir tek cıvata bulamazsın; ve meydan, yahudi saçından bin beter karmakarışık bir hâle gelir; ve üstelik bu batışı, çıkış olarak gören göz illetine de mübtelâ olur gidersin!
TÜRKÜN YENİ ÂMENTÜSÜ BİLE YAPILMIŞ, KULLARA TANRI DENMİŞ!
1928 senesinde, bugün “Adım Kamal!” diyen vatandaşlarının 6 oklu şefokratik partisi, Osmanlı Şerîat hurûfâtıyla Ankara’da 60 sahîfelik bir kitab bastırır. Bu kitabın adı ve kapak resmi internetde de var, isteyen bulup baksın! Adını bir kere de biz yazalım: “TÜRKÜN YENİ ÂMENTÜSÜ!”
Hâşâ ve kellâ ve tövbeler tövbesi Yâ Rabb!
“Yeni!…”
“Değişim-dönüşüm-güncelleme!”
AKP’nin, bunları devralarak CHP’leşmesine doğru son sür’at bir gidiş…
Evet, dönelim, sene 1928…
83 sene evvel, yani o binbir ıstırab ve çilelerin çekildiği, nice ocakların söndüğü, nice evlerde yetim ve dulların âh û enîn etdiği, harbden çıkdıkdan tam 6 yılcık geçince…
“Hâkimiyyet-i Milliyye Matbaasında!” tab’ edilmiş (basılmış!)
İslâm’daki “yemini” keenlemyekün kılan; ve yerine, herkesde var mı yok mu, varsa ne kadar ve kaç miligram var veya kaç zerre miskâl kaldığı bilinmeyen, “nâmus ve şeref üzerine!” kuru leblebi ile rakı içer gibi andıça içmeyi oturtan 6 okçu veya şirkçi, nâmûs ve şerefi nasırlanmış ve kaşerlenmiş kesânın Allâh’sızlık “alâmetüleri!..”
(İslâm’ın dışında âmentü olamaz, çünki âmentü kelimesinin de, ŞER’Î ıstılah olması hasebiyle, Allâh, yemîn, şehîd, nikâh, cihâd, adâlet, hukuk, Âhıret, îmân v.s. gibi tercümesi yapılamaz!. Yapılırsa, “Allâh’dan başka Allâh yokdur!” gibi freng keferesi tercümesi (!) olur!!!
Fikrî işlekliğini Rahmânî değil de, şeytânî sâhalarda yapma fıtratındaki cumhûriyet aydın ve günaydınları, bu hususlarda yaban keçilerinden daha muannid; Ebû Cehilden daha ehl-i şirkdir…
Okumaya tâkati olan, 1928 de basılan kitabdaki hâşâ ve kellâ “âmentü” dediklerini yani “andıça” yı buyursun:
“Kahramanlık örneği olan ve vatanın istikbâlini yoktan var eden Mustafa Kemâl’e, onun cengâver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahid analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına îmân ederim. (NOT: Hâşâ! Âhıret Günü mutlak olarak vardır ve hesâbı, en büyük ve nihâî hesabdır. Harb sırasındaki ağızlara, bir de 6 yılcık sonraki kalblere bakınız!)
İyilikle fenâlığın insanlardan geldiğine, (NOT: Hâşâ, hayrı rızâsıyla, şerri adem-i rızâsıyla yaradan, Mutlak YARADICI ALLÂH Celle’dir!) büyük milletimin medeni cihanda en büyük mevkii kazanacağına, hamâset destanlarıyla târîhi dolduran kudretli Türk ordusunun birliğine (NOT: Edenî dünyâyı (medenî) görmek de edenîlerin işi olub, ezelî ve ebedî var ve bir olan sadece ALLÂH AZZE’dir!) ve Gazi’nin Allâh’ın sevgili kulu olduğuna kalbimin bütün hulûsuyla şehâdet ederim.” (NOT: Son cümleyi yazan adam, tam bir hezeyân gaseyân etmiş! O zamanlarda sarhoş kelleler bir yandan “Türkün tanrısı Paşadır, Dini Kamalizmadır!” diyor; bir yandan da bu tanrı dediğini “Allâh’ın sevgili kulu!” olarak kaleme alıyorlar!. Dolayısıyla (PAŞA tanrıyı) kul derekesine indiriyorlar! Bunları yazan şefokrasi meczublarına ne demeli!?)
İşte T.C. de, 90 yıla yakındır cumhûriyet, dembokrasi ve lâyıklık “vesâyet ve saltanatı” altında olub, bu bâtıl akıl ve mantığın elinde ve mutlak TENÂKUZLAR içindedir; ve dolayısıyla da Haçlı Batı Bâtılının tuzağı ve kucağında çukurdan çukura, darbeden darbeye, heybeden heybeye, lotodan Fetoya yuvarlanarak ve catlayıb patlıyarak yürümektedir!. Bu dehşetengiz tenâkuzları gören hakk bir göz ve duyan hakk bir kulak bulmak da, bugün kat’iyyen hülyâ olmuşdur!..
Bir müslüman olarak biz, buna mecâzî ma’nâda bile aslâ “Âmentü” diyemeyiz. Çünki “Âmentü” kelimesi de Kur’ân ıstılâhı bir kelimedir; ve dediğimiz gibi bunun içini de, 15 asırdır edille-i şer’iyye doldurmuşdur! Başka bir dilde tercümesi bile olamaz! Ancak, TÜRK Dil Kurumu Kurbağacasıyla bir kelime uydurarak, belki ve meselâ “andıça!” diyebiliriz…
İşte bugün tam bir akıl tutulması ile “yemîn” deyû ağızlarına pelesenk etdikleri “andıça”, hâşâ, “Yeni Türkün Âmentüsü!” dedikleri o günki “andıçanın”, bugüne akseden bir kopyasıdır!
Meclis reisi Çiçek de (13/7/2011) de, Anıt Kubûr’a çıkdı, çelenk ritüelini mozele “kutsalına” koydu; ve defter-i mahsûsaya o “andıça”nın en kısa hulâsasını şöyle yazdı:
“-Cumhûriyete ve demokrasiye sarsılmaz inancımızı tekrarlarken, huzurunda saygı ile eğiliyoruz!”
Müteveffâ Paşa ne demişdi:
“Türkiye şeyhler, dervişler, türbeler ülkesi olmayacakdır!”
Bu lâ teşbih “Rükûa gider gibi eğilmeler, bu meclis reisi olarak dervişimsi devrilmişlikler, bu dehhâmeleşmiş türbemsi ve kümbetimsi tapınak şeklindeki anıtlar, and içer içmez soluğu Anıt kubûr (kabirler)de almalar, v.s.ler,” orada yatan paşayı TEKZÎB etmek, yalanlamak değil midir? Bunlar ona:
“Biz, seni dinlemiyor ve takmıyoruz; senin kabrin bizim türbemizdir; biz, cumhûrî dembokratik ve lâyık müteşeyyihler ve devrilmişler ülkesi olmadan yaşayamayız!” demek ne demekdir?.
Her şeyde, her noktada, tenâkuz, yalan, şirk, mübâyenet ve şaşkınlık…
Bu nasıl ataizmadır, bu nasıl atalara tapmadır, bu nasıl “ilkeleri ve inkilâpları üzerine nâmus ve şeref üzerine and içib” bunu da bütün cihâna i’lân etmekdir? Anlıyabilen beri gelsin!
Müteveffâ Paşa sana: “Gel önümde eğil, rükû’ et!” mi diyor başparlöman?
Şimdi o ne halde, biliyor musun?… Senin rükû’ edib eğilmenin o’na fâidesi var mıdır?.
Âhıret hayâtının mutlak kânunlarına “Bilâ kayd ü şart teslim olmuş; ve Allâh Azze’nin hâkimiyyeti önünde kayıtsız ve şartsız eğilmiş”, âlem-i berzahdaki hayâtın binbir çalkantısına kayıtsız ve şartsız teslîm olmuş Paşa’dan ne istiyorsunuz?. Şu anda hiç bir İRÂDESİ kalmamış laik bir paşa’yı, âlem-i kevn ü fesâd olan şu dünyâdan, bir de siz binbir münâsebetsizliklerle hâlâ rahatsız etmeseniz; ve kabir azâbından beter küfr ü şirkinizle ve açdığı çığırda çığırtkanlık yaparak, ehl-i kubûra bir nev’i can çekiştirmeseniz neyiniz eksilir?!
Bu gösteriş, ritüel ve yalakalıklar artık kabak tadı verdi! Bir de siz kemiklerini sızlatıyorsunuz, âcilen vazgeçiniz, eğilerek hâtırasına karışmayın ve onu karıştırmayın!. Reis Beyin ünlediği gibi “Dikleşmeseniz de, eğilmeden DİK, hatta dimdik durmasını” artık öğrenebilmelisiniz!
(Tekrar hatırlatalım ki, o kamalizma religionunun ritüel mekânına “kabir” demek bile, artık mücessem ve müşekkel bir cehâlet eseridir! Zirâ orada 1988’e kadar bir düzine civârında kabir vardı; ve artık oraya müfred sıgasıyla kabir değil, cemi’ sîgasıyla “kubûr=kabirler” demek, elzem ve şartdı… Aksi halde Türkçe bilmiyen Türk’ler olarak dünyâ önünde bir de bu yüzden muzmahîl olunmasın!) Orada şu anda da Kamal ve İnönü paşalar vardır ki, gene kabir değil cemi’ sîgasıyla (kubûr=kabirler) demek îcâbeder…
Artık biz, kimsenin religionuna ve ritüellerine herhangi bir şekilde müdâhale edecek de değiliz! Nasıl olsa demputrasi almış başını gidiyor! Her kafadan bin ses, her çeneden bin ishâl, her eğilende bin maksad, her oy’da bin âh ile “oy anam oy!”
Bundan sonrasını, Çiçek, Günay, Arınç ve Receb gibi âbilerine oy verip bütün dünyevî ve uhrevî umurlarını onların vekâletine tevdi’ ve teslîm ederek çiçekler gibi açıp bülbüller gibi şakıyan, ilâhyapyatçı, ilhâdiyatçı, denaatçı, diyalogçu, dervîşân u devrilmîşân, tarîkat ü barîkatkeşân ermişler ve devrilmişler, Sefiller, Cübbelâlar, Şerocaklar düşünsün!. Telfikçi, tetikçi, tüfenkçi, olimpiyatçı, sahneci, varyeteci, danışman-dayışmancı, arpalıkçı, hortumcu, hotozcu, takozcu, umreci, rukyeci, ritüelci, andıçacı ve bilmem ne paçacı ve necilerle!…
Biz zaten %13’ün içinde bir virgül kadarcık olan cirmimizle “Hasbünallâhi ve ni’me’l-vekîl!” dedik ve “vekîlimizi” tâ “kâlû belâdaki” mîsâkımızdan beri, fırıldak gibi hiç dönmeden ve demputratlar gibi sabah akşam yalan-dolanlar ve iftirâlarla kıvırtmadan, bir şeyleri külâhlı Maraş dondurması gibi asla yalamadan, eğilmeden, çömelmeden, yuvarlanmadan, kullara rükû’ etmeden, aynı îmânla yaşıyor ve hesâb günü’ne doğru da her sâniye yaklaşıyoruz!. Bunlardan da, ne mozoleye, ne paralamentoya, ne de elâlemin andına veya “andıça”sına büyük bir zarar ve darbe geleceğini kim söyleyebilir!?
Hem bu hamur daha çooook su kaldırır!
Yoğur yoğurabildiğin kadar ve yoruluncaya değin!
Hatta, Azrâil Aleyhisselâm’ın karşısında, son nefesde “soluklanıncaya veya soluk tıkanıncaya” kadar!..
(İntişârı: 14.07.2011)