Memleket tepeden tırnağa, dembokrasi dininin zikirleri ile âyin yapar hâle getirildi; ve Allâh’ın Dînine âid herşey, ya evlere veya câmilere tıkılmış vaz’iyyetde!
Ma’lûm dinin 15 partisinin (mezhebinin) de, deli danalar gibi ağızlarından gece-gündüz, miting-meydan, fitnevizyon-internet, ağızlarından düşürmedikleri ve neredeyse tenzih eder vaz’iyyet iktisâb edecekleri tek din, dembokrasi!
1945 târihinde ABD denen patronun San Fransisko diktesi ile dayatdığı bu din, şu bîçâre millete öylesine cebrediliyor ki, bu dinin sandığına gitmemek ve o günki âyine iştirak etmemek bile kânûnen suçdur; ve cezâsı bile utanmadan kânunlarında tesbît edilmişdir…
Bunun adına dembokratik faşizma denir!
Bu din, öylesine kendi dindârlarını peydahladı ki, bu yeni dinin dindarları, abâ u ecdâdının, yedi göbek sülâlesinin, soyunun, sopunun, akrabâ-yı taallûkâtının “dembokrasi dinine!” îmân etmeden Âhırete intikallerini de neredeyse kınayacak ve onların üstünü çizip atacak!
Hâle bakacak olursak, 150 senedir “seçim sandığı!” denen soytarı milletin önüne konur ve bir kumar heyecânı ile içine oy’lar atılır, lâkin sadra şifâ bir keyfiyet aslâ çıkmaz!. Sâdece dembokrasinin parti veya mezheblerinin tepelerindeki ağaların menfaatları ve ihtirasları tatmin olunur o kadar!
12 Haziran günü de bir yeni “âyin!” icrâ edilecek ve “buna iştirâk etmem!” diyenlere bin dereden su getirilerek “baskı-cebir- aşağılama!” bile tatbik edilerek! Onlara dembokrasi denen “faşizan!” dinin zulmü tatbik edilecek ve bu zâlimler de, sorulduğu zaman kendilerinin “müslüman!” olduğunu zerre kadar hayâ etmeden söyleyebilecekler!.
Dembokrasi dininin İslâm dinini işlemezliğe mahkûm etdiğini ve bu dini hayatdan kaldırmak gibi bir vücud hikmetine mâlikiyyetini bilen ve bunun idrâkinde olan bir müslümana, kendi dini dışındaki bir dinin 15 mezhebinden birini seçme baskısı ve zorbalığı ile muhâtab olmak, en hafif ta’biriyle denâet, zulüm ve şerefsizlikdir!
Bu bile gösteriyor ki, “dembokrasi dini!” denilen katakülli, ne insanlara hürriyet tanır ve ne de onların insânî haklarına zerre kadar saygı ve ihtirâm! Onun bir tek hedefi, mücerred kendisini yaşatmak ve kendi dışındaki hiçbir dine de hayat hakkı vermemek…
Bunun içün de en sinsi ve gizli bir faşizma olarak:
“-Hangi dinden olursan ol! Geleceksin ve beni, mücerred beni yaşatmak üzere, 15 mezhebimden birini seçecek ve herşeyini benim çerçevem içinde ve benim dünyâ çapındaki piramidimin tepesinden gözetleyen o esrârengiz gözümün önünde halletmeye söz verecek ve bana bey’atla, benim tanrıma kulluğunu isbât edeceksin!”
Bu ne rezâletdir, anlayan beri gelsin!
İşte “hukuk, hakk, hürriyet, medeniyet, eşitlik, halk irâdesi!” gibi göz küllemelerle beşeriyete atılan kazık! Bir tek misâl ile ifâde edilecek olursa, işte getirdikleri dembokrasinin, Irak denen coğrafyadaki bir milyon kişinin kellesini, on milyonlarca kişinin de çocuğunu, babasını, eşini, akrabâsını alan ve kaç yüzbin kadının ırzını pâyimâl eden iğrenç, şeytânî, dişlek, cüzzamlı ve şerefsiz yüzü!
Bu insanlık neden düşünmez ki, bütün dünyâya bu “dembokrasi dini!” dayatılmak içün çalışılır ve beş kıt’ada bunun reklâmından geçilmez!
ABD ve AB başda olmak üzere, neden bütün bir yehudi-haçlı dünyâsı bunun satışına ömürlerini vakfetmişlerdir!?
Gece gündüz bütün parti irilerinin zikri “dembokrasi!..”
Bütün medya âlet edâvâtının nakârâtı ve zikri fikri “dembokrasi!”
Bu da yetmedi, şimdi ağızlarında “İleri Dembokrasi!” zikri peydahlandı!
“Müslümanım!” diyen bir adamın asgarî îmân, şeref, haysiyet ve namus borcu ve onu münafıklıkdan kurtaracak tek çizgi, onun, herşeyde bir tek terâzisinin “Allâh, Kur’an, Peygamber!” sistemi olduğunu apaçık ve takiyye küfrüne batmadan ortaya koyması; ve bunun dışında da hiçbir şeyi mi’yâr ve mîzân yapmadığını ve yapamıyacağını beyân mecbûriyyetidir…
Bu gün ise istisnâsız bütün partiler, (seçime iştirâk hâlindeki dembokrasi mezheblerinin 15i de), “dembokrasi!” diye terter tepinmede ve buna aykırılığın gûya karşısında olduklarını isbât içün de, biribirlerini falan mahlûk gibi ısırmakta ve sidik yarışının en hayâsızcasını irtikâb etmektedirler!
Efendiler!
Dembokrasi, açık açık “Benim adım Dembokrasi Dinidir!” demiyor diye, onun DİN olmadığına ve dünya patronlarının insanlığa dayatdığı bir “hayat tarzı!” olmadığına, aklı başında bir adamı aslâ ve kat’a inandıramazsınız!. Hele hele bir MÜSLÜMANI!
Çünki müslüman, îmân etdiği biricik ilâhı ALLÂH Azze ve Celle dışında başka bir ma’bud tanıyamaz ve onu sevemez!
İşte, O Allâh’ın Kitâbında yazanların, Büyük Allâme Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri’nin tefsîriyle Yeryüzündeki ins ü cinne ve dembokrasi dîninin aşıklarına i’lânı:
“-………onları Allâh sever gibi severler, veliyy-i ni’met tanırlar, onların mahabbetini mebde-i hareket ittihâz ederler. (Hayatlarındaki her işin ve hareketin ölçüsü ittihâz ederler.) Allâh’a yapılacak şeyleri onlara yaparlar. Allâh rızâsını düşünmeden (Allâhın nizâm ve kânunlarına uygun mudur diye düşünmeden)onların rızâlarını istihsal etmeğe (kazanmağa) çalışırlar. Allâh’a ısyân olan şeylerde bile onlara itaat ederler.”
“Bu âyet bize gösteriyor ki, ma’nâ-yı ulûhiyyetde (Cenâb-ı Hakk’a gerçek îmânda) son derece mahabbet bir esasdır. Ve ma’bud (herkesin ilâhı yani tanrısı) en yüksek mahbubdur (sevilendir, sevgilidir…) Ve böyle son derece sevilen şeyler NE OLURSA OLSUN MA’BÛD (tanrı) ittihaz ediliş olur. Mahabbetin hükmü ise itaatdir. Ve bunun içün ma’bûd, son derece muta’ (itaat edilen) olur. Ve her insanın sîretinde mebde-i hareketi (bütün kararlarında hareketine, yaşayış ve hayât tarzına yön, istikâmet veren) onun ma’bududur. İnsanlar tarafından böyle mahabbet ile ma’bud pâyesi verilen endâd (ilâh benzerleri) o kadar mütevvîdir (çeşitlidir) ki, bir taş (bir beton, bir bronz), bir maden parçasından …..ruhlara, meleklere kadar çıkar…… Buna binâendir ki, müfessirîn-i Kirâm bu endâdı (ilâh, ma’bud yerine konulanları) “Allâh’a mâsiyetde (ısyanda) itaat etdikleri sâdâtları (liderleri), reisleri (başkanları), büyükleri” diye beyân etmişlerdir……bu, nokta-yı şirkin (şirkin temelini), putperestlik esâsını, beşeriyetin en büyük yarasını teşkîl eder. Yunan, Roma ve Avrupa medeniyet ve edebiyâtında böyle muhabbet ma’budlarının hadd ü hesâbı yokdur.”
Aklı ve îmânı iflâs etmeyenler, bugünün câhiliyyesinde meydanlardaki heykellere, televizyonlardaki nice reklâmların bile katır sesli ve teşhîr hastası karılara yaptırıldığına, internetlerdeki fuhuş soytarılıklarına, politikacıların durup dinlenmeden dembokrasi diye yırtınmalarına ve meclisdeki iki partinin idâreci tabakalarının zinâ ve fuhuş kasetleri ile nasıl rezilce dembokratik ruhbanlıklarına son verildiğine bir kaksınlar kâfî!. Dillerden kalbe inmeyen “müslümanlık!” palavralarına mukâbil, kalblerde, fiil ve iddialarda hangi din ve ma’budların (tanrıların) yerleştiğini apaçık görebilirler!.
Merhûm Müfessirimiz, putperestlik esâsını ve beşeriyetin en büyük yarasını, 200 senedir içimizdeki köksüz ve soysuzların hayran kaldıkları ve eteğinden öpüp kapılarında elpençe divân durarak süründükleri ve fakat haçlıların bir türlü içinde görmedikleri, Yunan, Roma ve Avrupa madeniyetine bağlamaktadır… Mimsiz medeniyete, yani edeniyete!
Merhûm müfessirimizin şu son paragrafda beyan buyurduğu ma’budlar arasında bugün en büyüğü ve gece gündüz tapılan ve zikredileni, “dem.okrasi dininin” ma’budlarıdır… Anadolu ve Osmanlı İslâm memleketi Avrupa mimsiz medeniyetinin kıskacına girdiği bu 200 sene zarfında, ilâh, din, kitab ve peygamberini, “dembokrasi dinine!” göre değiştirmiş ve yenilemişdir!. Politika tâcirlerinin kurbağaca ta’biriyle “değişim ve dönüşüm!” laf u güzâfıyla, “kazık atışımı ve Galata köprüsünü satan Sülün Osmanlaşımıyla” (!) ve altun kupalardan tatlı tatlı içirerek ortadan “kaldırışıma!” uğratmışdır… Seçime 4 gün kala liberal haşarât ve putperestlerin 3 buçuk gusülsüz oy’larını bile torbaya doldurmak hırs ve emelinde olanlar, “Haçlı Birliğine Giriş ve Dühûl içün Kabuklu Eşiğinde Diz çökme Bakanlığı!” gibi Târihde eşi menendi görülmeyen bir yaltaklanma ve yalakalanma atraksiyonuna bile bulaşabilmişlerdir…
Burada zikrine lüzum görürüz ki, Dembokrasi Dini mezheblerinden DP nâm parti-pırtının rûhânî ve ruhbânî büyüğü ve adı Nâmık Kemâl olan kişisi, Rizeli Receb Tayyib dindaşına “angut!” demiş!. Başvezîr de, “bir nevi yaban kazı ve başka manası da salak!” demek olan “angut!” kelimesini hakâret kabûl ederek 100.000 TL’lik ma’nevî tazminât da’vâsı açmış!
Ve lâkin, Fâtih cennetmekân ve benzeri onbinlerce Müslüman büyüğü ve yüzmilyonlarca müslüman, canı ve kanı ile kazandığı şu aziz coğrafyayı, kabuklu haçlılara peşkeş çekmek ne oluyor?. Bunca müslümanın bin senedir boğuştuğu, daha 90-95 yıl evvel Anadolu müslüman ehâlisini Çanakkale ve Anadolu’da süngüleyip kurşuna dizen batılı vampirleri, bu millet, eğer illet değil de milletse, aslâ unutmamalı ve unutamaz!.
Bu emperial haçlıların içlerine, onlarda fânî olmak ve onlara “teşebbüh!” ve onlara kölelik uğruna bu milleti onların kapılarına bağlamaya çalışmak, toprak altındaki yüzmilyonlar da dâhil bu millete en büyük hakâretdir… Bu hakâretin yanında Kasımpaşalı Tayyib Paşa’ya “angut!” demenin adı mı olur!.
Gûyâ târihî köklerinin sağlamlığı edebiyâtı ile zeybek havaları atan Zeybek; ve “angut!” denilen Paşa Hazretleri, kendisine yapılan bu hakâretin nâmütenâhî kere fevkinde olan bu hakâretleri neden göremezler?. Çünki dembokrasi dini uğruna“değişim ve dönüşüm!” kurbağacalarıyla ifâde edilen bir “başkalaşım ve bukalemunlaşım!” içine girmişlerdir; ve bu “metamorfozdan!” da dünyâda kurtulmaları imkânsızlaşmışdır… Âhıret’de ise, Dembokrasi Dini mi yoksa Allâh Azze’nin Dîni mi, yoksa çift dinli (!) olmak mı kurtarır, onu, o zaman ve ebedî bir hayâtın içinde cıyak vıyak hep berâber göreceğiz!. Bunda şübhesi olanlar hâric, biz, mutlak olarak ve sûret-i kat’iyyede bunu tasdîk ve tahsîn ediyoruz!.
Bu millete bütün târihini inkâr ederek haçlı kabukluların AB’si eşiğinde diz çöktürmenin yanında, Kasımpaşalı Paşa Hazretlerine “angut!” demenin adı mı olur ey millet!.. Yoksa ortada, mimsiz bir millet yani “ulus!” kaldı da, bizim mi haberimiz yok!?
İşte “dembokrasi dini!” denilen mahlûk ve uydurma sistem bu…
Müfessirimizin mutlak hakîkata tercümân olan satırlarına “Avrupa medeniyetinin uydurduğu tanrıların çak çeşitli olduğunu tebârüz etdirirken şöyle devâm buyurmaktalar:
“-…bu his, zamanına göre türlü türlü şekillerde zuhûr eder. Hristiyanlık dahî bu ruh ile meşbu’dur (doludur.) Hele Avrupa rûhunda, Avrupa edebiyâtında bu nevi şirk o kadar ileri gitmişdir ki, eline her kalem alan ve herhangi bir şiir söylemek isteyen kimse mahbûbuna (sevgilisine, sevdiğine) ilâh pâyesi vermeyi ve en ufacık bir işi medh (övmek, yüceltmek) içün hemen YARATMAK KUDRETİNİ isnâd edivermeyi bir hüner, bir şeref addeder.”
Bugün anadoluda bile düzinelerce tanrılar peydahlanmış, meydanlarda onların betonlarından geçilemez olmuşdur!. Marx ve Lenin müridi Pekkaka’lı APO yoldaş bile, “Kürtlerin Allâh’ı onları şaşırtdı, (hâşâ ve kellâ) ben tanrı ile savaşdım, savaşı kazandıkdan sonra da kendi kendimin tanrısı oldum!” diye kitablar yazmadı mı?.
Ancak bu noktada, iri müşrik APO yoldaş, müslüman olmadığı ve gece gündüz“dembokrasi dininin tanrılarına îmân etdiğini!” kaynana zırıltısı gibi bu millete dayatarak kezzap gibi içiren ve müslüman ehâliyi aldatmak içün de“müslüman!”görünen münâfıklardan çok daha omurgalı bir zâlim sayılabilir!. Müslümanların biricik tanrısı olan ALLÂH Azze ve Celle de zâten “ilâhehû hevâhu” buyurarak“onun ilâhı, ma’budu, tanrısı, nefsinin hevâsı yani kendi kendisidir!” diyerek, bunu, 15 asırdır Kâinâta i’lân buyuruyor!.
Büyük tâğût Marx ve Lenin’in kölesi APO da, bunu apaçık i’lân edince, şer’î bir hakîkat, böylece kendisini tekrar ortaya koymuş oluyor…
Kasımpaşalı paşamız da bunu oy’a tahvîl etmenin peşinde!. Halbuki Müfessir Merhûm’un satırlarına dikkat edilecek olsa, Avrupa’da ve haçlı kuyruğu oldukdan sonra da Anadolu’da APO yoldaş gibi “Ben kendi kendimin tanrısı oldum!”diyenler yanında, “Ben Türkün tanrısıyım, ben falan kavmin ilâhıyım, ben falan sürülerin Rabbiyim!” diyen o kadar çok tanrı peydahlandı ki, dembokratik tanrılar bugün her yerde sebil üstüne sebil!!!
Ve tanrılar arasında, “insanları ben kendime köle yapıp altıma alacağım ve beni taşıyan eşşekler olmaları en dembokratik yoldur!” yarışı, her tarafda, her sokakda ve her mahallede bir kıyâmet alâmeti…
Büyük ve Dâhî Müfessirimiz buna da şöyle devamda:
Yeryüzündeki münâzaât-ı beşer (insanların arasındaki bütün boğuşmalar ve cidâl) bütün bu muhtelif ve mütezâdd (biribirine ters ve zıd) ma’budların mücâdelâtı (mücâdeleleri) yüzündendir. Bu şikâk ü ihtilâf (bozuşma ve düşmanlıklar) her birinin arkasındaki binlerce müdâhinler (dalkavuk ve yalakalar) tarafından körüklenir ve beşeriyet günden güne sukût-ı ahlâkîye (ahlâkî düşüklüğe) sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, san’atların terakkiyâtı (ilerlemesi) buna çâre bulamaz. Bil’akis hepsi bu ŞİRK ocağını yakmak içün gaz ve benzin yerine kullanılır. Bunlar hakîkatde ne Allâh tanır, ne Peygamber, her birinin gönlünde zaman zaman bir veya birkaç mahlûk yer tutmuşdur. Onları Allâh gibi severler ve onlara mahbûb muâmelesi yaparlar. Onlara itaat etmek içün Allâh’a ısyân ederler. “Yuhibbûnehum ke hubbillâh=Onları Allah’ı sever gibi severler” (Âyetdeki bu cümle) bütün bunları tasvir eder. Ve burada Evliyâ ve Enbiyâyı ma’bud (tanrı) derecesine çıkaranlar da dâhildir. Bunun içün Allâh’ın Evliyâsı, Enbiyâsı ve Melekleri gibi sevgili kullarını severken nazm-ı celîlin mazmûnunu (mübârek âyetin yüce ma’nâsını) iyi düşünmeli, bunların mahabbetlerini Allâh mahabbeti derecesine vardırmakdan ihtirâz eylemelidir (mutlaka sakınmalıdır). Zîrâ Allâh için sevmekle, Allâh’ı sever gibi sevmek arasındaki farkı bilmek lâzım gelir. Allâh’ı sevenler, Allâh yolunda giden sevgili kullarını da severler. Lâkin Allâh gibi değil, Allâh içün severler ve bu sevgi ile Allâh yolunda onlara ittiba’ ederler (tâbi’ olur uyarlar). Âli İmrân 31. Âyet meâlen şöyledir: “Ey Habîbim de ki: Eğer siz Allâh’ı seviyorsanız bana ittiba’ ediniz, Allâh da sizi sevsin!” Binâenaleyh Allâh’ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara ittiba’ etmek günah ve şirk değildir, bil’akis mahabbetullâha delîl olur. Ve fakat bu mahabbet, hiçbir zaman Allâh mahabbeti gibi olmamalı, ya’ni hıristiyanların Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm hakkında yapdıkları gibi onları ma’bud (tanrı) derecesine çıkaracak bir taabbüd (kulluk ve ibâdet etme) sûretini almamalıdır. Bunun en güzel misâlini müslümanlığın miftâh-ı îmân (dine giriş anahtarı) olan kelime-i şehâdetinde ve re’s-i ibâdet (Allâh tanımanın başı)olan namazında buluruz. Bir müslüman “Eşhedü el lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve Rasûluhû” derken, Allâh’dan ma’dâ bütün ma’bûdların (dünyâdaki dem.okratik ve diğer topyekûn tanrıların, tâğût, ideolog, doktrin sâhibi, put adam, fir’avnî diktatör, teröristbaşı, Kur’ana tâbi olmayan başkan, lider, v.s. ne varsa) hepsini redd ü nefyeder de bu kalb-i pâk (bu tertemiz kalb) ile Peygamberi, Hazret-i Rasûl Aleyhisselâmın O’na ubûdiyyet ve risâletle izâfetini (mutlak bağını) tasdîk ve Allâh içün bu hakka arz-ı şehâdet eyler ki, bu şehâdetde Allâh’dan sonra Peygambere bir i’lân-ı mahabbet vardır; ve îmân, bu mahabbetle tamâm olur ve fakat mahabbetullâh (Allâh’a hakîkî sevgi) tevhîd-i kibriyâ-yı ulûhiyyet (Allah’dan başka tanrı tanımamak) ile ve bunun yanında mahabbet-i Muhammediye (Rasûlullâh’ı gerçekden sevmek de) Allâh’a ubûdiyyet ve risâleti haysiyyeti iledir.(Rasûl’ün kul ve elçi oluşu i’tibârı) iledir. İşde Allâh içün mahabbetin en büyük numûnesi… Kezâlik namazda Allâh’dan ma’dâsını (başkasını) velev cüz’î bir vechile olsun (en küçük bir şekilde) niyyete karışdırmak küfürdür… Ve namazı müfsitdir (namazı bozar). Namazda Peygamberden ve Allâh’ın sâlih kullarından hiçbirşey istenmez. Nihâyet tahıyyâtda, onlar hesâbına da Allâh’dan selâm u salevât, rahmet u bereket niyâz edilir ki, bu duâda Rasûlullâha ve ıbâd-ı sâlihîne elbetde bir ızhâr-ı mahabbet (sevgi ortaya koymak) mevcûtdur. Lâkin musallî huzûr-ı ilâhîde (namaz kılan, Allâh’ın huzûrunda) onlardan bir şey istemek mevkiinde değil, onlara dahî ziyâde-i derecât (derece yüksekliği) içün rahmet-i İlâhiyyeyi isteyivermek, hayâtında onlara ikrâm etmek mevkiinde bulunacakdır. Ve müslüman, bütün ömründe bu hatt-ı hareketi (böyle yaşamayı) esâs-ı sîret(bütün kalbiyle en ana kâide) addedecekdir . Buna mukâbil evliyâ ve enbiyâyı veyâ ervâhını (ruhlarını) veya melekleri müşriklerin mütevassıt ma’budları (Allah ile aralarına koydukları tanrıları ve putları) gibi bir hisse-i ubûdiyyetle (tanrılık pâyesiyle) sevmek, onları severken Allâh’ı ve Allâh’ın emirlerini unutmak, onlar nâmına kurbanlar âyinler yapmak, onların isimlerini bismillah gibi fâtiha-yı umûr (her işin başı) ittihâz etmek “yuhibbûnehum kehubbillâh” mantûkıyle bir şirk ve küfür olduğunda şübhe yokdur. Ve böyle yapmak onlardan (müslümanlardan) uzaklaşmakdır. Çünki onlar ancak Allâh’ı sevmişlerdir. Maatteessüf müslümanlık nâmına dahî böyle bâtıl bir akîde-i mahabbete (sevgi itikâdına) tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz zanneden birtakım erbâb-ı gaflet de zuhûr etmişdir. Bunlar alelekser (en çok) ilm-i dînin (İslâm bilgilerinin) iyi tahsil edilmediği ve ma’lûmât-ı dîniyyenin esâsı bilinmeden ağızdan ağıza bir efsâne gibi dolaşdırıldığı câhiliyyet devirlerinde, câhiliyyet mıntıkalarında zuhûr edegelmişdir. Çünki hiss-i ubûdiyyet insanlarda fıtrî olduğundan dolayı hakîkî ve mütekâmil ilm-i dîn sönünce, insanlar, câhiliyyet-i ûlâ devrindeki efsânelerle gönlüne doğan havâiyyât-ı acîbe içinde taabbüde çalışır, hurâfât ile boğulur gider. Ölü veya diri canlı veya cansız putlara bağlanır. Maamâfîh bu dalâletin felsefî tarîk ile ilm u ma’rifet nâmı altında intişâr eden kısmı da yok değildir. Ve elbetde bu daha mühimdir. Burada münkir-i ilâhiyet olan ta’tıl (ateizm) felsefelerinden bahse lüzum görmüyoruz. En derin cehâlete müsâvî hatta daha beter olan ta’tıl felsefelerinin şenâatı bilvücûh ihtardan müstağnî olduğu gibi ilmî ve felsefî haysıyyetden hükümleri de yokdur. …… Netekim “lâ ilâhe illallâh=Allâh’dan başka ilâh yok” dediğimiz zaman da bir takım putların birçok kimseler tarafından ma’bud ittihâz edildiğini inkâr etmiş olmuyoruz da bunların hakk olmadıklarını i’lân ve ancak bir Allâh isbât ve kabûl etmiş oluyoruz. ……
Hâsılı, reislerini ve büyüklerini Allâh sever gibi sevenler ve onların emr-i hakka muhâlif emirlerine itâat ederek Allâh’a ısyân edenler bunları Allâh’a nazîr ve emsâl ittihâz etmiş olurlar ki bütün putperestlik esâsı bu tarz-ı mahabbetdedir. Ve Allâh’ın vahdâniyyetine karşı böyle yapan birtakım insanlar vardır. Bunlar reislerini (liderlerini), metbu’larını Allâh içün değil Allâh gibi severler. “Vellezîne âmenû eşeddu hubben lillâh=Halbuki mü’min olanların Allâh’a mahabbeti, Allâh içün mahabbeti herşeyden ziyâde ve o müşriklerin perestiş etdikleri endâd ve emsâle ve hattâ varsa Allâh mahabbetlerinden daha şiddetli ve daha kuvvetlidir.” Çünki mü’minler ancak Allâh’a tazarrû ederler, müşrikler ise pek sıkışdıkları ve muhtâc oldukları zaman Allâh’ı hatırlarlar ve ihtiyacları zâil olunca endâda uyarlar. Binâenaleyh mü’minin gerek darrâda gerek serrâda, gerek darlıkda ve gerek genişlikde Allâh’a mahabbeti pâyidârdır. Kâfir ve müşrik ise ba’zan Rabbinden i’râz eder (uzaklaşır onu unutur), müşrikler tutarlar bir puta taparlar sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır buna perestiş ederler (başka bir şeye taparlar.) Ve hattâ Bahile kabîlesinin yapdığı gibi acıkdıkları zaman ma’budlarını yerler. Bu sûretle mahbûb ve ma’bûd değiştirir giderler. Binâenaleyh bunların mü’minler gibi pâyidâr bir mahabbeti olamaz. Mü’minler muvahhid oldukları içün bütün mahabbetleri bizzat Allâh’da toplanır ve Allâh’ın mahlûkâtına mahabbetleri de bu mebde’den tevzi’ olunur. …… Allâh’a karşı başkalarını endâd ve emsâl tutmak, onları Allâh sever gibi sevmek ve Allâh’a mukâbil onları bizzat metbû’ ittihâz ederek emirlerine itâat eylemek münhasıran Allâh Teâlâ’nın hakkı olan sıfât-ı ulûhiyyet ve ma’bûdiyyete başkalarını teşrîk etmek en büyük zulümdür. …… Ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler. Zîrâ semâvât u arzın hâlıkı ve saltanat-ı kâinâtın hâkim-i mutlakı olan Allâh Teâlâ’nın hakkına tecâvüz etmek cür’etinde bulunanlar hangi zulümden sakınırlar? Ve Allâh’ın kullarına âciz mahluklarına neler yapmak istemezler. Buna binâendir ki lisânımızda “kork Allâh’dan korkmayandan” diye bir mesel vardır. Elbetde böyle yapan zâlimler birgün gelecek Allâh’ın azâbını göreceklerdir. Bu zâlimler işte o azâbı bilfiil görecekleri vakit “ennel kuvvete lillâhi cemîâ = ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi Allâh’ın olduğunu”, “ve ennallâhe şedîdün azâb = ve Allâh’ın azâbı ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar…” …… O gün bunların ma’ruz olacakları elem u nedâmet ve hasret o kadar dehşetlidir ki şimdiden tavsîfi kâbil değildir. Neler olacak, neler çekecekler! ……
Binâenaleyh insanlar bütün bu kuvvet kudretin yegâne sâhib u mâliki bulunan bir Allâh’dan başka ma’bud tanımamalı ve onun emrinden başkasına itâat ve itibâ’ etmemeli ve bütün mahabbetini Allâh’a mahabbetinde toplamalıdır.” (cild 1 sh. 572-581)
Aklı ve îmânı olanlara bu tefsîr satırları da bir ma’nâ ifâde etmiyecekse, herkes kendi tanrı veya ilâhlarına teabbüde (tapınmaya) devam ederler ve dembokrasi tanrılarının bir gün başka tanrılarla yer değiştireceği son kullanma tarihine kadar onlarla avunup ömürlerini cehenneme hazırlayabilirler!
Ne mutlu “lâ ilâhe!” diyene!
Ne mutlu “illallâh!” diyene!
Ne mutlu “M………dü’rasûlullâh!” diyene…
(İntişârı: 09.06.2011)