Din düşmanlarının İslamın aleyhinde bulunmalarına artık lüzum kalmadı. Onların vazifelerini İslâmî ilimlerde ilerlemiş gözüken bazı profesörler ve “İslamın ilk asrındaki Müslümanlar gibi yaşadıklarını iddia eden selefîler” yapıyor.
Bu iki kesim içinde öyle aşırı gidenler var ki, bir Müslüman, inanç ve îtikadda Matüridî veya Eş’arî olduğunu söylese, “Sen mezhebi din yerine koyarak dîni aradan çıkardın. Dinsiz oldun” diyorlar.
Amelde hanefîyim diyenleri de boş bırakmıyor, onlara da aynı suçlamayı yapıyorlar. “Bu adam hanefîlikle başbaşa kalmış, Müslümanlığa ekleme yapmış, dini aradan çıkarmış” diyorlar.
Bu çeşit suçlamalar, Sayın Cumhurbaşkanı’nın başbakanlığı zamanında Câferilerin İstanbul’da edâ ettiği 10 muharrem aşure mâteminde söylediği, “Sünnînin Câferîye, Câferînin Sünnîye üstünlüğü yokdur” sözünden sonra hızlanmıştı. Daha yakında yaptığı İran seyahatinde, “Benim şiîlik diye de sünnîlik diye de bir dinim yok. Benim dinim İslam” demesinden sonra maalesef iyice hız kazandı ve çekinmeden yapılır oldu.
Demek ki, insanları idare mevkiinde bulunan kimselerin sözleri benimseniyor ve yerli yersiz kullanılıyor. Öyleyse, bu mevkide bulunanların sözlerine çok dikkat etmeleri icap ediyor.
1979’da, Humeynî’nin sürgünde olduğu Fransa’dan İran’a döndüğü zaman da buna benzer bir furya başlamıştı.
O zaman da varsa yoksa İrandı, Humeynî idi, şiîlikti.
Humeynî ABD aleyhinde üç-beş kelime söyledi, “ABD büyük şeytandır” dedi diye, sünnîlik ile şiîlik arasındaki farkı bilmeyen, bilse de îtikâdî hassasiyet olmayan kimseler, şiîlik militanı kesilmiş, onların aleyhinde tek kelime söyletmez olmuşlardı.
Çünkü efendim, Humeynî mehdî(!) idi. Kitapların Hazreti Mehdî hakkında yazdıkları belliydi, ama onlar için kitapların “Hazreti Mehdî’nin ehl-i sünnet olacağı”nı yazması onlar için hiç mi hiç mühim değildi.
Humeynî’nin, “Şah’ın zulmü Ömer’in zulmünü geçmişti” diyerek açıkça Hazreti Ömer’in aleyhinde bulunması bile onları daldıkları gafletten uyandırmıyordu.
Yine humeynî’nin, Peygamberimiz’in iffet ve namusu âyetle bildirilen mübârek zevcesi Hazreti Âişe Vâlidemiz’i ahlâksızlıkla suçlaması dahi, bu kendini kaybetmiş kimseler için bir şey ifade etmiyordu.
Bir kısmı bilmiyor, bir kısmı da bilse bile üzerinde durmuyordu, ama âyetle bildirilen bir gerçeğin tersini söylemek insanı iman dairesinden çıkarırdı.
Tabii ki o zamana kadar Müslüman idiyse…
O makûle kimseler şimdilerde daha başka bir mecrâda yürüyorlar. İş daha da ilerledi. Artık i’tikâd ve amelde ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezheblerinin hükümlerine itiraz ve saldırılarda aleniyet başladı, çekingenlik kalmadı.
Meselâ Prof. Hayrettin Karaman, kendisine sual soran bir kişiye, açıkça ve rahataça şöyle cevap verebiliyor:
“İslâma göre şöyle, mezhebe göre şöyle.”
Öyle ya! İslam ayrı mezhep ayrı.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın yukarıdaki sözlerini tekrar hatırlayalım.
O sözü doğru kabul eden yani mezhebi İslamdan ayrı, farklı ve ona ters kabul edenlerin verecekleri cevap elbette böyle olacaktır.
Acaba mezhepler bu kimselerin beyinlerine, “din dışı eklemeler” olarak mı yerleşmiştir?
Demek ki onlara göre mezhep imamlarının / müctehidlerinin verdikleri kararlar / ictihadlar “Kitab ve Sünnet dışı” oluyor.
Bu kimseler öyleyse “edille-i şer’iyye”yi de kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olarak kabule yanaşmazlar…
Oysa şu bir gerçektir ki, kitap “Sünnet, icmâ ve kıyasa” gönderir. Sünnet, “Kitap, icmâ ve kıyasa” gönderir. İcmâ, “Kitap, sünnet ve kıyasa” gönderir. Kıyas, “Kitap, sünnet ve icmâya” gönderir.
Yani Edille-i erbaa denilen dört dinî delilin her biri birbirine bağlı olup hiç biri diğerlerine zıt değildir.
Ama bu kimseler, edille-i erbaayı / dört dînî delili, ikiye indirip “sadece kitab ve sünnet” diyerek, icmâ ve kıyası keenlemyekün yani yok hükümünde sayıyorlar.
Böyle derken, keşke gerçekten sünnete değer verseler canım yanmayacak. Ne gezer! Onda da samimi değiller.
İşte bu hal ve bu tavır, İslamı ve İslâmî ilimleri kuşa çevirmenin dik âlâsıdır.
Bu faaliyet, Tanzîmat’la başlayan, Jön Türklerin ve İttihad Terakkî masonlarının “İslâmiyeti kuşa çevirme yani ortadan kaldırma” hâinliklerinin zamanımızdaki değişik bir şeklidir.
Kitap ve sünnete yani Kur’an ve hadise sahip çıkma şeklinde görülen bu faaliyetlerin altındaki esas gaye, İslâmiyyet’in temelini teşkîl eden Kur’an-ı Azîmüşşân’ı hükümsüz kılmaktır….
***
Aklı, imanı ve ilmiyle bu dîn düşmanlıklarına direnenler, müslümanlıklarını muhâfaza ederler, direnemeyip bu sele kapılanlar ise, önce “mezhebsizlik” gayyâsına düşer, sonra da İslâmiyetle bağlarını hepten koparırlar da farkında bile olmazlar.
Nitekim bu yangını körükleyenler ve onların çıkardıkları bu yangını hayat suyu zannedenler, ehl-i sünnet olan müslümanları küfür ve dalâletle / sapıklıkla suçlayarak en büyük mânevî felâkete giriftar oluyorlar.
Onlar varsın kabul etmesinler, biz inanıyoruz ki, ilimde tam bir ehliyete sahip olan müctehid imamlar, bir usûl ve disiplin içinde Kur’an ve sünnetin hakkını vermekte ve bizlere sırât-ı müstakîmi göstermektedirler.
Zamanımızın ilimsiz ilim düşmanı Luterleri ise kitab ve sünneti / Kur’an ve hadisleri hiçbir usûl ve kâideye dayanmaksızın, kendi görüş, düşünüş, anlayış, hevâ, heves, nefis ve arzuları istikametinde anlamaya çalışıyor, o istikamette mânâ veriyorlar…
Hem acı hem gülünç…
Halbuki, sahip çıktıklarını söyledikleri Sevgili Peygamberimiz şöyle buyuruyor:
“Kim Kur’an’ı kendi kafasına göre tefsir ederse kâfir olur.”
Ne yazık ki bu nebevî ikaz bile, o azıcık ilimlerini ilâh, dünyevî menfaatlarını da gaye edinmiş kimselere fayda vermez / vermiyor.
Bu yanlış gidişi devam ettirmeyi gaye edinmiş olanlar, 70-80 sene gibi yakın bir zamanın değil, 7-8 asırlık bir idealin tecrübeli sahipleridirler.
Onlar için, hayatta en hakîkî mürşid İbni Teymiye’dir.
İbni Teymiye ve haleflerinin izinde gidenlerin izinde gidenler, ehl-i sünnetin müctehid imamlarını kabul etmezler ama, bu ümmetin başına belâ olan Vehhâbîliğin kurucusu Muhammed b. Abdilvehhâb’a hiç itirazlarını göremezsiniz.
Ayrıca…
Hangi İslam ülkesinde bulunursa oralı imiş gibi davranan, bukalemun gibi bulunduğu yerin rengine giren, kılıktan kılığa girip her sakala göre tarak vuran, sadece ikiyüzlü değil binbir surat olan mason Cemâleddin Afgânî…
Afgânî gibi mason olan Abduh…
Mezhep çorbacısı Reşid Rıza…
Rusya’da Lenin destekçisi ve dinde reformcu Mûsâ Cârullah gibi, sapıklık çizgisinde devam edenler, hep bunların fikir babalarıdır.
Teymiyeci / selefî, Efgânî / Abduhcu selefi ve Suudlu-vehhâbî / selefî kafasına göre, 4 hak mezhep mensupları onlara dinde kardeş değil, yolda arkadaş olabilirler.
Tarikat ise onların nazarında hepten bâtıl olduğu için şeriat’a bağlı hiçbir tarikat mensubu onların nazarında Allâh’ın selâmını verilmeye lâik değildir.
Hele kerâmete hiç inanmaz, böyle bir şey kabul etmenin bid’at olduğunu söylerler. Kerâmetin Kur’anla sâbit olduğunu bile düşünmez de âyeti inkâr felâketine düşerler.
Fâtır sûresinin 5. âyetine, “şeytan sizi mezheb ve tarikatlarla, Allah diyerek aldatıyor” diyerek kafalarına ve hevâlarına göre yanlış ma’nâ vererek, Kur’an-ı Kerîm’i de istismâr eder, maalesef yukarıda meâlini verdiğim şu hadis-i şerifin muhatabı oluverirler:
“Kim Kur’an’ı kendi kafasına göre tefsir ederse kâfir olur.”
***
Rahatsız oldukları esas noktalardan biri de, müslümanların sünnî müctehidlere ve sünnî tarîkat pirlerine bağlanmalarıdır…
Ama bu rahatsızlıklarını, gerçek tasavvuf erbabını değil, sahtelerini ele alıp hakîkilerin hepsi öyleymiş gibi gösterirler.
Şimdilerde, sünnîlikten ayrılıp sapıtanlarla, gerçek sünnîler arasındaki ayrılığı mezhep çatışması olarak göstererek, mezhepleri bölücülük olarak gösteriyorlar.
Kendilerine selefî, yollarına da “selefîlik” diyenler, kendilerini “selef-i sâlihîn efendilerimize” nisbet etmek gibi bir gözboyama içindedirler…
Onların “Geleneksel din” diye suçladıkları Ehl-i Sünnet müfessir ve mutasavvıflarının eliyle bize kadar gelen sâfî Müslümanlık, bu nevzuhurların işine gelmiyor!
Çünkü bu gelenek dini “sorunları çözemiyor” muş…
Denilmek isteniyor ki, “Bilinen müslümanlık artık işe yaramıyor. Biz onu yepyeni bir şekle sokarak işe yarar ve meseleleri çözer hâle getireceğiz!
Yeni dinimiz böyle olmalı. Olacakdır da. Çünkü yeni meselelerimizi çözemeyen bir zamanların dîniyle bu işin yürümiyeceği ortada…
Gelenek Müslümanlığından işimize gelen yerleri alır kendi düzdüklerimize ekleriz.”
Ama bu ne garâbet!
Hem “gelenekçiler” deyib aslını inkâr edeceksin, hem de beğenmediğin eski âlimlerin birikimlerine ortak olacaksın!
***
Asırlardır bilinen ve yaşanan İslamı “Gelenek dini” diyerek suçlayan ve ortadan kaldırmak isteyenleri, Merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’den dinleyelim:
“Bunlara, ulemâ-yı sû’ (kötü âlimler) demek, yahud ilimleri nâkıs cehele (ilmi tamamlamamış câhiller) hükmünü vermek kifâyet etmez. İlimleri yoksa zerre kadar akılları, izzet-i nefisleri de mi yok?
Müslümanlıkları da mı yok?
Yani bunların sükût-ı ilmîlerinden ziyâde sükût-ı rûhîleri şâyân-ı hayretdir. Hayır, hayır, en doğrusu bunlar, müslüman değillerdi. Belki Müslümanlığın ulemâsı (Müslüman âlimlerin) kıyâfetine giren gizli düşmanları idi.”
Bunlar, İslâmiyyet’i beğenmeyen sürüler ve içdeki gizli münkirler (inkârcılar)dır…
Kendi nefs ü hevâ ve arzularını, millete, “Benim beğeneceğim İslâm, böyle olmalıdır” diye değil; “Sizin beğenip îmân ettiğiniz İslâmınız anlaşılamıyor, dolayısıyla beğenilmiyor, aslını da siz bilmiyorsunuz, onun en doğru şekli budur” diyerek, göz boyarlar…
Bütün hedefleri, dini başka keyfiyete (şekle) inkılâb ettirerek yok etmektir…
Aynen, yahudilerin Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâm’ın şerîatlarında yapdıkları oynama ve tahrîfâtı, son şerîatta da yapmak…
Merhûm Zâhid-i Kevserî’inin, “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” dediği çukurun çukuru işte budur.
Görülüyor ki, Teymiyecisinden Vehhâbîsine, selefîcilik denileninden reformcu “İslâm beğenmezlerine” kadar topunun keyfiyeti nüans farkıyla aynı…
Bunların istek, arzu ve hedefleri, sadece adı bırakılan, öz ve muhtevâsı alabildiğine çürütülen, İslâmiyet ile zerre kadar alâkası kalmayan ve bırakılmıyan, kendilerinin uydurduğu ve adına İslam denilen bir din…
***
Enteresandır, Locafendi makamının yıllardır üzerinde durduğu teraneler de böyledir.
Allâh’ın dinini âciz göstermeye çalışan mezhepsiz ve telfikçilerin, kimlerle ve nerelerle paralel olduğuna bakın!
Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin buyurduğu gibi“….dinden korkmamanın ma’nâsı, …(çıkılsa sanki ne lâzım gelir, ne kaybedilmiş olur?) tarzında bir korkusuzluk ve bir nevi asrîlik şecaati iktisab etmek (kahramanlık göstermek)dir. Onun içün dini tepe tepe kullanırsın, (din beni terketse bile, ben onun yakasını bırakmam) dersin!”
Yani ne yaparsan yap, dinden çıkmayacağını zannedersin.
Nitekim, Diyanet’ten sorumlu eski Devlet Bakanı Mehmet S. Aydın, Çemberlitaş’taki Fırat Kültür Merkezi’nde (FKM) yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“Korkmayın iman kalpten kolay kolay çıkmaz.”
Ne demek çıkmaz!
İman kalbe demir kazıkla çıkılmış mı ki çıkmasın!
İman o kadar nazlı bir cevher, o kadar hassas bir değer ki, bulunduğu yere kendine zıt olan bir kelime bile gelse, derhal o kalbi terk eder.
Ama gelin görün ki, Müslümanlar “Korkmayın iman kalpten kolay kolay çıkmaz” diyerek rehâvete yönlendiriliyordu.
İlvanya ülkesinde pens ile cendereye alınan Locafendisi, bazılarının ağzıyla senelerce işte böyle konuşt durdu.
Yani mezhepsizlerin ve meâlcilerin, keyiflerine göre uyduracakları “paralel din”, senelerce önce el çabukluğu yapılıp epeyce yol almıştı.
Mezhepsizler, paralel dini aslında “millî cinsden” yapacaklardı. Diğerleri, yahudi-haçlı yardımıyla daha hızlı gittiler(di)…
O kadar hızlı gittiler ki, iş Allah’la konuşmalara, Peygamberi çalgılı, sazlı-cazlı toplantılara getirmelere, dalyan gibi kızları sahnelere çıkarmalara, rüyalı tivitlere, divit, çivit, cizvit ne varsa hepsini gerçekleştirmelere, kelime-i tevhidin ikinci kısmı olan Resûlüllah’ın ismini koparmaya kadar gelmişti.
Devamı filin züccâciyeci dükkânına girdiği gibi değil, daha yumuşak gidecekti. Ama olmadı ah olmadı!
Esasen Hallettin ile iş çoktan halledilmiş, Efgânî ve Abduh gibi masonların ve Reşid Rızâ gibi mezhep çorbacısının sapıklaştırıcı kitablarıyla çok daha önceden fikirler servis edilmişti.
Sinsi ve yavaş, fakat emin adımlarla “Durmak yok, yola devâm” derken birden hızlanıldı ve o en büyük hata işte böyle yapıldı.
Tam ipi göğüsleyelim derken fena halde ip ayağa dolandı!
Ne demişler? “Tiz-i reftâr olanın pâyine dâmen dolanır.”
Yani “acelesi 10.olanın eteği ayağına dolanır”
Halbuki, “Gelenek İslam” zehiriyle zehirlenmiş olan(!) Müslümanlara, Yahudilik ve Hıristiyanlık panzehiri, Diyalog ve Hoşgörü tasıyla yudum yudum ne güzel içiriliyordu…
Ah olmadı ah!
***
Bir Hristiyan olan Lester Kurtz, Meryem isimli bir müslüman ile evlendirilmişti.
Zaman gazetesi 15 Nisan 2000 tarihli sayısında “Bu bir devrim” manşetiyle verdiği bu habere “diyalogdan düğüne” alt başlığını atmış ve haberi şöyle duyurmuştu:
“Sosyoloji profesörü Hristiyan Lester Kurtz ile gazeteci Meryem Kurtz’un nikâhları Urfa’da İbrahim Camii’nde müftü, haham ve papazın huzurunda kıyıldı.”
Zaman’ın “bu bir devrim” diye duyurduğu haber, gerçekten de Kur’anın, “Müslüman kadınların Hristiyan erkeklerle evlendirilmesini yasaklayan” Mümtehıne sûresi 10. ve Bakara sûresinin 221. âyetlerinin emrine karşı gerçekleştirilen bir devrimdi.
Devrim, adı üstünde geleneksel bir uygulama, anlayış veya inanışı “deviren, değiştiren” faaliyet demekti.
Devrimin bir benzeri de, Nevyork’ta Beş Minare filmindeki hoca rolü ile devreye sokulmuştu.
Filmde, karısı Hristiyan olan hoca, kızını diyalogun doğal sonucu olarak bir Hristiyanla evlendirmekte beis görmüyordu.
Bakın sacayağı nasıl kurulmuş…
Diyalog toplantılarında oturum başkanlığı yapan Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı S. Mehmet Aydın da şöyle diyordu:
“Avrupa Birliği ile ilişkilerde bazı esneklikler göstermemiz lazım. Avrupa Birliği’ne gireceksek, ona göre düzenlemeler yapmamız şart (…) Kur’an’da Mümtehıne Sûresi 10. âyette diyor ki, “Bu kadınlar, o inkarcılara helâl değildir.”
Avrupa Birliği’ne girecekseniz bu âyeti batılılara îzah edemezsiniz. Mü’min kadının, Hıristiyan erkekle evlenemeyeceğini söyleyen bir âyet, Batı’da sıkıntı doğurur. Bunu gidermek lazım.”
(23 Nisan 2000 Samanyolu TV).
Peki, Mümtehıne sûresi 10. âyette, “Mü’min-kadın, müşrik-erkek” nikâhını yasaklayan hükme ne edip ne yapıp nasıl bir formül bulacaklardı?
Newyork’ta Beş Minare filmi işte bu formülün halkalarından biriydi.
***
Ne kadar “film” çevirirseler çevirsinler, bu topraklar artık bu filmleri, bu senaryoları kaldırmaz…
Haçlıların beğeneceği ve “sipârişiniz üzere tam ağzınıza lâyık buyurun” denilecek oyuncak bir İslam yok…
Zaten ona İslam denmez, gâvur oyuncağı denir…
Böyle bir oyuncağı kimse bize de kakalamaya kalkışmasın.
İster haçlı dostlarına sunsun, isterse tepe tepe kendisi kullansın…
(İntişârı: 10/5/2015)