İstanbul Çekmeköy Belediye Başkanlığı tarafından, İstanbul’daki üniversite talebelerinin katılacağı bir Siyer-i Nebî yarışması tertip edilmiş. Yarışma Çekmeköy Belediye Başkanlığı tarafından yapılıyor. Bu ilçenin belediye başkan Sayın Ahmet Poyraz.
Yarışmanın soruları şu heyet tarafından hazırlanıyormuş:
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Ali Köse.
Aynı fakülteden Prof. Faruk Beşer, Yard. Doç. Nihal Şahin Utku, Doç. Mehmet Özşenel, Doç. Câsim Avcı, Yard. Doç. Fatımatüz Zehra Kamacı.
Sınav tarihi 12/4/2015 olan yarışmanın sonucu Kutlu Doğum Haftası’nda Haliç Kongre Merkezi’nde açıklanacak. İlk üçüncüye 20, 15 ve 10 bin lira ödül verilecek, ayrıca ümreye götürülecekler. Haliç Kongre Merkezi’nde yapılacak programa Cumhurbaşkanı da davet edilecek…
Siyer-i Nebî gibi böyle bir yarışmaya her Müslüman memnun olur değil mi? Çünkü Siyer-i Nebî, Peygamberimiz’in hayatı demek. Bu yarışma vesilesiyle üniversitelilerimiz Peygamberimiz’i daha iyi öğrenmiş olacaklar öyle değil mi?
İlk bakışta öyle gibi. Ama hiç de zannedildiği gibi değil.
Çünkü, bu yarışma Hamidullah’ın İslam Peygamberi isimli eseri üzerinden olacak. Bu kitap yarışmaya katılanlara gönderilecek ve imtihan o kitap üzerinden yapılacak.
İslam Peygamberi isimli kitap, yarışmayı tertip edenler tarafından şöyle tanıtılıyor:
“İslam dünyasının son yüzyılda yetiştirdiği büyük ilim adamlarından Muhammed Hamidullah’ın eseri olan İslam Peygamberi, siyer alanında en ciddi ve kapsamlı çalışmalardan biri olarak kabul ediliyor.”
İşte esas mesele burada.
Çünkü ne Hamidullah “İslam dünyasının son yüzyılda yetiştirdiği büyük ilim adamlarından”dır, ne de onun İslam Peygamberi isimli eseri “siyer alanında en ciddi ve kapsamlı çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir.”
Gerçek şudur:
Bu kitabın içine, sokulabildiği kadar yanlışlar sokuşturulmuştur. Çünkü Muhammed Hamidullah zaten hem ehl-i sünnet değildir hem de amansız bir ehl-i sünnet düşmanıdır.
Böyle bir kimsenin kitabını ehl-i sünnet Müslümanların evlatlarına verip onları bu kitaptan imtihana çekmenin sebep ve gayesini anlamak kolay olmasa gerek.
***
Hamidullah, Peygamberimiz’in Mirac yolculuğunun ruh ve cesetle olmayıp sadece rûhî bir hal olduğunu söylüyor. Ona inananlar da onun bu kanaatına sıkı sıkıya bağlanıyorlar.
Peki, “Hamidullah’ın görüşünü din gibi kabul ederek, Mirac’ın rüya veya ruhî bir hâl olduğunu söyleyenler ne oluyorlar?
Hamidullah kimdir ve Mirac’ın mahiyeti nedir?
Bu soruların cevapları şöyle:
“Ruhu’l-beyan tefsirinde, Tefsir-i Hüseynî’den alınarak, “Resûlüllah’ın Mekke’den Mescid-i Aksa’ya götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur” buyuruluyor.
Bu gerçek karşısında Hamidullah’ın durumu ne?
El-cevap:
Hamidullah her ikisine de inanmıyor.
Hamidullah’ın çok sapık biri olduğu çeşitli ilim adamlarınca bildirilmiştir. Necip Fazıl Kısakürek de onun sapıklıklarını fark etmiş ve Türkiye’nin Manzarası isimli eserinde bu sapıklıkları sıralamıştır.
Necip Fazıl, İslâm Peygamberi isimli kitabın yazarı Hamidullah’ın, bir Müslümanın cüret edemeyeceği yanlışlıklarını şöyle sıralıyor:
1- Her şeyden evvel eserine “İslâm Peygamberi” adını koymakla bütün zaman ve mekânın ve topyekün kainatın efendisine, tek Peygamberine âdeta mahdut (sınırlı) bir saha, muayyen (belirli) bir daire çizen, onu birdenbire göze çarpmayacak şekilde dar bir tefrik ve tahsis çemberi içine alan ve böylece en azılı İslâm düşmanlarından Hollandalı müsteşrik Doktor (Duzi) ağzıyla konuşan…
2- İslâmın, -o da hatır için-, orta seviyeyi hedef tutturucu bir din olduğunu kaydeden ve dolayısıyla yüksek seviyeye mahsus olmadığı hissini sinsice veren (s. 14)…
3- İç ve dış bütün ilimlerin sahibine (Peygamberimiz’e), Suriye Hıristiyanlarından din bilgisi almış olmayı yakıştıran (s. 21)…
4- Nebiliği, nebiliğin meydana gelişini basit dünya sâiklerine ve toprak üstü sebeplere bağlayan (s. 25-29)…
5- Çölde sütkardeşi küçük kızın (Şeyma’nın) omuzunu, hayat boyu iz kalacak şekilde ısırdığını yazan (s. 40)…
6- Rahip Bahîra Vak’asında, “9 yaşında bir çocuğun (Peygamberimiz’in) simasında” nebîlik alâmeti bulunamayacağını ve buna inanmanın “safdillik” olacağını öne süren (s. 46)…
7- “Çocukluğunda puta bir esmer koyun hediye ettiğine” ait (kabul edilmesi mümkün olmayan) bir rivâyeti kaydedebilen (s. 47)…
8- Allah’ın sevgilisi ve insanoğlunun en güzelini düztaban diye vasfeden (s. 55)…
9- Vahy ânındaki esrarlı tecellileri “onların ifadesine göre” kaydiyle kendi kanaatinden uzakta tutan ve bu uslûpla şüpheli gösteren (s. 66)…
10- Bir tecellînin şeytânî mi melekî mi olduğunu tahkik mevzuunda “melekse çekilir gider, şeytansa kalır seyreder” gibilerden ilk zevceleri mübarek Hazret-i Hatice ile aralarında edep dışı sahneler îma etmeye kadar varan (s. 69)…
11- Buda’yı Peygamber sayan. (s. 69)
12- İlk Müslümanları, şahsî yakınlık ve menfaat sebebiyle imana gelmiş farzeden (s. 72)…
13- Şakk-ül Kamer (ayın yarılması) vesilesiyle mûcizeyi bıyık altından alaya alan ve kendisini dışarıda bırakıcı şekilde nakillere bağlayan (s. 82)…
14- Miracı, ruhî bir hâl sayan, Mirac’ı Allah’a mekân tayin etmiş olmak gibi gösteren. (s. 92)
15- İslâmda Allah’a mekân tahsisi olmadığını bilmemezlikten gelip Mirac’ı Allah’a mekân tayin etmiş olmak gibi gösteren (s. 92)…
16- İslam’dan önce Kudüs’te mescid bulunmadığını iddia edip, Mescid-i Aksa’yı, dolayısıyla Kur’anı bile yalanlamaya kadar giden. (s.93)
18- Peygamberimiz hakkında, “Tedavi için sadece tükürüğü vardı…” lâfını edebilen (s.106)…
19- Eserini baştan başa kuru aklın en âdîsi ve bizzat akılla iflas ettirilmişi üzerine bina eden ve onun önsözünde Fransızlardan gördüğü misafirperverliğe mukâbele için yazdığını, yani kiliseyi memnun edebilmek çabasında bulunduğunu itiraf eden…
Evet… Bütün bunları eyleyen, dinden imandan, aklın iç yüzünden, felsefeden, Doğu ve Batı muhasebesinden ve her idrak fakültesinden yoksun bir bedbahtın İslâm, âlim ve mütefekkiri diye piyasaya sürülmesinden ve bugüne dek bir fikir ve itikat jandarması marifetiyle durdurulmuş olmasından büyük felaket düşünülemez.
Ayrıca bu adamın bir zamanlar 6000 lira aylıkla Sıddık Sami Onar nam kişi tarafından Üniversiteye (konferansiye) tayin edilmiş, yani (Makaryos) dan beter bir kişi marifetiyle İslâm hakikatlerini göstermeye memur kılınmış olması, İslâmiyeti göstermek değil, gömmekten başka bir şey olmayan gayeyi açıkça belirtir.
Din simsarları bunları basadursun…
(N. Fazıl Kısakürek / Türkiye’nin Manzarası)
***
Değerli okuyucular!
Hamidullah’ı tenkit edenlerden biri de, Merhum Sadreddin Yüksel Hoca’dır. Bir medrese müderrisi olan Sadreddin Hoca, ilmine kimsenin itiraz edemeyeceği bir âlimdi. Bu zat, “Hamidullah’ın İki Eseri Üzerine Bir Araştırma” isimli eserinde Hamidullah’ın yanlışlarını madde madde sıralamaktadır.
O yanlışlar sırasıyla şöyle:
1- Hamidullah, İslâm Peygamberi isimli kitabında Peygamberimiz hakkında şöyle diyor:
“Onun yegâne arzusu eski peygamberlerin tebliğlerini tekrar canlandırmak, ebedî hakikatleri ihyâ edip tamamlamaktır. Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah Azimüşşan’ın kendisinden sonra bir peygamber daha gönderilmesine lüzum kalmaksızın, ilâhî tebliğinin hiç değişmeden bâki kalacağına dair samimi kanaatinde yanılmamıştır.” (s. 14)
Peygamberimiz hakkında, “samimi kanaatinde yanılmamıştır” diyerek kendince Peygamberimiz’in samimi olduğunu söyleyerek övmüş gibi yapıyor. Oysa bu ifade çok büyük bir hatadır. Zira Ahzab sûresi 40. âyette “Muhammed Allah’ın resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur” buyuruluyor. Dolayısıyla, kendisinden sonra peygamber gönderilmeyeceği” Peygamberimiz’in kendi kanaatı değil Allah tarafından bildirilen bir vahiydir.
Sanki ortada vahiyle bildirilen bir şey yok. Sadece Peygamberimiz’in samimi kanaatı var ve Peygamberimiz o kanaatında yanılmamış. Yanılmadığını da Hamidullah tespit etmiş.
Hamidullah’ın söylediği gibi bu hüküm eğer Peygamber Efendimiz’in samimi kanaatından ileri gelmiş olsaydı, Ahzab sûresinin 40. âyeti Allah’ın kelamı değil –hâşâ- Peygamberimiz’in sözü olmuş olurdu…
Hoş ona göre zaten öyledir. Hamidullah’a göre, Kur’an-ı Kerim ilhama dayalı olarak Peygamberimiz’in sözüdür.
Nitekim Resûlüllah Muhammed adlı eserinde,“Kur’an Allah kelamıdır” diyememekte “Kur’an Allah’ın sözünü temsil eder, onun yerine geçer” demektedir. (S: 214)
Mösyö Profesör’ün içinden, “Kur’an Allah’ın sözüdür, Allah’ın kelamıdır” demek gelmiyor olmalı ki “Onun yerine geçer” diyor. (s: 2)
Bir de şu var. Din vahiyle değil de kanaatla mı oluyor ki, Peygamberimiz hakkında “samimi kanaatinde yanılmamıştır” denilsin?
***
2- Hamidullah, şöyle diyor:
“İslâm’ın zuhurunda çok sayıda din vardı. Yeni bir dine ihtiyaç var mıydı? İslâm’ın muvaffakiyeti hangi şartlara bağlıydı? Bu soruya, Prof. Filip K. Hitti’nin cevabı gayet veciz ve faydalıdır.”
Hamidullah’ın, gayr-i müslim bir müsteşrik/oryantalist olan Prof. Filip K. Hitti’nin gayet faydalı gördüğü sözü şöyle:
“İslâmiyet, Sami kavimlere ait dinlerin mantıki mükemmelleşmesidir.” (S: 19)
Hitti bu sözüyle “İslamiyetin Allah tarafından gönderilen bir din olmadığını, diğer bazı dinlerin mükemmelliğe doğru mantıklı bir gelişmesi” olduğunu söylüyor, Hamidullah da müslüman olmayan bu müsteşrikin sözünü ‘faydalıdır’ diyerek ve alkışlayarak kabul ediyor. Yani ona suç ortağı oluyor.
Ya “İslâm’ın zuhurunda çok sayıda din vardı. Yeni bir dine ihtiyaç var mıydı?” sözüne ne demeli?
İslama ihtiyaç olup olmadığı insanların düşüncelerine mi bağlı ki Hamidullah böyle bir soru soruyor?
Bu sorunun, “Ya rabbi yeni bir dine ne lüzum vardı! Zaten birçok din var” demekle ne farkı var?
Bir Müslümanın, kalemini böyle bir soru için hareket ettirmesi mümkün mü?
Her şeyi bir tarafa bırakalım, hangi düşünce ve hangi niyetle olursa olsun, iman sahibi bir kimsenin Yeni bir dine ihtiyaç var mıydı? demesi mümkün değildir.
***
3- Hamidullah, şöyle diyor:
“Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) Umman’a yaptığı ticârî seyahatte Çinlilere rastlamış olsa gerek. Onun bu kavmin sanatına karşı büyük bir hayranlığı vardır. Ve şu söz ona izafe edilir: “İlim Çin’de olsa dahi arayınız.” (S: 20)
Bu yanlışların hangisini düzeltmeli bilmem ki!
Dikkat ederseniz, hiçbir ilmî ve târihî dayanağı olmadığı için “Çinlilere rastlamıştır” diyemiyor da, “Çinlilere rastlamış olsa gerek” diyor. Yani tamamen kendi düşüncesi. Daha doğrusu uydurması.
Peygamberimiz hakkında “Çinlilerin sanatına karşı büyük bir hayranlığı vardı” demesi de kocaman bir yalan ve Peygamberimiz’e iftiradır.
Hamidullah bu yalanı ortaya atıyor ama bir delil gösteremiyor. Şunu iyi bilmeliydi ki hangi hususta olursa olsun, bir peygamberin gayr-i Müslimlere hayranlık beslemesi mühaldir/akıl dışıdır.
Eğer Çinlilerde sanat ileriyse, Allah vahiyle onu peygamberine bildiremez mi?
Hamidullah, vahiy demekten köşe bucak kaçıyor her şeye vahiy dışında bir dayanak bulmaya çalışıyor.
Yoksa vahye inan(a)mıyor mu?
8-10 yaşındaki bir çocuk bile, “İlim Çin’de olsa dahi arayınız” sözüyle “En uzak yerde bile olsa arayınız” demek istendiğini bilir.
Hamidullah bilmiyor mu?
Hoş o da biliyor da, işte…
***
4- Hamidullah şöyle diyor:
“Hazret-i Muhammed, sallallâhü aleyhi ve sellem Avrupa’yı ve Katolikliği tanımadı. Sadece Bizans hakimiyetindeki Hıristiyanlaşmış Suriye Araplarıyla münasebeti oldu. Bunlar ona Hıristiyanlık akideleri hakkında malumat vermiş olsa gerektir” diyor. (S. 21)
Bu sözlerde de aynı sakim düşünce ve vahyi yok saymak gayreti yatıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ın resûlü değil de sıradan bir insan mıdır ki, Hıristiyanlık inancını insanlardan öğrenmeye muhtaç olsun?
Ona, gelmiş gelecek her şeyin ve sayısız âlemlerin ilmini/bilgisini veren Allah (c.c.) Hıristiyanların neye nasıl inandıklarını öğrenmesi için -hâşâ- peygamberini kafirlere mi muhtaç etmiştir?
Böyle bir inanç taşıyan kimsenin Müslüman olması, önceden Müslüman idiyse bu sözü söyledikten sonra Müslüman kalması mümkün müdür?
Kur’an-ı Kerim’de birçok âyet Hıristiyanların durumunu açıklamıyor mu ki, Peygamberimiz Hıristiyanların inançları hakkında Suriyeli Araplardan bilgi almaya muhtaç olsun?
Meselâ Mâide sûresi 72. âyette, “Şüphesiz, ‘Allah Meryemoğlu Mesih’tir” diyenler kâfir olmuşlardır” buyuruluyor.
Bir sonraki âyette de, “Şüphesiz “Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür’ diyenler kâfir olmuşlardır” buyuruluyor.
Bu hususta başka birçok âyet var. Kendisine bu âyetler indirilen Peygamberimiz (s.a.v.) Hıristiyanlık inancını Hıristiyanlardan mı öğrenecektir?
Bu mantık Müslüman mantığı değil maddeci mantığıdır. Bir insanın böyle bir inanca sahip olması için “vahiy” diye bir şeye inanmıyor olması lâzım.
***
5- Hamidullah şöyle diyor:
“Sent-Helendeki ikameti esnasındaki tefekkürlerinde Napolyon haklı olarak şöyle düşünüyordu:
“İslamiyet’in tesisinde bazen mucizelere götüren tesadüfî şartlardan ayrı olarak, bizim bilmediğimiz bir şey olması lâzımdır…” (S. 26)
Napolyon’un, İslam’ın zaferlerini mûcizelere götüren tesadüflere bağlaması normaldir. Fakat Fransızların İslam profesörü dediği, Müslümanlardan bazı kimselerin de İslâm profesörü kabul ettiği bir kimsenin, Napolyon’u haklı göstermesinin hiçbir haklı tarafı olamaz.
Yine de Napolyon bir şeyler sezmiş olmalı ki, “tesadüfî şartlardan ayrı olarak, bizim bilmediğimiz bir şey olması lâzımdır…”diyor.
İslam profesöründen(!) beklerdik ki kitabına şöyle bir kayıt düşsün:
“Evet Napolyon’un hissettiği gibi, onun bilmediği bir şey vardır. O şey, işte Allah’ın Müslümanlara yardımıdır”
Ne yazık ki İslam profesörünün böyle bir cümlesine rastlamıyoruz.
***
6- Hamidullah’ın Peygamberimiz hakkındaki düşüncesine bakın:
“Şayet kaynakların susması kâfi bir delil değilse, onun belki de deniz yoluyla Habeşistan’a gittiği dahi hatıra gelebilir. Bütün bu seyahatler onun Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan’ın ticârî, idârî, gelenek ve kanunlarını öğrenmesine yol açtı.
Olgunluk yaşında, kırkında bu tecrübeli adam, kavmini ıslaha teşebbüs etti.” (S. 34)
Değerli okuyucular!
Vahyi ve Allah’ın yönlendirmesini devreden çıkarmak için kırk dereden su getiren Hamidullah, kaynaklarda buna dair bir şey görememenin üzüntüsüyle Peygamberimiz’i hayalinde Habeşistan’a seyahata gönderiyor. “onun belki de deniz yoluyla Habeşistan’a gittiği dahi hatıra gelebilir” diyor.
Kaynaklar da amma acımasız haa! İnsan hiç olmazsa Peygamberimiz’in Habeşistan’a gittiğine dair bir satırlık bari bir şey yazar da, o tek satır Hamidullah’a can simidi olurdu. Ne yazık ki yok.
Olmasa da mühim değil, İslam profesörü yok olsa da var sayıyor.
Tek bir satır oluverseydi, adamcağız o tek satıra dayanarak, Peygamberimiz’in Habeşistan’a gittiğini iddia eder ve orada edindiği bilgilerle gelip Mekke’de tecrübeyle peygamberlik yaptı derdi. Ama diyemiyor.Iyice âciz kalmış, sadece “onun belki de deniz yoluyla Habeşistan’a gittiği dahi hatıra gelebilir” diyebiliyor. O kadar âciz kalmış ki, hem “belki” diyor, hem “hatıra gelebilir” diyor. Yani bir cümlede iki tereddüt ifadesi…
Hamidullah, tam bir misyoner edasıyla, “Tecrübeli adam” tabirini kullanıp, Resûlüllah Efendimiz’in seyahatler neticesinde edindiği bilgilerden sonra ıslahata kalkıştığını yazıyor. Yani ona göre Peygamberimiz (s.a.v.) vahiyle değil tecrübesiyle hareket etmiş.
İşte bu tam bir misyoner üslubudur. Zira misyonerler hep Peygamberimiz’in vahiyle değil kendi tecrübesiyle hareket ettiğini söylerler.
Halbuki bir peygamberin her hareketi, her sözü vahiyledir. Resûlüllah Efendimiz’e her şey vahiyle bildiriliyordu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de meâlen şöyle buyuruluyor:
“Sen bu Kur’an gelmeden önce bir kitap okumuyordun ve onu elinle yazmıyordun. Eğer öyle olsaydı, hakkı bâtıla çevirenler şüphe duyarlardı.” (Ankebût, 48)
“O arzusuna göre konuşmaz. O(nun bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (Necm, 3-4)
Evet, gerçekler Allah’ın bildirdiği şekilde böyle. Ama İslam profesörü(!) Hamidullah israrla “seyahatler onun Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan’ın ticârî, idârî, gelenek ve kanunlarını öğrenmesine yol açtı” diyor.
“Olgunluk yaşında, kırkında bu tecrübeli adam, kavmini ıslaha teşebbüs etti” diyerek, yaptıklarını vahiyle değil de peygamberlik yapmaya karar verip edindiği tecrübeye güvenerek yaptığını söylüyor.
***
7- Hamidullah, iddiasını kabul ettirebilmek için doğru dürüst âlimlerden nakiller yapamadığı için, İbni Kelbî yalancısının sözüne sarılarak şöyle diyor:
“İbni Kelbî, bizzat Muhammed’in (s.a.v.) İslamdan evvel bir put önünde esmer bir koyun kurban ettiğini nakleder. …kurban da şüphesiz bâtıl itikadlara inanan halaları tarafından tedârik edilmiştir.” (S: 47)
Peygamberimiz’e yapılan bu iftirayı okurken insanın imanını titreten bu hadiseyi nakleden İbni Kelbî kimdir?
Ahmet Zeki Paşa onun hakkında şöyle diyor:
“Hiçbir hadis âlimi İbni Kelbî’yi kabul etmemiştir. ..bütün hadis âlimleri haklı olarak onu tenkit edip halkı onun sözlerine inanmamaya davet etmişlerdir.
…Ehli sünnet İbni Kelbî’den nefret duymakta haklıdır. Çünkü o râfizîlikte ve aşırı Şiîlikte şöhret edinmiş bir kişidir.”
Demek ki İbni Kelbî, gulât-ı şîadan /şiânın azgınlarından bir adammış.
Hamidullah işte böyle bir adamın yazdığını kitabına alarak Müslümanların Sevgili Peygamberimiz hakkında yanlış ve tehlikeli bir inanca sahip olmalarına sebep oluyor. Sadece sebep de olmuyor, bunu kabul ettirmek için çalışıyor, uğraşıyor…
İstanbul’daki bir belediye yetkilileri böyle bir kimsenin kitabını ehl-i sünnet gençlerin ellerine vererek dikkatle okumaları için –öyle zannediyorum ki- bilmeden veriyorlar.
Belediye mensupları bilmeyebilirler. Ama ilahiyatçılar nasıl bilmez?
Yukarıda yazdıklarımıza onlar ne diyorlar?
Önümüzdeki sayılarda yazacaklarımız var. Onlara ne diyecekler acaba?
Değerli okuyucular!
Bu konu daha devam edecek. Müslüman gençlerin nasıl bir kimsenin nasıl bir eserini okumaya yönlendirildiklerini öğrenmemiz için, önümüzdeki iki sayıda da bu konudan bahsetmemiz icap edecek.
Lütfen unutmayın 7. maddedeyiz. Devamı dergimizin bundan sonraki sayılarında…
Şimdilik fî emânillah…
Bu yarışmanın ödül töreni Başbakan Erdoğan’ın da katılımı ve teşekkürü ile Haliç Kongre Salonu’nda yapıldı.
(İntişârı:10/01/2015)