Sevgili Peygamberimiz’in mûcize bir haber olan “Kostantîniyye elbette fetholunacaktır…” hadis-i şerifi, hem İstanbul’un fethini bildiriyor hem de bu şehri fetheden kumandanı ve onun askerlerini methediyor. Resûlüllah’ın bu övgüsüne nâil olmak için can atan nice Müslüman devlet başkanları ve kumandanlar, İstanbul’un fethi için nice seferlere çıkmışlarsa da bu övgü ve mübârek fetih, o gün de hâkan bu gün de hâkan olan dedemiz Fâtih Sultan Mehmet Han ve askerlerine nasip olmuştu.
Dünyanın çehresini değiştiren bu büyük hadisenin bizim zihnimizde öyle bir yeri var ki, “Fetih” denilince aklımıza ilk gelen İstanbul’un fethi oluyor. Fetihle, üç ilah inancına sahip olan Hıristiyanların bu sapık inançlarının sembolü olan çanına ot tıkanmış, dolayısıyla asırlarca devam etmek üzere Hıristiyan âleminin yüreği yanmıştı.
Ancak…Hâlâ da yanmaktadır diyemiyoruz. Çünkü “Fetih”le beraber kiliselikten câmiye çevrilip 500 seneye yakın İslam mâbedi olarak kullanılan ve fethin sembolü olan Ayasofya, bir gün gelip câmilikten çıkarılmış, ruhsuz ve mâneviyatsız, soğuk bir yapı haline getirilmiş, böylece adeta fethin gayesi ortadan kaldırılmıştır.
İstanbul o zamandan beri tekrar, yeniden ve ikinci bir fetih beklemektedir. Fethin sembolü Ayasofya’dır. Ayasofya ibâdete açık olduğu müddetçe fetih ruhu ayakta, ibâdete kapalı olduğu müddetçe de sönmüş ve söndürülmüş demektir. Onun için, ikinci fetih Ayasofya’nın müzelikten câmiye çevrilip tekrar ibâdete açılmasıyla olacaktır. Ve hiç şüphemiz olmasın ki, bu fetih kimlere nasip olursa, İstanbul’un fethiyle alâkalı olan hadis-i şerifteki müjde onların üzerinde ikinci defa tecellî edecektir. Biz de o zaman, Ayasofya’nın açılması kendisine nasip olan bu topluluğun affa uğramış bir topluluk olduğunu anlayacağız.
Tasavvuf büyüklerinin bildiklerine göre, İstanbul, birincisi silahla ikincisi de duâ ve tekbirlerle olmak üzere iki defa fethedilecektir. Birinci fetih, Sultan Fâtih ve askerlerine nasip olmuştur. İnancımız odur ki ikinci fetih de Ayasofya’nın tekrar ibâdete açılması şeklinde olacaktır.
Bakalım, Ayasofya’nın ibâdete açılması hangi bahtiyar topluluğun gayretiyle olacak, ebedî kurtuluşun simgesi ve belgesi olan bu devlet kuşu bakalım kimlerin başına konacaktır…
Fetih ve Ayasofya ile ilgili, âcizâne, tahmisli/beş mısralı olarak kaleme aldığım bir şiirimi arz ediyorum:
Peygamber lisanından sudûr etti bir medih:
O ne güzel bir sefer, o ne güzel bir fetih…
Gülbang ile başladı Edirne’den bir sefer,
Salevât okuyordu ordudaki her nefer.
Peygamber müjdesiyle coşuyordu her nefer.
Yol boyunca kalpleri zikrullah ile yandı,
Ve ordu ilerleyip İstanbul’a dayandı.
Lâkin surlar çok kavi, Bizans inatçı idi,
Veli Akşemseddin ise “Zafer yakındır” dedi.
Ve ardından genç Fâtih “Yâ Allah! Hücum!” dedi.
Bu öyle bir fetih ki, ibret olsun bizlere:
Fetih için doluştu neferler dehlizlere.
Gemiler yol bulmuştu karadan denizlere.
Bütün fetih askeri gark oldu feyizlere,
Gökten yağan feyizle nur doldu benizlere.
Surlar geçit verdi de râm oldu Atamıza.
Biz “Elestü” bezminde söz verdik Mevlâmıza.
Tekrar fetih verecek Rabbim elbette bize.
Yalvar, yakar duâ et, tekrar güç versin dize.
Feth-i sânî armağan, gelecek neslimize.
Bil! Bizans’ta dolmuştu entrika, yalan-dolan,
Zulüm âbâd olamaz, sonunda olur vîran.
Fetih ordusundaysa yoktu hile ve talan.
Erenler himmetiyle fethetti yüce Hâkân,
Aslında o bir derviş, görünüşte bir sultan,
Rûhânîler olmasa maddî güç neye yarar?
Rabbimiz sûret değil, kalpteki zikre bakar.
Ordusuyla gelmişti Ubeydullâh-ı Ahrâr,
O gelince orduyu yoğun sekîne sarar.
Vuruldu mühürler hep, tasdik olundu karar.
Melekler, rûhânîler olmuşlardı hem-zemîn.
Toprağı gözyaşıyla ıslattı Akşemseddin.
Tahakkuku ânıydı o mukaddes kaderin,
Hükmü baştan veren var, o ki Fahrul Mürselîn…
Çün görmüştü yazısın Resül, Levh u kalemin.
Ona lâyık insanlar hani Bizans’da yok ya,
İslama sinesini açmıştı Ayasofya.
Vurulmuştu üstüne, “sıbğatüllah” o boya,
Asırlarca yaşadı Kur’an’la doya-doya.
Gönül isterdi ki, âh! Bu boya hiç solmaya.
Fakat bir zaman geldi esiverdi sam yeli.
Ezan, Kur’an sustu da ruhsuz kaldı heykeli.
Hâliyle şimdi sessiz, ibâdetler biteli.
Ve soruyor bizlere: Nerde fetih askeri?
Durmadan çağırıyor: Tekrar çabuk gel geri.
Ezanlar okunur da ibâdet olmaz onda,
Seneler geçiyor ki, hutbe okunmaz onda,
Hüznünü görmek için göğsüne bir dokun da
Duy ne kadar sabretmiş yüce İslam yolunda
Gör ne yaşlar akacak, mahzun Ayasofya’da
Bil ki Ayasofya’da ikinci fetih gerek,
Mürşitler Akşemseddin ve mürid Fâtih gerek.
Diz çöküp göz yumarak Arş’ı titretmen gerek.
Karanlıktan arınmış nurlu âsuman gerek,
Asrında iz bırakan mühr-i Süleyman gerek.
İstermiş Ayasofya yeni bir fetih meğer.
Fetihte pay sahibi olmak istersen eğer,
Duâ ve niyazınla eyle semaya sefer,
Bu seferin zamanı, bilesin vakt-i sefer.
Mâneviyat eri ol, başın tâ Arş’a değer.
Hedef Arş’tan da öte… Geç ay, güneş, yıldızı.
Yeter artık durmak yok! Yum gözünü, kır dizi.
Aç elini artık sen, kalpte tatlı bir sızı…
İste ikinci fethi, Rabbim reddetmez bizi.
Bak! Önünde duruyor, Fâtih’in kudsî izi.
Ey sen duâ leşkeri, kudsî fetih askeri!
Küfür pes etmiş artık, patlamıştır tekeri.
Sen durma ha, ilerle! Duran kalmıştır geri.
Hedef: İkinci fetih… Durmayalım, ileri!..
Resûlümüz buyurur: Ey ümmetim gel beri!…
Evet!.. Mukaddes mâbed yeni bir fetih ister.
Sanma sessiz kalacak duâdaki akisler.
Bize destek verecek, üçler, yediler, kırklar.
Sen azmeyle yeter ki, onlar seni destekler.
Fethe engel olamaz, bütün maddî köstekler.
Yeter ki sönmesin hiç, fethe bağlı istekler.
Asla baş kaldırmaya nefisteki hevesler!
Şu soru “Biziz!..” diye açık bir cevap ister:
Kim bu yola baş koyar? Kimi yazar tarihler?
Nerde o güzel ordu? Nerdesiniz fâtihler?..
Istanbul’un fethinde Ayasofya harap halde idi. Fatih şehre fetih günü olan 27 Mayıs günü girmedi. Osmanlı âdetine göre, bir şehir fethedilince fethi yapan padişah veya kumandan, o şehre Cuma günü girer, o zamana kadar oranın cami haline çevrilen en büyük kilisesinde Cuma namazı kılardı. Fatih Sultan Mehmed de, şehre 30 Mayıs Cuma günü girdi. Cuma namazını Akşemseddin Hazretleri kıldırdı. O andan itibaren Ayasofya kilisesi, câmi oldu.
18. asırda mozaiklerdeki bazı insan resimlerinin yüzleri hafif beyaz badana ile kapatıldı. 19. asra kadar her padişahın zamanında, câminin ibâdet yapılan kısmına ve diğer bölümlerine, havlu ve bahçesine birbirinden nefis Türk mimarî eserleri eklendi ve câmi tamamen bir Türk sanat âbidesi haline geldi. 1847-49 yıllarında Sultan Mecid, İtalya’dan getirttiği mimar Fossati’ye esaslı bir tamir yaptırdı.
Cumhuriyetin ilanından sonra, Ayasofya’nın restorasyon ve tamiri düşünüldü. Namaz kılınan kısmı, dışı, havlu ve bina etrafını ihyâ ve müze haline sokmak faaliyetlerine girişildi. Câmi kısmının tamirini yapabilmek için, 1935 başlarında ibâdet kısmı geçici olarak ibâdete kapatıldı. Bu geçici kapatılma tarihine kadar, Ayasofya 481 sene Kur’an ve Ezan sesleri ile yankılanmıştı.
Yıl 1931… ABD’deki Bizans Enstitüsü adına Thomas Wittemore, Câminin mozaiklerini temizlemek ve tamir etmek için izin istedi ve ona bu izin verildi. 1932 de işe başlandı.
1934’de Abidin Özmen Milli Eğitim Bakanı yapıldı. Bu Bakan İstanbul’a geldi, o sırada Ayasofya’yı da gezdi, çalışmaları ve mozaikleri inceledi. Câminin ibâdet mahalli dışındaki kısımlarının perişanlığını gördü. Buraların ihyâ edilip müze halinde halka açılmasının uygun olacağını Mustafa Kemal’e açtı. O da konunun uzmanlarca incelenmesini emretti. Abidin Özmen, İstanbul Müzeleri Müdürü Aziz Ogan başkanlığında sekiz dokuz kişilik bir komisyon kurup konuyu onlara havale etti. Bu işgüzar komisyon hazırladığı raporda şöyle diyordu:
“Caminin ibâdet yapılan kısmı ibâdete kapatılmalı, buraya Bizans eserleri konularak Bizans müzesi yapılmalıdır. Ayasofya’nın asırlarca Osmanlı eseri haline getirilmiş olduğu da göz önüne alınarak, uygun bir yerinde Türk eserleri de teşhir edilmelidir.”
Sadece Türkiye’nin değil İslam âleminin göz bebeği olan Ayasofya’nın ibâdete kapatılarak Bizans Eserleri Müzesi olması fikrini ortaya atan işte bu komisyondur. Heyetin içinde, “ibâdet kısmının ibâdete açık kalması gerektiğinde” ısrar eden tek kişi, ne hazindir ki Alman Profesör olan Erckhard Ungar‘dır!
Bakan Abidin Özmen, Kasım 1934 başlarında Mustafa Kemal’e mûtad bir akşam sofrası sohbetinde, Ayasofya’nın müze olması meselesini anlatıyor. Mustafa Kemal hemen işe başlanması emrini veriyor. Ayasofya Câmii, Vakıflar’a bağlı bulunduğundan, yapılacak şeyler de bu kuruma düşüyordu.
Mesele, Millî Eğitim Bakanlığı’nın 14.11.1934 tarih ve 94.041 sayılı tezkeresinde şu cümlelerle ifade ediliyordu:
“… eşsiz bir mimarlık san’at âbidesi olan İstanbul’daki Ayasofya Câmii’nin târihî vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi, bütün “şark (doğu) âlemini sevindireceği” ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı…”
“Bütün şark (doğu) âlemini sevindireceği” sözleri, aslında Ayasofya’nın ibâdet kısmının kapatılmayacağını gösteriyordu. Çünkü şark âlemi denilen tabii ki Japonya, Çin, Hindistan değil “İslam Âlemi” idi. İslam âleminin en mukaddes mâbedlerinden biri sayılan Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, Müslüman dünyasını nasıl sevindirecekti?
Ayasofya’nın ibâdet mahallinin bile müzeye çevrilmesi konusunda, sonradan neler olacağından habersiz olan Bakan Abidin Özmen “İbâdete kapatmak mı? Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya câmidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksad budur” diyecekti.
O sırada İçişleri Bakanı olan Şükrü Kaya, Mustafa Kemal’in yakını idi. O da Ayasofya’nın ibâdete kapatılması hakkında, “Kesinlikle söz konusu değil! İbâdet bölümünü Bizans Müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı” demekteydi.
Ayasofya Müzesi idaresinde bulunan “Ayasofya Hatıra Defteri“nde, Bakan Abidin Özmen, bu fikrin doğuş ve gelişmesini, aynen bu şekilde hatıra olarak kaydetmiş. Yani bu hatırada da ibâdete kapatılacağına dair tek kelime yok.
Bakanlar Kurulu, Ayasofya ile ilgili tâmiratı görüşüp (24.11.1934) Millî Eğitim Bakanlığı’na talimat veriyor. Bakanlık da Ayasofya etrafındaki Vakıf binalarını ve Fatih Medresesini yıkıyor.
Böylece, Ayasofya Câmii 1 Şubat 1935 tarihinde halka Ayasofya Müzesi adıyla açılıyor.
Yıl 1931… Ayasofya henüz câmidir. ABD’deki Bizans Enstitüsü adına Thomas Wittemore, câminin mozaiklerini temizlemek ve tamir etmek için hükümetten izin istiyor. Kendisine bu izin veriliyor. O da 1932 de bu işe başlıyor.
Çalışmalarda esas hedef Ayasofya’nın ibâdet edilen, namaz kılınan kısmıdır. Çalışmalar hızla orada devam ediyor. Ortalığın toz toprak içinde kalması yüzünden, kıymetli halılar, seccadeler kaldırılıyor, duvarlardaki Allah, Muhammed, Hülefa-i Râşidîn, Hasan, Hüseyin isimlerinin bulunduğu levhalar indiriliyor.
Thomas Wittemore ismindeki Hıristiyan, altındaki mozaikleri araştırmak istediğini söyleyerek, kubbenin göbeğindeki “Nur” ayet-i kerimesini de kazımak istemişse de ona müsaade edilmiyor ve hele şükür Kazasker İzzet Efendi’nin bu nefis istifi yok edilmekten kurtuluyor.
Toz-toprak içinde ibâdet edilemez denilerek, çalışmaların yapılabilmesi için “TAMİRAT BİTENE KADAR” bahanesiyle Ayasofya’da ibâdet sözde geçici olarak durduruluyor.
ABD’deki Bizans Enstitüsü adına Ayasofya’da çalışan Thomas Wittemore, çalışmaları hakkındaki raporunda hiç olmazsa şu insaflı cümleleri kullanır:
“Yedi yıllık çalışmalarımız boyunca -Bizans’tan kalma- mozaiklerde hiçbir kasıtlı bozma ve yüzlerin zedelenmesi izlerine rastlamadık. Zelzeleler ve geçen zaman, binayı mozaik resim sanatının birçok şaheserinden mahrum bırakmıştır. Fakat mevcud olanlar, Ayasofya’yı kullandıkları beş asır boyunca Türkler tarafından muhafaza edilmiştir.“
Mayıs 1945… Şükrü Saraçoğlu Başbakan olur. Yeni Sabah Gazetesi sahibi Celaleddin Saracoğlu, Saraçoğlu’na “Ayasofya’nın daha ne kadar ibâdete kapalı kalacağını” sormuş, Saracoğlu da “Biraz nefes alalım, hepsini düzenleyeceğiz ve tabii ibâdete de açılacaktır” demişti. Bu sözleriyle, en salahiyetli bir ağız olarak, Ayasofya’nın “ibâdete kapalı olmayacağını” söylemiş oluyordu.
Ancak zaman geçmiş, tamirler bitmiş, fakat câmi bir türlü ibâdete açılmamaktadır. Açıkçası, tek parti idaresinin Ayasofya’yı ibâdete açmaya niyeti yoktur.
Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in Özel Kalem Müdürü İsmail Hakkı Uludağ, Ayasofya meselesi hakkındaki bir soruya, gülerek gerçekleri açıklayan şu cevabı veriyor:
“Hasan Ali, imkân bulsa câminin ibâdet kısmını da ilk raporda belirtildiği gibi, Bizans Müzesi yapar!“
Nitekim câminin ibâdet kısmı dâhil her tarafı sonunda müze yapılmıştır.
Ayasofya‘nın, ibâdete açılmasını önlemek için, 1947’de ufak bir broşür yayınlandı. Bu broşürün 64-65. sahifelerine, Ayasofya’nın müze yapılmasına dair Milli Eğitim Bakanlığı ile Vakıflar Umum Müdürlüğü arasında geçen yazışmalar geçirilmiş, aslında olmadığı halde, altına da şu satırlar eklenmiştir:
“İcra Vekilleri Heyetince (Bakanlar kurulunca) 24.11.1934 de görüşülerek, Ayasofya camiinin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.“
Tarihin altına, “Reis-i Cumhur Atatürk” ismi, daha altına da, kararnamelerde olduğu gibi, Hükümeti teşkil eden bakanların isim ve soyadlarının ilk harfleri konmuştur. Bu yazının başına da, başlık olarak “KARARNAME” kelimesi oturtulmuştur.
İşte bu uydurma “KARARNAME“, Ayasofya’nın “İcra Vekilleri Heyeti kararı ile” müze yapıldığına herkesi inandırmıştır! Halbuki bu tamamen uydurmadır.
Uydurmadır çünkü, aynı gün çıkarılan soyadı kanunundaki imzalar ile bu imzalar birbirini tutmamaktadır.
Kararnamelerde usül ve kaide şudur: Kararnameler “İcra Vekilleri Heyetince” (Bakanlar Kurulunca) görüşülüp karara bağlanınca bir numara verilir. Resmi Gazetede ilan edilir. Kavânîn (kanunlar) külliyatında yani Sicilli Kavânîn, Düstur ve Kanunlarımız’da da aynı tarih ve numara ile yer alır. Müdevvenât Müdürlüğünde, T.B.M.M’ de, Başbakanlıkta da muntazaman arşivlenir. Aranınca da bulunur.
Bu sözde “KARARNAME”nin ise numarası yoktur, Resmi Gazetede yayınlanmamıştır, kararnamelerin bulundurulduğu resmi dairede yoktur, Sicilli Kavânîn, Düstur, Kanunlarımız gibi eserlerde de yoktur.
Bunlar da gösteriyor ki, önce geçici olarak(!) ibâdete kapatılan Ayasofya şu kaidenin zebunu olmuştur:
“Türkiye’de geçici kararlar, az sonra dâimîleşir!“
Ayasofya’nın ibâdete açılması meselesi senelerce unutuldu, uyutuldu ve küllendirildi. Zaman zaman bu küller bazı heyecanlı Müslümanlar tarafından eşelenmek istendiyse de hiç bir netice alınamadı.1950’den önce Ayasofya’nın ibâdete açılmasını istemek gibi bir şey zaten düşünülemezdi. Demokrat Parti zamanında ise, söz sahibi bazı din büyükleri câmi kürsülerinden zaman zaman Menderes’e hitaben milletin bu isteğini dile getirdilerse de, 10 sene devam eden bu iktidar bu isteklere kulak tıkadı.
1960, 27 Mayıs ihtilali ise zaten 1950’nin geri gelmesi gibi idi. Ondan sonraki Demirel hükümetleri zamanı da Müslümanların oyalandığı zamanlardı.
Ecevit-Erbakan koalisyon hükümeti… Bu hükümet, aynen Ayasofya meselesi gibi külllenmiş olan Kıbrıs davamızı bir çırpıda hallediverip milletin minnetini kazanınca Ayasofya’yı da ibâdete açarlar diye zayıf bir ümit belirdi. Ancak, Ecevit İstanbul’daki bir basın toplantısında, bir gazetecinin “Ayasofya’nın cami kısmını ibâdete açacak mısınız?” sorusuna, “Ayasofya’da bir takım resimler vardır, Müslümanlar resimlerin bulunduğu yerde namaz kılmazlar” diye cevap verecek, böylece Ayasofya hakkında da İslamiyet hakkında da, hiçbir bilgiye sahip olmadığını ve bu meseleyle uzaktan yakından ilgisi olmadığını ortaya koymuş olacaktı.
Çünkü, Ayasofya’nın ibâdet edilen kısmında hiçbir mozaik resim panosu yoktur. Şimdiki hali, fetihten 1846’ya kadar da aynen böyle idi. Müminler, fetihten beri câmiin bu hali ile içinde namaz kılmışlardır. Ecevit bunu da bilmiyordu.
Yine yıllar geçti. Demirel Hükümeti konuyu ucundan, kıyıcığından ele aldı. İbâdet kısmını değil de, “Hünkâr Mahfelini” ibâdete açtı!
Hünkâr mahfeli, mihrabın üst solunda dar ve uzunca bir dehlizdir. Padişah Ayasofya’da namaz kılacağı zaman buraya maiyetiyle câmi dışından, özel kapıdan girer. Burası en fazla yirmi otuz kişi alır. Demirel burayı ve buraya giriş veren zemin kat kısmını ibâdete açtı. Bu giriş yeri de ancak kırk-elli kişi alabilir.
Giriş kapısının yanına ahşap bir mihrap oturtuldu. Üstelik açılış bir cuma günü yapıldı. O kadarcık da olsa bu sevinçli haberi alan müminler, açılan yeri doldurdular ve cemaat taştı. Orada son cemaat yeri olmadığından, içeri giremeyenler, giriş kapısı dışında, yerlere gazeteler sererek namaza durdular. Sırtları mihraba, yani namazı kıldıran imama dönük olarak, imamın ardında değil önünde, sözde Ayasofya’da namaz kılmış oluyorlardı!
İyi de… Ayasofya ya bizimdir, ya değildir. İbâdete açılacaksa niçin esas namaz mahalli açılmıyor da, kenarında köşesinde, gizleniliyormuş gibi yapılıyordu?
Gelen gideni aratır ya… 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, namaza açılmış olan bu küçük yer ibâdete tekrar kapatıldı! Ayasofya kısa bir müddet kavuştuğu ezan sesinden yeniden mahrum kalıyordu.
Demirel Hükümeti, Mukaddes Emanetler Dairesi’nde asırlar boyunca gece-gündüz, aralıksız okunmakta olan ve 1924’de kaldırılmış bulunan Kur’an-ı Kerim okunmasını yeniden da başlatmıştı. 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra, bu da durduruldu.
Özallı seneler ise, üzerinde Demokles’in –pardon 12 Eylül’ün- kılıcının sallandığı senelerdi. O seneler de işte şöyle-böyle geldi geçti. Ondan sonra da koalisyonlar falan…
Bugünkü vaziyeti ise aşağıda yazacağız…
Bugün Müslümanlar, Ayasofya’nın içinde namaz kılmaya kalksalar, -zaman zaman yaşandığı gibi- kafalarına copların ineceği daha baştan bellidir. Gözaltıları, tutuklanmaları ve mahkemelerde süründürülmeleri de cabası.
Bir de bunun tersi var:
Temmuz 1967’de, Efes’e gelip kendi dinince Hacı olan Papa 6. Pol (Paul), Efes’ten İstanbul’a geçti, Ayasofya‘ya girdi, câmi kısmında diz çöktü. Yanında o zamanın Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil olduğu halde, nezaketen müsaade istemiş fakat onun cevabını bile beklemeden istavroz/haç çıkarmış, kendine göre ibâdetini tamamlamış, sonra da yere kapanıp zemini öpmüştü.
Gazetelerde yeri öpmesinin resimleri çıkmış ve bu hareketi haber olmuştu. Bu Papa İstanbul’da Ayasofya’dan başka hiçbir yerde, ne yeri öpmüş ne de haç çıkarmıştır.
Ayasofya’da bunu yapmakla, burasını bir câmi değil kilise olarak kabul ettiğini gösteriyordu. Çünkü bir Hıristiyan kendi inancına göre asla bir câmide dini vazifesini yerine getiremez. Onun inancı bunu yasaklamaktadır.
Ne acı ki, bir Müslüman 481 yıldır öz be öz kendi malı, kendi sınırları içinde câmii olarak kullandığı bir mâbette bir defa bile ibâdet etmeye kalkınca suç işlemiş sayılsın ve başına gelmedik şey kalmasın. Buna karşılık, kiliselikten çıkarılmış olan bu yerde Hıristiyan âleminin başının burada ibâdet etmesi serbest olsun!..
Hangi hükümet olursa olsun, gelen her hükümetten artık bu tatsız, mantıksız anlayışa son vermesini, Ayasofya’yı ibâdete açmasını istemek hakkımız değil midir?
Kaynak: İslam Mecmuası, 1987
Bilinen Ayasofya’dan başka 3 Ayasofya daha var.
Birisi İstanbul Sultanahmed’deki Küçük Ayasofya.
Birisi Bursa İznik’’teki Ayasofya.
Birisi Trabzon’daki Ayasofya.
Bilinen Ayasofya ile beraber toplam 4 Ayasofya var.
Bunlardan İstanbul’daki Küçük Ayasofya ibâdete açık.
İznik’deki Ayasofya, 2007’de restore edilerek müze yapılmıştı. Kasım 2011’de yeniden câmi olarak ibâdete açıldı. “Ayasofya Müzesi” yazılı tabela kaldırılarak yerine “Ayasofya (Orhan) Camii” tabelası konuldu.
Fethin sembolü, Fatih’in hatırası Ayasofya, maalesef hâlâ ibâdete kapalı. İbâdete açılarak, Fatih’in vakfiyesinin hakkının verilmesi şart. Beş vakit namaza, vaaza, hutbeye, cumaya yani Müslümanların hizmetine açılması şart.
Ancak, asla İSAM Başkanı Prof. Dr. M. Akif Aydın’ın söylediği şekilde değil.
M. Akif Aydın, Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a 03.10.2010 tarihinde verdiği bir mülakatta şöyle diyordu: “Ayasofya’yı ibâdete açalım ama iki dinin mensupları da gelsinler burada kendi ibâdetlerini yapsınlar. Hafta boyu Müslümanlar, hafta sonu da Hıristiyanlar kendi dillerince Allah’a yakarsınlar.”
Fener Rum Patriği Bartholomeos da “Bizim için Anadolu Kudüs kadar kutsaldır” derken acaba neyi îmâ ediyordu?
Ertuğrul Günay da bakanlığı zamanında, “Anadolu’daki bütün kültürlerin eserlerini restore edeceğiz, koruyacağız” diyerek, Bartholomeos gibi içinde “Anadolu” kelimesi geçen bir cümle kullanıyordu.
Enteresandır, Anadolu’daki yıkık hatta kalıntısı bile kalmayan eski kiliseler onarıldı. Bazıları da ayinlere açıldı.
a- İzmir’in Çeşme ilçesine bağlı Alaçatı beldesindeki tarihî Pazaryeri Câmii restorasyon bahanesiyle kilise hâline getirildi. Caminin içinde kilise işaretleri, ikonlar, heykeller aslına uygun olarak yeniden yerleştirildi. Hristiyanlık sembollerinin yoğun olduğu alan bir perde ile kapatıldı. 2011 yılında bir Pazar günü namazdan sonra Patrik Bartholomeos’un yönetiminde câmide, evet câmide âyin yapıldı.
b- Bir tek Ermeni’nin yaşamadığı Van’ın Akdamar adasındaki ören hâline gelmiş Ermeni kilisesi, devlet parasıyla onarılıp âyine hazır hale getirildi. Televizyonlarda, uyurken verilen görüntüsüyle zihinlerde yer eden Kültür Bakanı Atilla Koç, bu kilisenin kurdelasını “Hayırlı olsun” diyerek kesmişti.
c- Konya’nın Sille mahallesinde harap hâlde bulunan kilise onarıldı.
Türkiye’de kiliseler büyük masraflar yapılarak tamir edilirken, Yunanistan, Bulgaristan, Ermenistan, bütün Osmanlı camilerini yıktı.
Kiliseler Hıristiyan âyinine açık ama Ayasofya Müslüman ibâdetine kapalı.
Görünüş o ki Heybeliada Ruhban Okulu da yakında açılacak. Ayasofya ne olacak?
Hıristiyan âlemine, “İzin verseniz de kendi sınırlarımız içindeki Ayasofya’yı ibâdete açabilir miyiz” diyemiyoruz. Hiç olmazsa bunu bari diyebilsek.
Ayasofya’nın yeniden ibâdete açılması, Türkiye’nin gerçek anlamda bağımsız, hür bir ülke olduğunun yegâne göstergesidir.
Ayasofya, şu şartlarla Fâtih tarafından vakfedilmiştir:
“Ayasofya, kıyamete kadar câmi olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allâh’a, âhirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hâkim olsun, bir mütegallibe (güç-kuvvet sahibi) olsun, değiştiremez. Vakıf şartlarını kim değiştirirse, Allâh’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”
Vakfın dînî hükmü şudur:
“Bir yer, ne şartla vakfedildiyse kıyamete kadar o iş için kullanılır. Vakfedenin istediği şart, Allâh’ın emri gibidir…”
Bütün İslam âleminin göz bebeği olan Ayasofya’yı ibâdete kapalı tutmak, Müslümanlara revâ görülen dâimî bir işkencedir. Bütün camilerimiz, -ibâdet esnasında namaz kılanların önünde-arkasında ve arasında dolaşılmamak şartı ile- Müslüman-hıristiyan, dinli-dinsiz herkesin ziyaretine zaten açıktır. Gaye müze olması ise, bu mânâda bütün câmiler zaten birer müze gibidir. Hatta, müze olarak tutulan Ayasofya gibi belirli saatlerde değil, bütün câmiler sabah ezanından yatsıya kadar ve her gün ziyarete açıktır. Üstelik de ücretsizdir.
İbâdete kapalı tutulmasına sebep olarak, “Ayasofya’yı paralı ziyaret ettirmekle devlete gelir sağlıyoruz” denilebilir. Şu bilinmelidir ki, Ayasofya çok büyüktür. Özellikle yabancıların ziyaret ettiği mozaikler, panolar sanat eserleri, ibâdet kısmı dışındadır. Koridorlarda, dehlizlerde, üst kat galerilerindedir. Gayet kolayca, câmiin ibâdet kısmına parasız, diğer kısımlarına paralı girilip gezilebilecek imkân sağlanabilir.
Ayasofya‘nın ibâdet edilen kısmı, bugünkü hali ile halısız, rahlesiz, insansız, ibâdetsiz, soğuk bir görünüm arz etmektedir. Aşırı tavırlı olmayan birçok yabancı sanat ve ilim adamları bile Ayasofya’nın bugünkü hale getirilmesinin büyük hata olduğunu ifade eden makaleler yazmışlardır.
Sene 2013… Ayasofya’nın ibâdete açılması için imza kampanyası sürdürülüyor. Oysa Sayın Başbakan’ın tavrı daha başka. Başbakan’ın bu meseleyle ilgili tavrının nasıl olduğuyla ilgili haber şöyle:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin Kızılcahamam kampında milletvekillerinin sorularını yanıtladı. Başbakan Erdoğan’a sorulan sorular arasında Ayasofya’nın ibâdete açılmasına ilişkin bir çalışma olup olmadığı da vardı. Erdoğan bu soruya, “Sultanahmet çok boş. Sultanahmet dolarsa Ayasofya’yı da gündeme alabiliriz” şeklinde cevap verdi.”
Sayın Başbakan’ın bu cevabı maalesef ümit kırıcı ve bütün beklentileri sona erdirici olmuştur. Bu konuda söylenecek sözler var:
1- Sultanahmed Câmii’nin, Cuma ve bayram namazlarında dolması kastediliyorsa, Sultanahmed cuma ve bayramlarda d3g12ı56aoolup taşıyor. Bu durumda Ayasofya hemen açılmalı.
Yok öyle değil de vakit namazlarında dolması bekleniyorsa, bu durumda Ayasofya kıyamete kadar ibâdete açılmaz. Çünkü Sultanahmed Câmii vakit namazlarında kıyamete kadar dolmaz.
Merak konusu… Türkiye’de bundan sonra herhangi bir yerde câmi yapılmak istendiğinde, yapılmadan önce, hükümet oranın yakınında bir câmi olup olmadığına, eğer varsa o câminin dolup dolmadığına bakıp, yeni bir câminin yapılmasına ona göre mi izin verecektir?
Yoksa bu dolup dolmama meselesi sadece Ayasofya hakkında mı?
Eğer öyleyse niçin?
2- Bir kere, Ayasofya cemaatsiz kaldığı için kapanmamıştır ki, Sultanahmed câmii taşıp da cemaatin namaz kılacağı başka bir câmi olmadığı için Ayasofya’nın ibâdete açılması düşünülsün…
3- Van Akdamar adasındaki Ermeni kilisesi, Trabzon’daki Sümela Manastırı ve devlet bütçesinden milyarlar harcanarak tamir edilip âyine açılan yukarıda bazılarını zikrettiğimiz diğer kiliseler, Hıristiyanlar âyin yaptıkları yerlere sığmadığı için mi açılmıştır?
Tabii ki hayır!.. Hiç bir ermeninin yaşamadığı Van’ın Akdamar adasındaki ermeni kilisesi 1.5 milyon dolar harcanarak tamir edilip, senede sadece bir defa ayin yapmaları için Ermenilerin kullanımına verildi. Trabzon’daki Sümela Manastırı da öyle.
Bu kiliseler tamir edilip ayine açılmadan önce, “Diğer kiliseler çok boş. Onlar dolarsa Akdamar’ı ve Sümela’yı gündeme alabiliriz” denilmemişti.
4- Ayasofya’nın açılması isteği karşısında, “Sultanahmet çok boş. Sultanahmet dolarsa Ayasofya’yı da gündeme alabiliriz” deniliyor ama “Açarız” denilmiyor.
Dikkat! “Gündeme alırız” denilmiyor, “Alabiliriz” deniliyor. “Gündeme alabiliriz” demek, “Almayabiliriz de “ demektir.
“Gündeme alırız” denilse bile, “İbâdete açarız” demek değildir. Sadece, açılıp açılmayacağını konuşabiliriz demektir…
Özet:
500 veya 1000 sene sonra Sultanahmed Câmii vakit namazlarında dolar da cemaat namaz kılacak yer ararsa, eh o zaman Ayasofya sadece gündeme a-lı-na-bi-lir.
Diyelim ki, gündeme geldi. Peki açılabilir mi?
Kesin değil. A-çı-la-bi-lir de a-çıl-ma-ya-bi-lir de…
Öyleyse, “Sultanahmet çok boş. Sultanahmet dolarsa Ayasofya’yı da gündeme alabiliriz” sözünden şunu mu anlayalım?
Ayasofya ibâdete açılabilir.
Ne zaman?
Bir Çarşamba günü.
Hangi Çarşamba?
Balığın kavağa çıktığı Çarşamba günü. Yani çıkmaz ayın son Çarşambası…
Böyle mi?…
(İntişârı: 07/05/2013)