Dedemin adı Süleyman, ninemin adı Sultan. Yani Sultan-Süleyman’ın torunuyum ben.
İftihar ediyorum ki, Süleyman dedem, düşmana geçit vermeyen Çanakkale şehitlerinden.
Çanakkale geçilemedi. Onu geçilmez yapan neydi? Türkün maddî gücü mü? Asla!
İş sadece maddî güce dayansaydı, birleşik kuvvetlerin Çanakkale’yi geçip İstanbul’da kahve içmeleri icap ederdi. Ama yapamadılar.
Çanakkale’yi geçilmez yapan, tek dişi kalmış canavarların hesap etmedikleri, o imansız halleriyle hiçbir zaman da hesap edemeyecekleri ve anlayamayacakları mânevî kuvvet idi. Müslüman-Türk askerinin göğsündeki iman ve vatan sevgisiydi.
Çanakkale elbette geçilmezdi. Çünkü din, vatan ve hilâl uğruna canını hiçe sayan o sevgi ve kuvvet, ötelerin ötesinden, Hazreti Resûlüllah’ın insanları davet ettiği yerden geliyordu.
Aşağıda okuyacağınız mektup bu sevginin nasıl bir sevgi, bu kuvvetin nasıl bir kuvvet olduğunun kelimelere dökülmüş şeklidir. Mektubun sahibi, harbe gönüllü olarak katılan ve mektubu yazdıktan sonra 25 yaşında şehid düşen Hasan Edhem isimli bir öğretmendir. Mektup annesine yazılmıştır. Mektubun aslı Çanakkale müzesindedir.
Lütfen mektuptaki içli, düzgün, edebî, tatlı, samimi ve bilhassa imânî ifadelere dikkat ederek okuyunuz.
“Dört asker doğurmakla müftehir (iftihar eden /övünen) şanlı türk annesi!
Nasîhatâmiz (öğüt veren) mektubunu Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde (gölgesinde) otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.
Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.
Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek (dayanamayarak) eğilmesi, bana annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni “Annenden mektup geldi” diye tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim. Güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları, kendilerine mahsus sadâ ile beni tebşir ediyorlar (müjdeliyorlar)dı.
Nazarlarımı (bakışlarımı) sola çevirdim, cığıl cığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu.
Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.
Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sadâsıyla beni tebşir ediyor ve hissiyatıma (hislerime) iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler, gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allahım!
Bu ovada O’nun sesi ne güzeldi!
Bülbül bile sustu.
Ekinler bile hareketten kesildi.
Dere bile sesini çıkarmıyordu.
Herkes, her şey, bütün mevcûdât (varlık) onu, o mukaddes sesi dinliyordu.
Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaatle namaz kıldık.
O güzel çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa (telaş, ses) ve debdebelerini (hayranlık uyandıran şeylerini) unuttum.
Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
Ey âlemlerin rabbi!
Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların hâlıkı (yaratıcısı)!
Sen bütün bunları bu Müslüman Türk milletine verdin.
Yine onlarda bırak.
Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden (mukaddes sayan), seni ulu tanıyan bu millete mahsustur.
Ey benim rabbim!
Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır.
Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle diyerek bir duâ ettim ve kalktım.
Artık benim kadar mes’ud, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.”
Ey okuyucu!
Bu tadına doyulmaz mektubu bir daha, bir daha, bir daha oku…
(İntişârı: 18/3/2015)