Bir vefat haberi alındığında “başımız sağolsun!” demek âdet olmuş. Bu duâyı ederken sağ olmasını istediğimizin kim olduğunu hiç düşündük mü aceba?
Başımız sağolsun! Ya’ni vefât eden etmiş, büyük hüzün; ama BAŞIMIZ sağsa, bu acı tahammül edilemeyecek bir acı değildir. Yeter ki başımızda bir BAŞ olsun!
Vefat eden her müslümanın ardından bu dua ediliyorsa, bunda bir hikmet var diyerek biraz araşdırdığımızda buradaki BAŞımızın HALÎFEMİZ olduğu anlaşılıyor.
HALÎFEMİZ bizim BAŞIMIZDI. Bizim dünya ve âhiretde saadetimiz için çalışan, çabalayın, Allâh’ın rızâsına muvâfık bir devlet idâresi mes’ûliyyeti altına girmiş, kendisini fedâ etmiş bir BAŞ!
Bu BAŞIMIZI kesdiler. Bugün BAŞSIZ kaldık. Ne yazık ki olmayan BAŞIMIZIN sağolması için duâ etmeye halen devam ediyoruz! Ne acı…
Başı kesik bir hâlde şu dünyâda Allâh’ın rızasını arıyor ve her birimiz ayrı ayrı, birbirinden bîhaber İSLÂM’ı yaşamaya çalışıyoruz.
Merhûm Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri “ne ermeniler ne yahudiler müslümanlar kadar yersiz, yurdsuz ve bilhassa sâhibsiz bırakılmamışlardır” buyurarak, içerisinde ne incelikler barındıran bu tesbitiyle bizlere hangi idrakleri veriyor?
Evet bizler yersiz ve yurdsuz bilhassa SÂHİBSİZ (ya’ni BAŞSIZ) bırakılmışız. BAŞIMIZ olmayınca da aklınıza gelebilecek herşeyimizi kaybetmişiz.
LÂ İLÂHE diyoruz ve ardından İLLÂLLÂH!
İLÂH YOKDUR, ALLÂH’DAN BAŞKA! diyoruz, ama ne dediğimizi biliyor muyuz?
LÂ İLÂHE ne demek? İLLÂLLÂH deyince ne demiş oluyoruz?
Neden evvela LÂ İLÂHE diyoruz?
Bir tarlaya ekin ekilmeden evvel,, oradaki yabânî otların temizlenmesi gerekmez mi? Temizlemeden ekilen tohumun bereketli bir mahsul vereceğine inanmak doğru olur mu? Aynı şekilde kalbimizde bir veya birçok ilâh kendine yer bulmuşken, İLLÂLLÂH imânının olgunlaşabileceğini düşünmek abes olmaz mı? Evvela kalbimizdeki bütün ilâhları yok etmemiz, ardından da şeksiz ve şübhesiz ALLÂH’A îmân etmemiz icâb ediyor.
ALLÂH’A böyle îmânın nasıl olacağını ise, RASÛLULLÂH sallâllâhu aleyhi ve sellem Hazretlerinin tebliğ etmiş olduğu HAKK DÎN İSLÂM’dan ve SON ŞERÎAT’dan öğreniyoruz.
Burada da LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH’ın ayrılmaz bir parçası olan MUHAMMEDU’R-RASÛLULLÂH devreye giriyor; ve Kelime-i Tevhîd’i tamamlamış oluyoruz.
HAKK DÎN ÎSLÂM’IN ve SON ŞERİAT’IN ne olduğu; “Ziyâiyye Bekçisi” Hocamızın kaleme aldığı ve hıfzedilmesi gereken şu cümlede çok güzel anlatılıyor:
“DÎN, Allâh Azze’nin vahiy, irâde ve rızâsına müstenid, ins ü cinnin dünya ve ukbâ seâdetini hedefliyen ve temelleri ve kaynakları Kitab, Sünnet, İcmâ-yı Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ olan ilâhî ve mutlak ve benzeri olmıyan biricik hakîkat nizâmıdır…”
Bunu böylece, kalben imân ederek dil ile de söyledikden sonra, “hayat tarzı” hâline getirdiğimizde hakkıyla “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH MUHAMMEDU’R-RASÛLULLÂH” demiş oluruz!
Aksi takdirde Huccetu’l-İslâm Merhûm İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin teşbîhiyle “Cevizin sâdece kalın dış kabuğu ve ince iç kabuğu ile meşgûl olurken cevizin kendisinden istifâde edemiyor oluruz; ve ne bu dünyâda ne de asıl mekânımız olan öbür dünyâda huzur ve saâdete eremez perişân oluruz.”
Peki son ŞERÎATI “hayat tarzı” hâline nasıl getireceğiz?
Âlem-i Ervâh’da “belâ” diyerek Allâh Azze ve Celle’ye verdiğimiz sözü Kelime-i Tevhîd’e îmân ederek; en büyüğünden en küçüğüne kadar inandığımız ve inanmadığımız bütün ma’lûmâtı, söylediğimiz ve söylemediğimiz bütün sözleri ve yapdığımız ve yapmadığımız bütün amelleri Şerîat terâzîsinde ölçerek emredileni yapmak ve yasaklardan kaçınarak yerine getirmeli ve son nefesimize kadar bu azm u kaviy içinde yaşamalıyız. Her ânımızı Allâh’ın rızâsını gözeterekgeçirmeliyiz. Bize, ins ü cinnin dayatacağı hayata LÂ diyebilmeliyiz.
Maalesef BAŞIMIZ olmadığı için bunda muvaffak olmak o kadar kolay olmuyor.
BAŞIMIZ olmadığı için, aklınıza gelebilecek her husûsu araşdırmak, ŞERİATdaki karşılığını bulmak, en küçüğüne kadar GERÇEĞE ulaşmak çok zor oluyor…
Günlük hayâtımızdan bile küçük bir misâl verecek olursak, saatimizi kaybetmişiz, vakitlerden habersiziz! Gecemiz gündüzümüz birbirine girmiş, gece ne zaman biter, gündüz ne zaman başlar bilemez hâle gelmişiz! Takvimimiz elimizden alınmış. Bütün ibâdetlerimizin zamanlarını kendisiyle bulduğumuz nizâmımızı yitirmişiz. Ne hilâlden haberimiz var ne şafakdan… “Şafak operasyonu” diye diye şafağın sabah olduğunu zanneder hâle gelmişiz. Akşam namazı vaktinin bitişi ve yatsı namazı vaktinin başlangıcı olan şafağın ne olduğunu bilenler, bilmeyenleri düzeltemez olmuş. Hilâli gözetleyen parmakla sayılır hâle gelmiş. Bunun müessesesi kalkmış. Yukarıda beyân etdiğimiz gibi “Müslümanlar yersiz ve yurdsuz ve bilhassa sâhibsiz kalmış…” Bütün ibâdet vakitleri birbirine girmiş… İslâmî ve kamerî ayların ilk günleri ve mübârek kandillerin hangi gece ve gün olacağı bilinmez olmuş.
Velâdet Kandili unutulmuş, “kurtlu doğum” dayatılmış…
Geçenlerde internetden yapdığım bir araşdırma neticesinde arama robotunda karşıma çıkan şu link, bu işin vehâmetini gözlerimin önüne serdi. Orada aynen şöyle cümleler yazıyordu:
“Kutlu Doğum haftası ile ilgili hadisler” / “Kutlu doğum haftasında yapılacak ibadetler” / v.s. v.s.
Demek ki artık bazı ins ü cin, mîlâdî takvimin Nisan ayına sâbitlenmiş KUTLU DOĞUM haftasında ibâdet eder olmuş; ve bu gün ile alakalı Hadîs-i Şerîf arar hâle gelmişler; ve üstelik de nereden nasıl buluyorlarsa, bol bol bulmaya başlamışlar!
VÂ ESEFÂ!!!
Niyetimiz, yeni idrâk etdiğimiz; içinde üç mübârek geceyi ve iki Kandili barındıran ve kendisi başlı başına MAĞFİRET ayı olan ŞEHR-İ RECEB hakkında, Ehl-i Sünnet Ulemâsının eserlerinden istifâde ederek toparlayacağımız ma’lûmâtı kaleme almak idi.
Biiznillâh bundan sonra nasib olur…
(İlk intişârı: 01.05.2014)