Allâhu Teâlâ C.C. Kitâb-ı Kadîm’inde, yaratmış olduğu kullarını üç ana sınıfa ayırır: Mü’minler, kâfirler ve münâfıklar…
Dünya üzerinde farklı dinlere ve inanışlara mensub insanlar âile kurarlar. En az iki insanın bir araya gelmesiyle başlayan ve bu iki insanın halef ve selefiyle çoğalan bu âile, ufak çapta bir güç meydana getirir. Bunlar daha büyük birlikleri teşkil eder. Âileler sıhhatli ve sağlam olursa onların teşkîl edeceği birlikler de o nisbetde güçlü olur; aksi halde bu birlikler âtıl duruma gelir ve zayıflamaya mahkûm olurlar.
Geleceğin anne ve babalarının yetiştiği bu âile müesseseleri doğru ve sağlam temeller üzerine kurulmalıdır. Her âilede inandığı dîne ters düşmeyen kendine has kanun ve kaideler bulunabilir.
Bu doğru ve sağlam temeller bu kânun ve kaideler nelerdir?
Mâdem Cenâb-ı Hakk Celle Celâluhû yarattığı kullarını üç ana sınıfa ayırmışdır, o halde biz de dünya üzerindeki bütün insanları, aileleri, birlik ve devletleri bu üç sınıf içerisinde ele almak mecbûriyyetindeyiz.
Günümüzde insanları ve ülkeleri ta’rif ederken modern, dindar, ılımlı, laik, fundamentalist, feminist, komunist, kapitalist, globalist, cumhuriyetçi, hoşgörücü, diyalogçu, İslâm’cı, cemaatçi, tarikatçi, hilafetçi, şeriatçı, ilerici, gerici, dinci, aşırı dinci, kökten dinci v.s. gibi birtakım sıfatlar kullanılmaktadır. Bu sıfatlar da, İslâm’a göre mutlaka bu üç ana sınıfdan birinin içerisine girer ve orada ayrı bir kısma işaret ederler.
“-Muhakkak ki dîn Allâh indinde İslâm’dır.” Öyleyse, İslâm’da her âilenin sözü dinlenen, velâyet hakkına sâhib bir reisinin olacağı da en temel bir kânûnudur.
Müslüman, hayatına İslâm’ı tatbik eder. İslâm’ın reddetdiklerini o da reddeder. Kabul etdiklerini kabul eder. Emretdiklerini tatbîk ve yasakladıklarını terk için azm u kavî sahibidir. Her kavil ve fiilinde Allah’ın rızasını gözetme hedef ve gayretindedir. Îmânını her an tazeleyerek, bu îmânının âhiretde de kurtarıcı (müncî) olabilmesi için çalışır. Müslüman yaşayışını, sözlerini, yapdıklarını kısaca hayâtını İslâm’a göre şekillendirir. O ne “ılımlı” müslüman, ne “modern” müslüman, ne “diyalogcu” müslümandır. O, İslâm’ın dışındaki bütün dîn ve doktrinleri, -izm’leri, münâfıkça duran sıfatları, ve bütün tağutları “Lâ ilâhe” diyerek reddeder ve bu reddedişini her gün 5 vakit namazındaki tahiyyatlarla en az 20 kere tekrar eder.
Müslüman karşısındaki insanları, bütün âlemin yaradıcısı olan Allâh’ın üç sınıfa ayırdığı gibi ayırır ve ona göre davranır. Aksi halde İslâm dışındaki felsefelerin sınıflandırmalarını esas alırsa, o nisbetde “dînim” dediği İslâm’dan uzaklaşmış ve onunla teârüz etmiş ona ters düşmüş olur.
Müslüman, Müslümanı kâfirden, kâfiri Müslümandan ayırmasını bilir. Müslüman, müslümana “kâfir” dendiğinde, diyen kişinin küfre girdiğini bildiği gibi, kâfire “Müslüman” dendiğinde de, aynı duruma düşülüb kâfir olunacağını bildiği için aslâ bir kâfire “Müslümandır” demez ve ona Müslüman muâmelesi yapmaz. Burada ölçüyü kaçırmamanın tek yolu da, Zarûrât-ı Dîniyye’ye îmân ve bu istikâmetde fikir ve hayat ortaya koyabilmekdir.
İslâm, net ve keskin hatlarla imân ve küfür arasındaki çizgiyi belirlemişdir. Ve buna Zarûrât-ı Diniyye demişdir. Her müslümanın Zarûrât-ı Dîniyyeyi bilmesi üzerine ilk ve en büyük farz-ı ayındır.
Böylece İslâm’daki âilenin temelinde Zarûrât-ı Dîniyyeye îmânın bulunması şartdır. Çünki Zarûrât-ı Dîniyye’den herhangi bir şey’e inanmamak veya onu beğenmemek veya onda şek ve şübhe etmek îmânı yok edeceğinden, böyle bir ferdin mürtedd olub nikâhının da kat’iyyen yok olacağı bilinmektedir. Dolayısıyla İslâm’daki âilenin muhâfazası Zarûrât-ı Dîniyye’nin muhâfazasına bağlıdır. Aksi halde islâmî bir âilenin varlığından bahsedilemez.
Âilede bu farz-ı ayına îmân ve mu’cibince ameli birinci derecede ta’kib ile mükellef olan ve âilesi ferdlerinin velâyetini elinde bulunduran âile reisidir.
(İntişârı: 08.05.2012)