Târihi boyunca İslâm dînine içde ve dışda düşman olanlar, dâimâ , müessir ve umûmî taktik olarak müslümânları veya bir ülkedeki ehâlîyi biribirlerine düşürerek yekdiğerine kırdırmayı tatbik etmişlerdir. Sadr-ı İslâm’daki Sıffîn ve Cemel vak’alarıyla başlayan 15 asırlık târihimizde, bu kabil müessif hadiselere rastlamak da dâimâ mümkündür… Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin Fetret devrinde ve Cem Sultan vak’aları gibi nice hâdiseler de, hep aynı iç ve dış düşman mihrakların meş’ûm elleri fitneyi ateşlemişdir.
İttihâd ve Terakkî derin terör şebekesi ve devâmındaki nice halef halkaları ve şiddetli terör hizip, derin devlet ve fırkaları da, hep “soykırım” taktik ve planlarını, “biribirine kırdırıp itlâf” usûlünü tatbik ederek kendilerini ayakta tutmuşlardır…
Bilhassa bir asır kadar evvelin haçlı Avrupasının güdücüsü mevkîinde bulunan İngilizler, “layikliği” de, böyle bir taktik ve plan îcâbı olarak Osmanlı bakiyesi memleketlerde ve bilhassa Türkiye’de, İslâm muhâlifliği olarak mevkî-i tatbîka koymuşlardır. I923’lerdeki Türk politikasına Lozan’da kabûl etdirmeye ve te’mînâtını da almağa muvaffak oldukları en müessir sâik budur; ve bunu, bütün dünyânın bildiğinde de aslâ şübhe edilemez…
Ancak CHP’nin 6 okundan biri olarak, kânunlara resmen 1937’lerde geçirilmesine rağmen, 1923’den sonra tam 14 yıl, “layiklik” denen nesne gayr-i resmî olarak ve muayyen hedeflere varmak üzere ele alınmışdır. Çankaya sâkinliğinden tekâüt edilerek “mütekâidîn-i çankayavîden sâbık reis-i cumhûr” ünvânı ile iki üç ay sonra kûşe-i uzlete çekilecek; ve “mezheb-i ılmaniyyenin” cezm ve yakîn derecesinde musaddık bir mü’mini ve hattâ militanı ve baş zâkiri bulunan 9 numaralı reis-i cumhûr Bay Sezer’in zamân-ı saltanatlarında bu “layiklik”, her vesîle ile ve her fırsatda ve her zamân ve mekânda o kadar sık ve o kadar üzerine titrenen bir mukaddeslikle ve ısrârla ve bütün muhâliflerini tenkîl ve itlâf etmek asabiyyeti ile ve zaman zaman da muhâliflerinin damarına basar derecelerde abartılıp kabartılarak ele ve dile alınır olmuşdur… Layikliğin, (efrâdını câmi’ ağyârını mâni’) bir ta’rîfini isteyen ve böylelikle de, bulanık suda “layiklik düşmanı dolayısıyla vatan hâini” damgası yiyerek balık gibi avlanmalar nihâyet bulsun lüksü olanlara da ateş püskürmeler, bini bir paradan piyasaya sürülür olmuşdur!. Muhâtabımız, layikliğin “yaş yetmiş iş bitmiş” dedirtdiği bir zamânda gene aynı nakarâtı, gider ayak “belki bir daha fırsat bulamazsam gözlerim açık gider!” düşüncesinden hareketle dünyâya büyük bir hırs ve layikçi îmâniyle haykırıp şöyle ünlemişlerdir:
“-Layiklik, dînin, devlet işlerine, politikaya, ve toplumsal yaş-ama KESİNLİKLE KARIŞTIRILAMAYACAĞI; DEVLETİN sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa, DİN KURALLARINA DAYANDIRILAMAYACAĞI düzenin adıdır. “
Bu cümlelerin nasıl tenâkuzlarla lebâleb dolu olduğuna, biz bervechi âtî temâs edeceksek de, evvelâ bu layikliğin Türkiye’de hangi hedef için bu kadar ehem ve hassas bir yumuşak karın olduğunu, vesîkaları üzerinden görelim…
5 nisan 2005 tarihli yazısında Süleyman Arif, “Layiklik slogan hâline getiriliyor” serlevhasıyla şu câlib-i dikkat satırları kaydetmektedir:
” -Laiklik denilince, Ankara hukuk fakultesinde Lozan dersi veren Prof. Süheyb Derbil’i hatırlarım. Hoca, Lozan muâhedesinin gizli müzâkere safhalarını anlatırken, (Biz Lozan’da batılılara, zamânla bu millete İslâm’ı unutduracağız diye söz verdik… Bu söz üzerine, sert tartışmalar bitdi ve böylece muâhede imzâlandı) demişdir… “
Süleyman Arif’in yazısı, Çankaya’yı da içine alan bir hâtıratla daha da câlib-i dikkat olarak şöyle devâm ediyor:
” -Bu gizli anlaşma hâdisesini, Eski cumhûrreislerinden C. Bayar da te’yîd etmişdir. 1965 devresinde Gümüşhâne meb’ûsu olan arkadaşım Ali İhsan Çelikkan anlatmışdı. Ali İhsan Çelikkan, hukuk fakültesi talebesi iken, Millî Türk Talebe Birliği teşkîlâtını temsîlen bir hey’et hâlinde Celal Bayar’ı ziyaret ediyorlar. Söz, LAYİKLİĞİN ESAS GAYESİNİN NE OLDUĞU MEVZÛUNA GETİRİLİYOR. Bayar onlara: “ÇOCUKLAR BİZ BATILILARA LOZAN’DA SÖZ VERDİK, İSLÂMİYYET’İ BİR ZAMAN SÜRECİ SONUNDA HALKA UNUTDURACAĞIZ. BEN, BU SÖZÜN BEKÇİSİYİM. BENDEN SONRAKİLER DE BU VAZÎFEYE DEVAM EDECEKLER.” Diye beyânda bulunduğunu Ali İhsan Bey bana nakletmişdi…”
İşte “Türkiye’de layiklik” denildiği zaman bu hakîkatler mutlakâ nazar-ı i’tibâre alınmadan yazılıp söylenecek her şey sâdece abesle iştigâldir; ve bunun, hiçbir manâ ifâde edemiyeceği de apaçık ortadadır… Yani batılı kabuklular, “Lozan Zaferi!” diye millete dayatılan gözküllemenin bâlâda zikri geçen gizli maddesi ile, Türkiye halkının ikiye ayrılmasına sebeb olmuşlardır. Bir tarafda “İslâm yok edilemez” diyen Müslümânlar; diğer yanda da “İslâm yok edilecek” diyenlerden ibâret sözleşmeli layikçiler…
İşte batı denen medeniyetsizler vahşeti, İslâm Ülkesini ikiye ayırarak, “biribirine kırdırma” usûlü ile onlara “soykırım” tatbik etmişdir…
Hattâ “soykırımın”, hangi noktalara vardığının zaman zaman test edildiğine de şâhid olunmuşdur!.. Bir misâl vermek icâb ederse, 1970 yılında gazeteciler Müteveffâ Bay İsmet’e:
“Dînî temâyülleri olan bir parti kuruldu, bunu nasıl karşılıyorsunuz? “
Şeklinde bir suâl tevcîh etdikleri zaman şu cevabı almışlardır:
” -İyi karşıladım. Hiç olmazsa geçen zamân içinde onların, nisbetlerinin yüzde kaça düşdüğünü anlamış oluruz… “
Garb medeniyeti denen mimsiz edeniyyetin, Müslümânlığa, Müslümânlara ve husûsan bu ikisinin on asırdır merkezi olan Türkiye coğrafyasına hangi gözle bakdığı tam anlaşılamadan, “layiklik” denen nesnenin izâhını yapmak aslâ mümkin olamaz; ve bu husûsda konuşan ve yazanların topu da, işin ya göz küllemesinde, ya zevzekliğinde, ya tüccarlığında, ya hınzırlığında veyahut da şarlatanlığındadır…
Lozan’da hangi karşılıklı takaslar sonunda “layiklik” Türklere dayatılmış; ve daha hangi sözler verilip hangileri alınmış, bunlar artık su yüzüne çıkdığı gibi, daha hangi pazarlıkların yapıldığı da, zamân içinde daha da vazıh ve sarih ortaya elbetde çıkacakdır… Yahudi-haçlı dünyâsının, arzetdiğimiz gibi husûsan Türkiye’ye bakışını daha da iyi anlamak için bâzı satırlara mürâcaatda büyük fâideler vardır.
Haçlıların ve yahudilerin, İslâm ve Türk düşmanlığı ve husûsan Osmanlı ve onun vârisleri hakkında, Prens Şekib Aslan Bey “İslâm Âleminin Bugünü” isimli kitâbında şöyle yazıyor:
” -Evet, aralarında kralların, kilise adamlarının, askerlerin ve vekîllerin de bulunduğu değişik ırk, mevkî ve meslekden Avrupalıların hazırladıkları TAM 100 PLAN… Bu yüz plana ünlü filozof Leibnitz de 44 projesiyle katılmışdır…. Leibnitz bu planı üzerinde 4 yıl çalışmış, ve Latince olarak hazırladığı bu projesini Fransız kralı 14. Louis’e takdim etmişdir.
Tekliflerinden biri şöyledir: “Mısır’ın Türklerin elinden alınması, Osmanlının sonunu hazırlayacakdır. “(1)
“Napolyon ise şöyle demişdir: İstanbul’a sahib olan dünyayı idare eder. ” (2)
“Sayıları yüz’ü aşan bu planlardan biri de, (İbrânî Krallığı) dedikleri Filistin’i işgâle müteveccihdi…. Mösyö Dö Aforo şöyle diyordu: Osmanlıyı yıkmaya müteveccih, vekîl, siyâsetçi ve kalem erbâbı birçok kişinin hazırladıkları yüzün üstünde program vardır. ” (3)
“Haçlı taassubu rûhlarının derinliklerinde yer etmişdi. Böyle bir rûh hâleti içindeki Avrupalılar, akıllara durgunluk verecek iğrenç ve çirkin katliâmlara girişmiş; çocuk, kadın ve yaşlı demeden önlerine çıkan herkesi katliâmdan geçirmişlerdir. Müslümânları hristiyanlaştırmak için acımasız tazyîklerde bulunmuşlardır. ” (4)
“….Bu acı hâdiselerde İngilizlerin çok büyük payı vardır….. netîcede Araplar birbirini vurmuşdur.” “Bu mevzûda (tilki) lâkaplı İngiliz câsusu Lavrens büyük muvaffakıyyetler elde etmişdir. Yıllarca Arap topraklarında yaşamış, onların gelenek, görenek, lisân, hars ve rûh yapılarını tahlîl etmiş, âdetâ onlardan biri olarak Arapları helâke sürüklemişdir. Kıvrak zekâsını da kullanarak ARAPLARLA TÜRKLERİ BİRİBİRİNE DÜŞÜRMÜŞDÜR….. İngiltere ve Garbın günümüze kadar devâm edegelen -ve eğer Araplar uyanmazsa bundan sonra da devâm edecek olan- politikalarını şöyle tebârüz etdiriyor: Arapları doğru olarak idâre edebilirsek, onları biribirlerine devâmlı düşmân olarak kalmaya mahkûm kılabiliriz. Hiçbir zaman da birleşemezler. ” (5)
Bu iktibâs etdiğimiz satırlar da apaçık şunu ortaya koymaktadır ki, Müslümânlar, evvelâ Büyük Osmanlı Hilâfet-i Muazzamasının şahsında bir “soykırım” denilen (itlâf etme) ameliyesine; başsız bırakıldıkdan sonra da, dünyânın her yerinde mahallî soykırıma (itlâf edilmeye) ma’rûz bırakılmışlardır. İttihâdçıların ve kemalistlerin idâm sehpâlarında yüzbinlerce müslümânı darağaçlarında sallandırmaları, tarihî bir vâkıa olarak bu “soykırımının” vesîkalarıdır. Dünyâ, yahudi haçlı propagandaları sebebiyle sâdece yahudi ve ermeni soykırımlarına kilitlenmekde; ve birbuçuk asırdır da dünyânın dört bir köşesinde sürdürülen tehcîr, tenkîl ve itlâf şenâatlarıyla sürdürülen “müslümân soykırımı” cinâyetleri, aşşağılık dünyânın aslâ ruznamesine taşınamamaktadır…
Akâidde Büyük İmam ve Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, Yarın Gazetesindeki bir makâlesinde şöyle yazmışdır:
” -Halbuki Türkiye Dâr-ı İslâm olmakdan çıkdıkdan sonra, ne ermeniler ve ne de yahudiler, Müslümânlar derecesinde yersiz ve yurtsuz, bilhassa sâhibsiz kalmamışlardı. Ermenilerin yeni teşekkül etmiş memleketleri var, cemiyet-i akvâmda hâmîleri var. Yahudilere gelince, bütün dünyânın onların memleketi olmasına ilâveten, İngiltere devletinin de himâye-i mahsûsasını haiz bulunuyorlar. “
Merhûmun satırları bir başka eserinde de şöyledir:
” -Yemîn olsun ki, Allâh’ın nûruyla bakan bir müminin ferâsetinden azıcık nasîbi olan, İttihâdçılar döneminde başlayan ve kemalistlerle doruk noktaya vâsıl olan, İslâm’a ve hakîkî Müslümânlara karşı yürütülen sistemli mücâdeleyi farkeder. Kemalistlerin İslâm Âlemini ve Müslümânları te’sîr altına aldıkları tavırlardan biri de, kendilerini hristiyan düşmânları olarak takdîm etmeleri ve safdîl müslümânların da, onlara inanmalarıdır. Hakikatde ise onlar, evvelâ İslâm’a, sonra bütün dînlere karşıdırlar. Çünki, kavimlerinin, bu dînin esâreti altında olduğunu düşünüyorlar. Dînî inançları yıkıp, ırklarını bu dînin boyunduruğundan kurtarmayı en büyük hedefleri olarak görüyorlar. Milleti, İslâm Dîninden çıkararak, eski atalarının dînine ve Tûrancıların Bozkurtuna meyletdirmeye çalışıyorlar. Böylece Türk milletini İslâm Dîninden uzaklaşdırıp, dîn şuuru yerine, ırk şuurunu ikâme etmekteler. Yoksa bizzât eski atalarının dînini İslâm Dîni yerine ikâme etmek istemiyorlar. Çünki kemalistlerin mühim bir kısmı dîne ve Allâh’a inanmazlar. Bunlar bütün dînlerden nefret eder; ve tamâmının insanlar tarafından icâd edildiklerine inanırlar…. Kemalist hareketin muvaffakiyyetinden sonra gayr-i müslimlerin Türkiye’yi terketmeye zorlanmaları ve onların da Türkiye’yi terketmeleri; ve Lozan konferansında Anadolu Rumlarının Yunanistan Türkleriyle karşılıklı yer değiştirmelerinin kabûl edilmesi, zâhiri i’tibâriyle birçok kimsenin yanılmasına sebeb olmuşdur. Bunun, kemalistlerin İslâm milliyetine ve İslâm birliğine ehemmiyet vermelerinden neş’et etdiği vehmine kapılmışlardır. Halbuki böylece, hareketin asıl doğduğu yer olan Rumeli ve bilhassa Selânik’deki taraftarlarını getirerek, idârelerini tahkîm etmek ve Allâh’ın dilediği güne kadar devâm etdirmek istiyorlardı. ” (6)
60’lı yıllarda başlatılan “hoşgörü ve dialog” gibi son derece zehirli ve bölücü bir fitneyi îcâd eden Vatikan ve şürekâsı Washington, Telaviv ve Brüksel şebekeleri de, “fundamantalizm” dedikleri 15 asırlık gerçek İslâmiyyet’i, “ılımlı İslâm” dedikleri bu fitne mezhebi ile ortadan kaldırmak için, aynı “biribirine kırdırıp itlâf” taktik ve planları ile sahnededirler. Sıcak boğuşmalarla harâbeye çevirme peşinde oldukları Afganistan, Irak, Çeçenya, Filistin ve Somali v.s. gibi İslâm coğrafyasında da, aynı hâin ve mel’ûn plânlara göre yani (yahudi haçlı) devlet terörüyle, insanlar aynı memleketin sâkinleri olarak biribirinin kanını akıtma peşindedirler… Ve daima, düşmân cebhe olarak ta’yîn etdikleri İslâm âlemine, evvelâ taarruz edilmiş, işgâli müteâkıb da, öyle bir (taşeron ekalliyet hizbini) yerlerine bırakmışlardır ki, ya, soktukları bölücü, dâimâ düşmân edici, parçalayıcı ve karıştırıçı mefhûm ve ta’birlerle “biribirlerine kırdırıp itlâf etme” cihetine gidilmiş; veyâhut da, aynı toprakların sâkinleri iç harplerle aynı âkibetlere sürüklenmişlerdir…
Türkiye coğrafyasında ise “layiklik” denen ve Frenk ihtilâl-i kebîri ile haçlı Avrupa’da peydahlanan bir politika prensibi, lâ teşbîh velâ temsîl “devletin temel âmentüsü” yapılarak, milletin îmân ve i’tikâd etmesine, hem de cezm ve yakîn derecesinde bir tasdîk istenerek; ve zaman zaman da “ikrâh-ı mülcî” derecelerinde bir cebr ü tazyîk altında kelleler koparılarak altın kupalarla sunulmuşdur. Fakat ne olduğunun; ve açık, seçik, vazıh ve sarih bir ta’rifi sûret-i mahsusada yapılmakdan kat’iyyen kaçınılarak… Bu sûretle öyle bir tezgâh kurulmak istenmişdir ki, ta’rifi kasdî olarak yapılmadığından; ve nice parti ve grupların “layikliğe” verdiği mânâ hemen dâimâ biribirinden farklı olduğundan, “bulanık suda balık avlamak” böylece mümkün ve kolay olmuşdur. Binâenaleyh, dışdan bakıldığı zamân, aynı memleketin sâkinleri, “biribirlerini kırıp itlâf etme yani soykırım” çarkı içine çekilmiş ve zevkle seyredilir olmuşdur…
Yoksa “devletin temel âmentüsü”, neden efrâdını cami’ ağyârını mâni’ bir ta’rife kavuşturulamasın!!!.. Ve devletin başında bulunan kişi, neden “layiklik ta’rifi” istemeler karşısında, zamân zamân hırçınlaşıp hışımla muhâtablarının üzerine neredeyse yürür hallere girebilmektedir?.. Şubat başlarında, CHP 6 okundan biri olan “layikliğin” âmentü yapılışının 70. sene-i devriyesinde öyle bir gürledi ki, dîn, gene müebbed hapse mahkûm olduğunu ve nâmütenâhî cürümlerin sâhibi bulunduğunu tâ yüreğinde hissetdi!!! Ayrıca o dîn, hiçbir nesneye “kesinlikle karıştırılmaması” îcâbeden en öldürücü bir zehir; ve dokunduğuna hastalık püsküren bir vebâlı olduğunu da derhal anlayıverdi!!!. Müteveffâ Bay İsmet de, 1950’de Taksim’de yapdığı seçim konuşmasında:
” -Dîn, medenî bir cemiyet olarak yaşamamıza mâni’ bir zehirdir!.. “
Deyû gürlememiş mi idi!?..
Müteveffâ C. Bayar’ın haleflerinden Bay Sezer de, “Lozan’da verilen söz” iktizâsı olarak olmalı ki, yine bir seçim evvelinde, Çankayavârî bir savletle, dünyâyı ve Yahudi Haçlı yârân ve muhibbânını ferahnâk etmek üzre, pek güzel şecaat arzeder oldu!.
Ta’rifi yapılırsa, bulanık sularda balık avlama yani müslümânları türlü bahanelerle itlâf edip soykırımına uğratma devrinin sona ereceği korkusu, ortalığı sarmış bulunuyor… Korkunun ecele fâidesi de ne kadarsa!.
Sözleşmeli layikçiler, o zehir ve vebâ gibi görülen dîn hangisi ise(!) işte onu, “devlet işlerine, politikaya ve toplumsal yaş-ama” (hâşâ min huzûr, hayâta denilmek isteniyor) hem de “kesinlikle karıştırılmayacağı” îmân ve i’tikâdında ve bu âmentülerine sadâkatde samîmî iseler, Diyânet İş. Başkanlığı denilen ve başında da sarık cübbeli bir adam taşıyan o dâirenin mevcûdiyetine ne diyeceklerdir?. Burada iki şık karşımıza çıkarılıyor:
1) Bayımıza göre bu dâirenin dîn ile hiçbir alakası yokdur; ve ba’zı saftirik müslümânların, oraya islâmî mukaddes bir makâm nazarı ile bakmasına rağmen, bayımız tamâmen dîn dışı bir dâire olarak bakmaktadır!.
İslâmiyet’le zerre kadar alakası olmayan, yani Allâh ve Rasûlü ile zerre kadar bağı bulunmayan bir mahal… Eğer böyle ise, o zamân, o mahallin, müslümânların herhangi bir işine burnunu sokmaya aslâ salâhiyyeti olamaz; ve eğer sokuyorsa bu, keenlemyekün olup, hiçbir müslümân da, oranın hiçbir emir, ta’mîm, tavsiye, tebliğ ve fetvâ(!) v.s. gibi nesnesini kâle alıp, onunla kendini bağlayamaz!… Zirâ bu mahal, bayımızın ifâdesine göre “devlet işlerine, politikaya, ve toplumsal (ictimâî) yaş-ama” (hâşâ min huzûr) ke-sin-lik-le karıştırılmak-ta-dır… Layik yani dîni olmayan bir devletin resmî bir dâiresi olmak hasebiyle, devlet işlerine karıştırılmaktadır!… Buna kimsenin bir diyeceği de olamaz. Lâkin bu takdirde de, layik devlet bu dâire üzerinden müslümânları aslâ ve kat’â, muhâtabımızın ta’bîriyle “kesinlikle” muhâtab alamaz; ve onlara âid îmân, ibâdet, muâmelât, münâkehât, mufârekât, bey’ ve şirâ’, topyekûn beşerî münâsebetler ve dünyâ işleri, ahlâkıyyât, ibâdethâne, cumâ, bayramlar v.s. lerle de aslâ alâkasının olmaması şart olur… Aksi takdîrde, “layikim” yani hiçbir dîne mensûb değilim diyen bir devlet, müslümânlığın tepesinde tam bir terör estiriyor; ve o dînin hâkimi olan Allâh’ın yerine, kendisini koyuyor demek olur…
2) Eğer ikinci şık olarak, Sezer tarafından bu dâirenin İslâm dîni ile alâkası olduğu kabûl edilmiş olursa, bu takdîrde de, muhâtabımızın beyânları pek büyük bir tenâkuz ortaya koyuyor demekdir… Çünki layik yani “hiçbir dîn ile bağım yok!” deyen bir devlet, bizzât kendi resmî dâiresi kabûl etdiği bu “dînsel!” dâireyi, devletin pekçok işine ve aşına karıştırmakda hattâ çorba etmektedir… Meselâ o dâire, müslümânlığı temsîl etdiği iddiâsını taşımakda ise, bizzât devletin tâ içinde nasıl yer almaktadır?!. Böyle olunca da, orası için “dînin devlet işlerine kesinlikle karıştırılamayacağını”, illetden münezzeh hangi akıl ve mantık kabul edebilir?!. Bir nesne hem devletin bir cüz’ü olarak devletin içinde olmuş olacak, hem de devlet işlerinin içinde olmamış olacak!!!… Bu akıl ve mantık keyfiyetini Kongo ormanlarında satışa çıkarsak, acaba bir tek adam satın almağa kalkışabilir mi?
Muhâtabımız, “Dîn politikaya da kesinlikle karıştırılmayacak” gibi bir iddiânın sâhibi olarak da, yine akıl ve mantığı fecî halde zorlamaktadır. O dâire ve başındaki adam, kesinlikle politika adamı olan devlet bakanının, dolayısıyla başvekîlin ve dolayısıyla Çankaya’nın me’mûru olup, âmirleri de bu politika adamlarıdır!.. Binâenaleyh o dâire, ikinci şıkdaki kabullenişe göre, yüzbinlerce çalışanı ile politikanın emrinde bir “dînî müessesedir.” O yüzbinler, başlarındaki sarıklı politikacıları ile beraber, hükûmetlerin politikasına uygun bir politika içinde olmak; ve o politikaya destek vermek; hiç değilse açıkdan o politikalara karşı çıkıp başını belâya ve evlâd ü ıyâlinin nafakasını tehlîkeye(!) atmamak (politikasının) gönüllü propagandistleri olmakdan aslâ hâlî kalamayacaklardır!… Ayrıca, o dâirenin yüzbinlerce personelini, hükûmet politikasını yürütmekle vazîfeli sarık cübbe altındaki bir adama bağlayarak oraya oturtmak, ta’bîr-i âharla ta’yin ve nasb etmek demek, o adamla, altındaki yüzbinlere de:
” –Ta’kîb edeceğiniz politika, başınızdaki sarıkla cübbeli adamın politikası olacakdır! “
Demekden başka bir ma’nâya gelemez… Bunun isbâtını da, Bardakoğlu tâ Alamanya’lara kadar pek çok ecnebî memleketinde bile, hiç bir sıkılma duymadan apaçık ve müteaddid def’alar ortaya koymuş ve aynen şöyle demişdir:
” -Bizim öngördüğümüz şekilde hareket etmeyenler, bizimle beraber çalışamazlar! “
Muhâtabımızın iddiâsı, burada da “kesinlikle” desdeksiz bir atış menzilinde olup, diyânetin yüzbinlerce çalışanı politikaya “kesinlikle karıştırılamaz” değil; tam tersine, “kesinlikle karıştırılmakda”, hem de o “dînin” anasını belleyecek derecelerde karıştırılmaktadırlar…
Eğer o yüzbinlerce çalışan, tek tek kendi akılları ile politikaya karışsalardı göze batar ve tırmalayıcı olurdu!. Halbuki layik yani “hiçbir dîn beni bağlamaz” deyen devletin politikacıları bunun da kolay bir formülünü bulmuş; ve 1924’den beri o “dîni”, başındaki adamın şahsında, o yüzbinlerle berâber topdan politikaya karıştırmışdır… Bu iş topdan olunca, başındaki adamın sâyesinde aslâ köşeli değil de, daha ziyâde gâyet çakdırmadan ve hissetdirmeden, “ne şiş ne kebap” der gibi yapılarak ve gâyet ince dokuyarak yapılmaktadır!. Zâten bu bile, o “dînin” politikaya karışdığının bir isbâtı değil midir!?. Papa denilen lâbis-i libâs-ı nasrânî, Ankara’ya ve Sultanahmed’e geldiği zaman, o tuluât sahneleri neydi öyle!?…
Tasrîh ederiz ki, yukarıda (dîn) dediğimiz nesne, muhâtabımızın resmî planda dîn kabûl etdiği yapıdır; yoksa gerçek İslâmiyyet’in, böyle bozuk, yamuk, her civatası ve her çarkı yalama bir sistemde aslâ yeri olamaz… Müteveffâ, Tagor’cu ve Raşel’ci Bay Büllende’nin, Amerika’lardan bulup buluşturulup:
” -Gel bizi düzeltip adam et! “
Kabîlinden böyyük bir âlâ-yı vâlâ ile getirdiği zavallı ve “mâviş” veznindeki “Derviş” manzaralarıyla, densiz ve donsuz bir sistemi gerçek İslâmiyyet’in ıslâha kıyâm etmesi, muhaldir, mümteni’dir ve müstahîldir…
Allâh ve Rasûlüne müntehî olan gerçek Müslümânlığı biz, bu kabîl ta’yinli işler kabûl eden bir keyfiyetde görmekden mutlak olarak tenzîh eder; ve onun ta’yîn edilen değil, ta’yîn edici ve hiçbir noktasıyla hiçbir zaman tenâkuz taşımayan bir bütünlükle iş başında olacağını, başdan ayağa tam bir hâkimiyyetle kendi varlığını ortaya koyacağını beyân etmek istiyoruz… Zirâ bu dînin sâhibi, bunu, edille-i şer’iyyesi ile, ancak ve apaçık böyle vaz’etmişdir…
Muhâtabımızın, “dînin, kesinlikle karıştırılamayacağını” büyük bir hırs ve gergin rûh hâleti içinde beyâna çalışdığı 3. nokta ise “toplumsal yaşam!”
Evvelâ bu “yaş-am” denilen ve Merhûm Üstâd Necîb Fâzıl Beyefendinin o kıvrak zekâsıyla bu kabil kelime müsveddelerine biçdiği kategoriye işâret ederek aynen deriz ki, bu “kurbağaca” nesnenin Türkçe olmakla uzakdan yakından bir alâkası da yokdur. Hatta bir Oğuz Türküne nisbetle Selânik mahrecli bir sabataist kadar bile, Türkçeye değil karâbeti, hısımlığı bile mevzû-i bahs edilemez… Müteveffâ Ayhan Songar nâm kişinin uydurduğu bu “kurbağaca” nesne, Nurullah Ataç’ın uydurduğu “am-aç” soyundandır; ve belden aşağı zihin takıntısı olan heriflerin, hayâsızlığı her yere sıvamak üzre piyasaya sürdüğü bir matinatodur… Müteveffâ Songar:
” -Yâhu yaşamakdan bir (yaşam) uydurdum, öyle bir tutdu ki, (hayât)ı silip süpürdü! “
Sulu ve yaş zevzekliğiyle, arkasında hasene-i câriye(!) olarak bu “yaş” nesneyi bırakıp, neyin yaş neyin kuru olduğunu görmek üzere de, Enver’in Enverland veya Türkiye cerîdesindeki nice yazılarıyla göklere çıkardığı “paşa babalarının” yanına göçüvermişdir… Bugün nice garîbânımız, bu kabil “kurbağacaları” kimler, nasıl, nerede, niçin, hangi gâye ile ve nerelerinden uydurmuşdur, bunlara bakmadan Türkçe zannı ile kullanmaktadırlar!. Hatta güdül vezninde “ödül” bile almanın tadı damağında kalan niceleri, “selâmet derkenârest” diyerek soluğu sözleşmeli mason patronlarının vatanlarında almaktadırlar!. Muhâtabımız da öyle ümîd edilir ki, “amaç ve yaşam” gibi “kurbağacaların” hangi neseb şeceresi içinde peydahlandığını bilebilse idi, onu büyük bir “olasılıkla!” aslâ devletinin başkanlık makâmından dünyâya ilân etmez, bunu “kesinlikle toplumsal yaşama” geçirmezdi!!!…
Artık ruznâmede yalnız yahudi ve Ermeni soykırımı görülmemeli; bir asırdan beri dünyanın dört bir köşesinde husûsan Türkiye’de Müslümânlara hangi mefhûmlar, hangi frenk ithâli ta’bîrler, hangi tür işgenceler ve asıp kesmelerle bir soykırım tatbîk edilmiş; ve bu hangi tenkîl ve itlâf usûlleriyle yürütülmüş, bunlar ele ve dile alınmalıdır… Artık “yavuz hırsız ev sâhibini bastırır!” formülleri ile bir yere varılamadığı, en gerzek kafalarca bile anlaşılmalı; ve “Lozan’da söz verdik” diyenler de şunu “kesinlikle” bilmelidirler ki, Müslümânlar da Allâh’a söz vermişlerdir; ve îcâbını da mutlakâ yerine getirmekle mükellefdirler… Her 24 sâatdeki beş vakitde yaş-amı değil de HAYÂTI durdurup 40 defa “Ancak sana kulluk ederiz” ahdini tekrarlayan; ve yine her 24 sâatde tam 540 defa, rüku’, sücûd ve tesbîhâtlarıyla da, Kahhâr-ı Zülcelâli, zâtı, sıfâtı, esmâsı ve koyduğu topyekûn hükümleri ve Şerîatıyla noksan sıfatlardan tenzîh eden müslümânlara, Lozan’da kabuklulara verilen sözler zor anlatılır!… Bu memleketin tapu sicillerini görmek isteyenler, 1000 yıllık tapu kütüklerine iyi bakmalı; ve (milyarlarca guzât ve şühedânın) kanlarında boğulmakdan da mutlakâ hazer etmelidirler…
————————————————————
DİPNOTLAR:
(1) Hilâfetin İlgâsının Arka Planı, Şeyhülislâm Mustafa Sabri, 1998, s.36
(2-3) A.g.e, s. 37
(4) A.g.e, s.38
(5) A.g.e, s.40
(6) A.g.e, s.193-194
(İntişârı: 09.02.2010)