Hükûmât-ı Tayyibât İle Mısrîler Ve Diyalogsistler!
21 Kasım 2012
Papa, Bardakçı, Gedik Ahmed Paşa Ve Antonio Primaldo!
13 Şubat 2013

Kendilerine “nurcu veya nur talebesi” denilmesiyle bilinen cemaat, ileri gelenlerinden ve “nurculuk” hesâbına hapis ve işkencelere kadar her

SUNGUR “AĞABEY” İN CENÂZESİNE NEDEN AKTILAR!?

Ahmed SEYYİDOĞLU

 

Kendilerine “nurcu veya nur talebesi” denilmesiyle bilinen cemaat, ileri gelenlerinden ve “nurculuk” hesâbına hapis ve işkencelere kadar her musîbete göğüs geren “Sungur Ağabeylerini” âhıret-i dâr-ı bekâ’ya yolcu etdi…

Her vefât eden gibi, arkasından ne kadar öğücü, hatta göklere çıkarıcı ve daha olmadı “sırma saçlı, badem gözlü” demelere kadar, bir insan medh ü senâlara da gark edilse, bunların ona zerre kadar fâidesinin olamadığı ve olmayacağı ma’lûm… Bunu her müslüman gayet iyi bilir; ve arkasından nasıl davranılması icâbetdiğini de, aklı başında olanlar ölmeden “vasiyet” yolu ile tesbît ve ta’yîn eder… Politik istismarların bugün hangi sirâyet hududları ile ve neleri de içine alarak genişlediği ve ahlâkî bir müeyyide tanımadığı (fitne) devrinde, müslümanların fevkal’âde hassas ve dikkatli olması şartdır… Ve bu noktadaki gaflet ve fitne, bizi içden çürüten bir felâket hâline gelecek kadar da ileri safhalarda!…

Bugün, insanlara (topyekûn nâsa) kıymet biçmedeki mutlak ve kur’ânî ölçü olan “kelime-i tevhîd” şartı, ana mîzân olmakdan çıkmış; dembokrasi ve diyalogçuluk gibi şeytanlıkların, insanları, şahsî ve indî bir izâfîlik çukuruna savurması ile, bâtıl batı standartları istikâmetinde  (değer biçme) devrine girilmişdir!. Nice dînî ibâdet ve vazîfeler; nice gasil, tekfin, techiz, musallâ işleri, defin ve emâneti teslim muâmeleleri ve nice zarûrât-ı dîniyyeden olan mükellefiyetler, bugün, batılı ma’nâda, sıradan ve basit “ritüeller” derekesinde telâkkî edilir hâle düşürülmüşdür… Bütün bunlara muvâzî olarak da, keyfiyet, yerini kemmiyete, kurukalabalık denen cismâniyete veya sahte bir rûhânîliğe veya lâbis-i libâs-ı katrânîliğin simsiyah ruhbanlığına bırakmışdır…

 “Hoşgörü-diyalog” formülüyle İslâm Âlemini kendine tâbî’ ve kendisini de onlara metbû’ yapmak şeytanlığındaki Vatikan- Telaviv-AB-Londra ve ABD koalisyonu ve  bunların hık deyicisi işbirlikçi fitnebazlar, mutlak hakîkat İslâmiyyet’in, yehûdiyyet ve nasrâniyyet karşısındaki mevkiini, mücerred tenzil menziline almış ve en baş hedeflerini de, işte bu anlatdıklarımız olarak ta’yîn ve tesbît etmişlerdir… Bunun için de, en can alıcı temel nokta olan “kelime-i tevhîdi”, 15 asırlık nebevî ma’nâ ve muhtevâsından boşaltıb sulandırmak; ve Allâh Rasûlü’nü dışlayan bir keyfiyeti “tevhid kelimesine” yükleyerek (!) böylece de, “ibrâhimî” denilen 3 din arasında fark yokmuş kalpazanlığını dünyâya ve bilhassa Müslümanlara yutdurmak, en umûmî strateji bilinmişdir…

Yıllardan beri devam eden ve içinde sırılsıklam yehûdi-nasrânî mahabbeti saklayan ve onlardan yüklü takdîr ve tahsîn derecelerine nâiliyyet peşinde koşan “hoşgörü-diyalogçu” cemaat ve cemaatbaşların şu sözleri fevkal’âde mühimdir:

“- Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani “Mu…..d, Allâh’ın Rasûlüdür” kısmını söylemeksizin, sâdece ilk kısmını ikrâr eden kimselere, rahmet ve merhamet bakışı ile bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru, s.131) 

 Bu sözler elbetde boşuna değildir; ve bunların, bir müslümanın ağzından çıkması da muhal olan bir hâldir… Papalık ve onun kardinallerine âid nice i’tikâdlar vardır ki, onlardan en iğrenç olanlarından biri de, Allâh Rasûlü ve Peygamberler Peygamberi ve Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi Aleyhisselâm Hazretlerinin, hâşâ ve kellâ, “yalancı peygamber olduğu!” yalan ve iftirâsı… Kâinâtı gaseyân etdiren bu hezeyân, zâten Allâh’ın, meleklerin ve bütün ins ü cinnin de, lâ’netini mu’cib bir nokta…

Diyalogçuların, “ibrâhimî dinler!” diyerek, son derece pişkinlik, inâd ve utanmazca reklâmını yapdığı bâtıl dinlerin önündeki 15 asırlık ve aslâ aşılamıyan en büyük Çin Seddi, Allâh’ın Rasûlüdür… Zira onun “yalancı peygamberliği!” hâşâ ve farz-ı muhâl, bir kere kabul edilirse; veya O, dışarda tutulub dışlanırsa,  O’na bağlı olarak “Kadîm Kur’an-ı Azîmüşşân” da, hâşâ bir yalancı ve sahtekârın yazdığı uydurma bir kitab seviyesine sukût etmiş ve sıfırlanmış olacakdır… Ve binnetîce, “İslâmiyyet denen bir din!” işte böylece ortadan kalkmış, kaldırılmış bulunacak!… Tabii arz yuvarlağı da, Son Peygamber’den evvelki Yehûdiyyet ile Nasrâniyyet zulmüne (irticâ’)  etmiş, bozulan saltanatları ve sömürü tezgâhları, daha rahat işlemeye devam etmiş olacakdır!!!.

Dinlerarası Diyalog hizmetinin, “Papa Hazretlerinden” icâzetli Okyanus Ötesindeki rûhânî merkezleri de, bu kabil cenâze zuhurlarında, “ileri bir nur tâlibânı, en üst perdeden bir Bediüzzeman muhibbânı, cennetle muştulanmış  nurcu kardeşlerin aslâ kopmaz bir parçası!” görünme imkân ve fırsatlarını da, aslâ kaçırmak istemiyecekdir!.

 Diyalog miyalogları ta’kibden uzak, “ibrâhimî dinler” denince ne denmiş olur, “kelimeyi tevhidden Allâh Rasûlü ref’ edilirse” bu cinnet, hıyânet ve felâketin ebadları neleri içine alır gibi, nice cihan çaplı planları ve bunların altında yatan şeytanlıkları çözemiyen; veya R.Nur’dan başka eline aslâ kitab değdirmemeye ahdetmiş zevât-ı kirâm veya Pensilvanya cihet-i garbiyyesinden esen kasırga ve tayfunlara kulakları tamâmen tıkalı “hüsn-i zânn kahramânı!” dervîşân veya hizmet ehli ve dâim hazır kıt’a bekliyen ehl-i dil; ve pamuk elleri her talebde ceplere hiç tereddüdsüz inip çıkan ehl-i sevâp “nurcu taban”, aslâ kurda kuşa yem olmamalı, oraya buraya savrulub kaymamalıdır!… Cemi’ cümlesi de, Okyanus Ötesi’nin hasretiyle yaşayalar!. 40 sene evvelki o ihlâs ve hasbîlik ve aşk u vecd ile hüngür hüngür ve zârı zârı gözyaşları döken hoca ve şâkirdlerin, hâlâ aynı seviye, îmân ve ihlâs üzre bulunduklarından aslâ şübhe edilmemeli; bilhassa “lâakal 15 günde bir okunmakla!” emredilen “ihlâs risâlesinin!” tam bir disiplin içindeki kıraatları aynen devamda bilinmelidir!… Diyalogla bilenen îmanların, “ibrâhimîlik!” aşısı ve “papa cenablarının” himmet ve duâlarıyla da daha çok artıracağından, nur kahramanları emîn olmalı; ve hayâlleri, dâimâ 30-40 sene evvelin va’z kasetlerini ta’kîb etmeli; ve son senelerin “ibrâhimîlikleri!” iktizâsı sıkılan bambaşka i’tikâd ve istikâmet zıplamaları aslâ bahis mevzuu edilmemelidir… Ve bunlar, dile bile alınmamalı ve böylelikle fitneye sebeb olmamalı; uyuyan fitne, aslâ uyandırılıp sağa sola hırlatılmamalıdır!. Bu hayâl âleminde kalınarak ve bu teslîmiyyet içinde yuvarlanan topyekûn nurcular, diyalogçu şakirdânı,  kendilerinden bir parça kabul etmeye devam etmelidirler!..

Yoksa, hakîkatlar anlaşılırsa, sipsivri ortada kalmak; ve dünyada, “papalık misyonunun marjinal bir parçası olarak kenarda figüran rolü almak!” gibi bir âkıbet ile perîşân olmak var!. Anın çün, tam gaz, kelime-i tevhidi aşındıra törpüleye yola devam… Üstelik, “Geri dönüş, harakiri ve intihâr etmiş olma!” encâmını netîce verecekdir!.

Ayrıca, internetlere ses kaydı olarak düşen şu sözlere bile rastlamak, artık çok kolay, sıradan ve rutin bir tavır:

 “- Bir kişi Lâ ilâhe illâllâh dese de, “Mu….d Allâh’ın Rasûlüdür” demese, ben onu, Allâh’ın hatırına başıma korum!”

Adam, Allâh’ın Habîbi olan Peygamberler Peygamberini, Allâh’ın RASÛLÜ kabûl etmeyib kıpkızıl kâfir oldukdan sonra, artık nerene korsan koy; ve nerende taşırsan taşı, onu sen bilirsin!

Tevbe Yâ Rabb!

Nâmütenâhî tevbeler…

Bizi tecdîd-i îmân ve’n-nikâha mecbûr eyleme, Ey! Habîbinin Rabbi!

Halbuki Allâh ve Rasûlünün irâdesine mutâbık kelime-i tevhîde îmân içün, onun, en az şu muhtevâyı taşır olması ŞART:

1)  Diyalogcular gibi Allâh Rasûlünü dışlayan bir sapıklıkdan mutlak olarak teberrî…

2) “Mu…..d allâh’ın Rasûlüdür!” mutlak hakîkatından zerre kadar ayrılmadan ve Peygamberler Peygamberine (tam teslîm olarak); ve birinci cümle ile de, tepeden tırnağa bütün ilâhları (ideoloji-doktrin ve ibrâhimî denilen mecâzî ma’nâdaki topyekûn dinleri) nefy ve redd…

3) Ve, Allâh ve Rasûlü’nden gelen nizâmı (gerçek dîni-mutlak hakîkatı) cezm ve yakîn derecesinde (isbât) ederek, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” nizam ve disiplini içinde tasdîk ve tahsîn…

4) Yehûdiyyet ve Nasrâniyyet de dâhil, istisnâsız topyekûn dinlerin, ideoloji ve doktrinlerle beraber zerresine kadar nefy ü inkâr, reddü cerh; ve topunun da, “mutlak bâtıl, şirk, küfür, nifâk ve dalâlet olduklarına” sûret-i kat’iyyede îmân…

Elmalılı tefsîrinden okuyalım:

“- Velev bir tek Rasûlü olsun, diğerlerinden ayırarak kabûl etmemek, mâhiyyet-i nübüvveti kabûl etmemekdir; mâhiyyet-i nübüvveti kabûl etmemek ise, bütün peygamberleri ile berâber Hakk Teâlâ’yı kabûl etmemekdir.” (Cild 2, sh:1144) 

 Bütün bu hakîkatlara meydan okudukdan sonra, gece gündüz, “nurcuyum, nakşîyim, hanefîyim, müslümanım, v.s.yim!” diye de zikredilse, bunun, öteki âleme göçene, zerre kadar fâidesinin olamıyacağı bedâhaten ortada…

Sungur da, bir başkası da, müslümanım diyenlerin topu da, kalbinde, bâlâda zikretdiğimiz ma’nâ üzere “îmânla” gitdi ise, ne a’lâ… Bu takdirde, ebediyyen yakayı kurtarmış; ve gıbta edilmeye lâyık bir “ağabey!” ve en mühimmi de, Rabbinin, “kulum!” dediği bir “kul!” olmuş olması…

Sonsuz bir âlemi, cennetlik olarak ve rü’yetullâha nâiliyyet ni’metini ele geçirerek kazanmak…

 Sünnî i’tikâdında, “son nefesden emîn olmak!” aslâ mümkin olamaz; ve aksi hâlde bu, adamın îmânsız gitmesini intâc eden kat’î bir küfürdür ki, 15 asırlık akâid kitablarımız, bunu, Kitab, Sünnet ve İcmâ’ kaynaklarına istinâden, kendisinde  aslâ şübhe câiz olmayan îmânî bir hakîkat (zarûrât-ı dîniyye) olarak beyân buyurmaktadır!. Câferîler ve diğer bazı mezheblerde olduğu gibi, müntesiblerinin kabir azâbı ve cehennemden necât bulacaklarına îmân etmek; ve bunları, peşine takılanlara “muştulamak!” kesinlikle dalâl bataklığına gömülmekdir… Ve bu, müslümanlıkla aslâ kâbil-i te’lîf de edilemez… Endülijans muâmeleleriyle cennetden parseller satan Vatikan’ın ve onların huyu ve suyunu kapanların, bu sapıklıklarından, Allâh Azze’nin DÎNİ kat’iyyen münezzeh ve müberrâdır…

Bediüzzeman Sâid Nursî’den sonra, 52 yıl geçdi ve bu zaman zarfında “nurcu” olarak bilinen zümre, çok değişik i’tikad, fikriyât ve siyâsiyyâtda grublara ayrıldı. Her “ağabey veya hocfendi!” olarak bilinen zât, neredeyse bir grubun pişdârı olarak öne çıkarıldı. Ve bilhassa siyâsî ve bazı temel i’tikâdî mes’elelerde farklılıklara kaydırılarak veya bunları ihdâs ve i’câd etdirilerek, ana gövdeye ters, hatta bazıları o ana çizgiyi tamamen dışlar ve reddeder hâle gelmiş veya getirilmişlerdir… Meselâ en başda da, “Hoşgörü ve Diyalog!” safsatası peşine düşen; ve “ibrâhimî dinler!” gibi muhalleri, vâkıa imişcesine diline dolayarak, Yehûdiyyet ve Nasrâniyyet’i de, İbrâhîm Aleyhisselâm’dan gelen dinler olarak kabûl eden; ve “Türkçe Olimpiyatları!” adı altında (müştehad), bîçâre ve garîbân kızlara varıncaya kadar nice emânet yavruları, sahnelerde Madonnavârî danslar ve kıvrılıp dökülmelerle teşhir edip 130 memlekete bu sahne varyeteciliğini bir vebâ mikrobu gibi taşıyan; ve bâliğ oğlanları da, meyhâne şarkıları ile bu teşhir fezâhatine ortak (partner) eylemekden zerre kadar hazer etmeyen grup ve cemaatler…

Bunlar da mı “nurcudur!” ve bunlar da mı Sungur gibi “ağabeylerin” tasvîb ve tasdîkine mazhardır; ve “hizmet-i îmâniyye ve Kur’aniyye” içinde olmakla son derece övülen ve “muştulanan” kitleye dâhildir?.

Gerçi “Hüsrev Ağabey” cemaatı, “meşveret câmiası”, “ittihad cemaati” gibi bazılarının, adı geçen akâid sapıklıklarına açıkça karşı çıkdıkları da, mesmuâtımızdan olub, inşaallâh doğrudur… Ancak, nice “ağabey!” rütbe ve makâmını ihrâz eden zevâtın, bu hususda “îmân öfkesi” ile agoraya fırlayıb, “böyle rezâlet olamaz!” dediklerine de rastlamış değiliz!…

“Fitne çıkmasın!” ödlekliğini tedbir gibi göstererek, fitnenin en belâlısı karşısında susmak, çıkmış ve yayılan fitneye müşevvik olmakdır; ve bu hâliyle de o, dilsiz şeytan olmakdan daha da beter bir rezâlet…

Pensilvanya merkezli grubun, tâziyet mesajına bakarak “Sungur Ağabeyine!” son derece yakın görünüşünü nazara alınca, acaba ne düşünmeliyiz?. Gerçi bu kabil mesajlar, kat’î bir îmân ve i’tikâd ve fikir berâberliği ortaya koymanın delil ve hücceti sayılamasa ve tamâmen siyâsî maksatlarla kaleme alınabilir olsa da; ve saf nurcuları, “Sungur Ağabey” üzerinden taraftar mevkiinde tutmaya yarasa da, îmân ve fikir beraberliğini isbât işine yarayan vecheleri, bizi mutlaka düşündürecekdir!

 Hangi müslüman olursa olsun, kendisini takdîmi, hangi sınıf ve cemaate müntesib olma ve nisbet şekli taşırsa taşısın, “Hakk-ı sarîhi ketmetmek küfründen!” mutlak olarak uzak kalmak amelini ızhâra mecbûr ve bununla mükellefdir… “Îmân, ızhâr-ı Hakk’dır!” kâide-i îmâniyyesinden hiçbir kimse, hiçbir zaman ve mekânda, ikrâh-ı mülcî müstesnâ, hâric kalamaz…

Binâenaleyh, eğer “Sungur Ağabey!” zikri geçen diyalog mezhebi i’tikadlarına karşı çıkmış ve mütecâsirlerini uyarmış; ve gitdikleri yolun “Risâle-i Nur mesleğini zîyâde şâibe altına sokup karartacağını!” muhâtablarının anlayacağı şekil ve kıvamda onların kulağına ve gözüne sokabilmiş ise, mes’ûliyyet altında bulunmakdan da kurtulmuşdur… Ancak, Pensilvanya’nın bu takdirde ve böyle bir ma’nâ ortada iken, kendisini “Sungur Ağabey!” feryadları içinde gösterircesine bir tâziyeyi,  şu aşağıdaki şekilde kaleme alması, bunun, zerre kadar samimiyyetine değil, yüzde yüz “politik taban tutma hesabının!” isbâtına; ve alışılan takiyyeciliğin bir başka tezâhürü olmaya yarar!… Okuyalım:

“ – Dâussıla ile meşbu kalbim, hayatını Kur’an ve iman hizmetine adamış, Bedizzaman Hazretleri’nin mümtaz talebelerinden Nur Kahramanı Mustafa Sungur Ağabey’in Hakk’a yürüdüğünü öğrenmiş olmaktan doğan gurbet içinde gurbet hisleriyle çarpıyor.. 

Gençlik yıllarından itibaren tahsil ettiği ilmi, Kur’an nurları ile tahkim eden bu müstesna insan aynı zamanda tükenmek bilmez enerjisi ile hayatını hizmet yoluna bezletmeye bakmıştır.Hepimiz adına geçici bir firak sayılsa da ağabeyimizin gerçek dostlarla vuslata vesile son yolculuğunda hazır bulunamamanın hicabı içindeyim.

Tesellimiz, ‘bir tek maksat ve vazifede sa’y eden hakikat ve ahiret kardeşlerinin ihtilaf-ı zaman ve mekanın sohbet ve ünsiyetlerine bir mani teşkil etmediği’ muştusudur.

Bu vesileyle muhterem ağabeyimize Mevla-yı Müteal’den gani gani rahmet niyaz eder, onunla Nur derslerini müzakere etme şerefine nail olan talebe, dost ve yakınlarına teziyetlerimi bildirir, sabr-ı cemil niyaz ederim.  (4.12.2012)

Şaşırtmaca dünyâsının taktikleri, politika ve insan avlama san’atı; Türkiye’ye başka çehre, Kardinal dünyasına başka yüz gösterme hüneri; nurcuya sağdan, Vatikan, Telaviv, ABD ve AB gibi yerlere soldan yanaşma kurnazlığı; ve bir tarafa “Kur’an nurları!” takdîm ederken, öteki tarafa “sizin dininiz de hakk, çünki İbrahim’den gelen din üzeresiniz!” bâtılını, onlara, şirinlik,  yârenlik, yoldaşlık ve dostluk adına arzetmek; ve tâziyelerle bir tarafa “Nur derslerini müzâkere etme şerefi!” uzatılır ve onlar böyle bir madalyaya lâyık görülürken, öteki tarafa, “ışık evlerindeki abi ve ablalar nezâretinde nur dersleri yerine GÜLEN kitablarından hoşgörü ve diyalog ders ve hocfendi kerâmetleri!” uçurmak, nasıl bir keyfiyetdir ve hangi tür müslümanlığın icaplarıdır?. Bu ince dünyâ politikasını, diyalog sırrını, “Papalık misyonunu,” ibrâhimîlik rûhunu, globalizma esrâr ve hesablarını anlayan beri gelsin!!!

Kimin ne olduğunu bilmek, kimin i’tikâdının kime karşı veya kiminle beraber olduğunu bellemek, artık ortaya konulmalı ve bulanık suda “nurcu avı” sona ermelidir…

Bu avlanmalar, Başvekîl ile DİB başı Görmez adamın bile iştihasını kabartıyor ki, onlar da “Sungur Ağabey!” demek içün cenâzeye koşup, kimi, reis-i hükûmet olarak nutuk üstüne nutuk atıyor; kimi de, cenâze namazını kıldırarak ve safların hoşuna gidecek süslü cümleler inşâ ederek,  kendisini nurcular nezdinde tezkiye ve terfi’ etdirmenin formülünü yakalıyor!

Acaba “Sungur Ağabey”, namazını kıldıracak adamı vasiyet etmeden, dünyâdan gitmiş olabilir mi?. Sungur’un namazını, “AB normlarına aykırı!” diyerek, Dâvudoğlu Hoca’nın  hadîs kitabını basmayan; ve nice hadîs-i şerifleri de aynı esbâb-ı mu’cibe ile “mevdû’’ diyerek pirinç içinden taş ayıklarcasına ayıklayıp, ademe mahkûm eden bir adama, yani, bambaşka bir dünyânın reformist veya revizyonist bir adamına, evet, laik dembokratik partili bir rejimin “sarıklı politikacısına” teslim edenler, acaba kimlerdir?. Ve acaba bunlara, “Sungur Ağabey’in” rızâsı mı, yoksa adem-i rızâsı mı vardır???.

“Şeytandan ve siyâsetden Allâh’a sığınırım!” formülü, yaşarken ele alınan bir nur mesleğidir de, musallâ taşına yatanlar içün “terki lâzım” bir HOŞGÖRÜ-DİYALOG VE HİZMET usûlü müdür?… Ve bu NÛR cemaati içinde, “Sungur Ağabey!” diyerek, ona “ta’zîm ve ihtirâm!” manzarası resmeden kalabalıkların, o zâtın namazını kıldıracak bir nurcu yetiştirememiş olmalarını mı düşünmeliyiz?.

  Vâ esefâ!

Bugüne kadar hiçbir “Nurcu Ağabey!” cenâzesi, böylesine iltifatlara ve bunca ekâbirin rağbetine mazhar olamamışken, acaba şimdi neler oldu, neler değişti de; ve bayrâm değil seyrân değilken; bu iltifatlar, hangi dağlardan, hangi okyanus ve hangi hükûmetlerden esen kıble rüzgârlarının taşıdığı râyihalar cümlesinden sayılmalıdır?.

Diyalog ve monolog dünyâsının keşf ü kerâmet ve vecd ü istiğraklarını anlamak  içün, cevab aramaya değer bir nokta?.

O, aklı başında, silâhı îmân öfkesi olan, kıvamlı ve kıdemli nurcuları bulsak da sorsak!

 

(İntişârı: 06.12.2012)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir