Ahmed Altan 11.2.2010 târihinde yazdığı fıkrasında:
“-Ben, dînin ve dindarların ehemmiyetine inanan bir dinsizim!”
Diyor…
Burada hangi (dîn) ta’rîfine göre acabâ kendisini “dinsiz!” kabûl etmektedir?
Biz müslümanlara göre tanrısı olan herkesin, buna bağlı olarak mutlaka bir dîni de vardır. Meselâ bir insanın dîninin olması içün, onun, mutlaka dinler târihindeki bir dîne sâhib olması i’câb etmediği gibi, literatürde yer alan bir dîni, dîn olarak kabul etmesi de şart değildir…
Bizim ilâhımız olan Allâh azze, Kelâm-ı Kadîm’inde “onların ilâhları hevâlarıdır” hükmünü beyân buyurduğu zaman, nefislerinin (hevâ ve hevesleriyle) koydukları ve kurdukları bütün sistemlerin, onların dinleri olduğunu; ve tanrılarının da, bu sistemleri ortaya koyan nefslerine âid “hevâ ve heveslerinin” bulunduğunu apaçık ortaya koyar…
İnsana, kendisinden daha çok hiçbir şeyin sevgili olamadığı şey ne ise, onun tanrısı işte odur…
Bu tanrının ortaya koyduğu ve o insanın hayat tarzını da içine alan fizik ve eğer varsa metafizik kıymetler dünyâsı, işte onun dînidir…
Bu ma’nâca Ahmed Altan’a, “dinsizim” dese de, “dinsiz” demek mümkin olamaz!
Altan’a âid yazının bütünü okunduğu zaman apaçık anlaşılan şu ki, o, “ben bir dinsizim!” derken, asıl şunu ortaya koymaktadır:
“-BEN, BİR MÜSLÜMAN DEĞİLİM!”
Bunu aslâ da yadırgamadık… Hattâ “müslümanım” deseydi, hem de asıl bunu çok yadırgar ve şerefsiz bir “münâfık” olduğuna şehâdetle, ayrıca haysiyetsiz ve yardakçı bir mahlûk olarak onu zihnimize kaydederdik…
İslâm coğrafyasında yaşayıb da Müslümanlığa îmânı olmayan ve kendisini “bir dinsiz” olarak gören; ve fakat kendisini müslüman gösteren bütün aşşağılık ve gözbağcı “mason” sülüler ve sürüler ile, topyekûn “münâfıklar”, hatta “sarıklı-cübbeli bir takım DİB takımları” ve “Vatikan ve Telaviv ile hoşgörü-diyalog pezevenkliği” yapan salya sümük familyalar, Altan gibi mertçe ortaya çıkıb, ne olub ne olmadıklarını erkekçe ortaya koyabilseler…
Altan’ın yazısını ele alacak olursak, “dindar” bir dostuyla yapdığı sohbetde dostu sorar:
“-Müslümanlıkta mutlak yasak var mıdır?”
Ben bütün cehaletimle hemen cevap verdim.
“-Vardır tabii.”
“-Mesela?” dedi.
“-Zinâ!” dedim.
“-Peki” dedi,“ıssız bir adada bir kadınla bir erkek kalsalar ve kurtuluş ihtimalleri de olmasa. Ortada nikâhı kıyacak üçüncü bir kişi olmadığına göre, ne olacak?”
Tek tek bütün “mutlak yasakları” ve onların “yasak olmaktan” çıkabileceği özel durumları gözden geçirirken, akıllı bir hanım araya girdi.
“-Hiçbir şartta bozulmayacak mutlak bir yasak vardır!” dedi.
“-Nedir?” dedik.
“-Kul hakkıdır!” dedi, “kul hakkı yemek her şartta mutlak yasaktır ve bunun istisnâsı yoktur!”
“Herkes, bu görüşe katıldı.”
“Elbette böyle bir konuşmada benim dinleyici olmaktan öteye gidebilecek bir bilgim yok, din ya da dindarlık konusunda çok fazla söz söyleme hakkına ve haddine de sahip değilim, ama benim için dinin temeli “dürüstlüktür”; ve o dürüstlüğün asla vazgeçilemeyen çimentosu da “kul hakkı” yememek; ve “hakkından fazlasına” göz dikmemektir.”
Altan, fikrini açık açık yazmakla ve bu hususdaki “cehâletini” de i’tirâf etmekle, puan kazanıyor… DİB veya DİYALOGCU veya İLÂHİYATÇI sulandırıcı ve bulandırıcılar gibi işkembesindeki hamûleleri, “bana göre böyle olmalı!” diyerek, ona buna “din” imiş gibi yutdurma denâet ve şenâetine tenezzül etmiyor, aferin!
Meselâ, Mayraktar Mayraklı veya Yardakoğlu veya Haltettin gibi iblisler olsaydı:
“-İsviçre’den müdevver kilise nikâhı olmadan zinhâr olmaz, laik (ateist) ve dembokrat belediyelerde kıyılmayan nikah, nikâh değildir, nikâh sayılmaz; ve mutlaka belediye reisi adına bu haltı icrâ edecek bir memûr olması şart!” derler; ve o “ıssız adadaki” iki garibanı(!) iki şâhid ve bir masa ve kalem-kağıt ve biraz haraç, saçılacak para pul, bilmem ne memurunun cebine inecek zarf, mangır, me’mûr kişi, bir sürü bürokrasi askısı ve tasması v.s. bulmaya mahkûm ederlerdi!. Maaşlı kapıkulluğunun olduğu yerde, o adayı modayı acaba hangi despotizma bel’amı düşünebilir?!
O iki garîban da, bunları sittîn sene bulamayacaklarına göre, bir türlü bir araya gelemeden, “ıssız adacığın!” biri bir kenârında, diğeri de öteki kenârında bekleşir dururlardı!.
Şimdi buradan zarûreten şu netîceye gelelim: Müslümanların tam bir asırdır en aziz kıymetleri olan dinlerinin yasaklanışı; ve onlara îmânları istikâmetinde nikâhlanmalarının, suç olarak cezâ kânunlarında devlet eliyle yer alışı, bir millet çapında çiğnenen sunturlu “kul hakkı” değil de, acaba nedir?!.
Prof Altan ve “dindar” Dr. dostu bu noktaya temâs etmeyi neden akıl edemiyorlar?!
Müslümanlıkda mutlak haram aranıyorsa, o da, “LÂ İLÂHE!” diyemeyişdir; herhangi bir sistem veya rejimin, müslümanların tepesinde “TANRINIZ BENİM!” diyerek bir asırdır asıb kesmesi ve kana doymadan devâm etmesi…
Mes’ele İslâm noktasından ele alındığına göre, evvelâ münâkehât bablarıyla fıkıh müdevvenâtına geçen Şerîat hukûku iyi taranmalı ve iyi anlaşılmalıdır… Gerçi Ahmed Altan gibi “ben müslüman olmayan bir dinsizim!” diyen birisinin mevzua bu kadar ma’sûm yaklaşması takdîre şâyân olsa gerekdir. Kendisini bir dinsiz kabul etmesine rağmen, düzen ve sistem beslemesi herifler gibi “böyle olacakdır, olmalıdır, olsa gerekdir!” havalarına kapılıb, Allâh’ın hukûkuna, bostana giren hâşâ min huzûr (yaban domuzları gibi saldırmaya) tenezzül etmiyor; ve “dîn mevzuunda söz söylemek hakkım ve haddim değil” diyerek bir “dinsizin” ortaya koyabileceği a’zamî edebi, müslümanlardan esirgemiyor… 15 asırdır tedvîn edilmiş muhteşem ve muhkem, mukaddes ve muazzez bir hukûk nizâmı önünde, lâübâlîlik ve cumhurlop edebsizliği etmiyor…
Bu hâliyle Ahmed Altan, yukarıda adı geçen mülevves ve iğrenç münâfıklar yanında, onlarla mukâyese edilemiyecek kadar puan toplamışdır… Müslüman olmasa bile, onun, Müslümanlık önünde sonuna kadar böyle bir duruş ortaya koyması, nasîbinde varsa, âkıbeti içün mutlaka hayırlara da vesîle olabilir!…
Hidâyete giden yol, müslüman olmasa da “ben dinsizim!” diyen bir ferdin, adı geçen mülevvesler gibi sulandıran ve bulandıran bir münâfık olmasından geçmediği gibi; kırmızı görmüş İspanyol öküzü gibi Şerîat hukûkuna azgınca saldırmasından da geçemez…
Sadede gelelim:
Altan’ın, “ıssız adadaki” iki garibanın mürüvvetini göremeyişinden vicdân azâbı çekdiğini de görür gibiyim!. Hele er kişi yerinde kendisini tasavvur etmesi ihtimâlinin büyüklüğü; ve cümle âlemin bildiği bu kabil mevzulardaki hassâsiyeti(!) karşısında, biz de kendisine bir hâl tarzı bulabiliriz!
İslâm nazarında iki zıt cinsi biribirine helâl kılacak, İsviçre’den müdevver kilise nikâhı yani belediye memurunun “belediye reisi adına” yapacağı resmi muâmele değildir. O ıssız ada sâkini iki garibi(!) biribirine helâl kılacak, (mes’ele İslâm’a göre yürüdüğünden) yine onların YARATICISIDIR… Böyle olunca da, biribirine haram olan o iki zavallı müslümancığı mahrem yani biribirine helâl yapacak olan akdin, mücerred “YARATICILARI adına yani îmân etdikleri Allâh Azze adına mün’akid olması şartı” vardır… İŞTE BU ŞARTDIR Kİ, BÜTÜN İSLÂM MÜCTEHİDLERİNİN ÜZERİNDE 15 ASIRDIR İTTİFÂK ETDİKLERİ EN TEMEL VE BAŞ ŞARTDIR… Nikâh akdi, 15 asırlık Şerîat hukûkunda bir cihetden muâmelâta, diğer cihetden ibâdâta dâhil ve her iki halde de Şerîat hukûku içinde vücûd bulması şart; ve “zarûriyyât-ı dîniyyeden” olması i’tibâriyle de ehemmü’l-ehem bir mes’eledir…
Modernite ve reformite elinde peydahlanan ve Yardakoğlu gibi gözboyamak içün “İslâmda reform olmaz revizyon olur!” diyen, böyle bir gerzeklikle de özrünü kabahatinin de önüne geçiren ve şecaat arzederken bilmem nesini fâşeden rejim kapıkullarına; ve müctehidlik yarışında ayakları kıçlarını döven Haltettin ve Mayraktar Mayraklı misillü nevzuhurlara, bu gerçek Müslümanlığı aslâ anlatamazsınız!
Türkiye’de yaşayıb profesör ünvânı taşıyan Altan’ın, Müslümanlığı hiç değilse bazı babları ile tedkîka başlaması, içinde yaşadığı coğrafyanın dîni olan İslâmiyyet hakkında klâsik kaynaklardan (resmî ideolojinin sulandırıb bulandırdığı nesneleri Müslümanlık kabûl etmeden) ana hatları ile de olsa bilmesi, İslâmiyyet’i tasdîk ve tahsîn etmese de kendisine mutlaka lâzımdır. İşte o zaman, Müslümanlığı biraz daha yakından tanır; ve bahsetdiği dostları ile, 170 yıldır içinde bulunduğu coğrafyadaki “mutlak yasakları!” ve bu topraklarda yaşanan dramı yakından görür; ve ancak o zaman isâbetli tahlîl ve tesbitler yapma imkânına da sâhib olurlar…
(İntişârı: 21.02.2010)