Ahmed SEYYİDOĞLU
MUHAMMED HAMDİ EFENDİ MERHÛM DA TEFSİRİNDE ŞIRINGA V.S. ORUCU BOZAR BUYURUYOR!
“İstiklâl veya Engizisyon” mahkemelerinin İ’DÂMA mahkûm etdiği Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri, Fıkhen fürû’-ı a’malden olan orucu bozan (ifsâd eden) şeylere tefsîrinde bile temâs etmeden geçmemişdir. Türkiya’dan kazınıb atılması içün tam 15 yıl İslâm Dîninin üzerinden silindir gibi geçenler, DİB kanalı ile yazdırdıkları, fakat hiç beklemedikleri şekilde karşılarına çıkan bu tefsirden, sanki “Karşı DEVRİM” oluyormuş vehmi ve korkusuna kapılarak pek çarpılmışçasına ürküb çekindiler!
1936’da ilk tab’ı (baskısı) yapılan Tefsîr, onu, 1949’da DİB reisi Merhûm Ahmed Hamdi Akseki Üniversite talebelerine meccânen dağıtma kararı alıncaya kadar, tam 23 sene, mahzenlere kapatılıb kilitlenmiş ve neşredilib okunması yasaklanmışdır!.
Bazı soytarı ve nefis köpeği olmuş paralel DİB’çilerin, Holdingçi, Cübbelâcı, N. Mıldızcı, Dilipokçu v.s. cühelânın bu tefsir aleyhinde olmaları tam bir iblislikdir… Ne imiş, “Abdülhamîd Cennetmekânın hal’ fetvâsını yazan” adam, bu Yazır, yani Müslüman Oğuz Türkmen boylarının Anadolu çocuğu Muhammed Hamdi Efendi imiş!.
Sabataist olsaydı, soyu-sopu, sülâlesi Kabbala’ya veya tek gözlü piramide veya localara çıksaydı, kimbilir nasıl önünde eğilir ve etek öperlerdi…
İttihadçı eşkıya ve soysuzların “KIZIL SULTÂNIN YA CÂNINI ALIRIZ, YA TAHTINI” dediği ve kafalara TABANCA dayayarak ulemâyı “fetvâya” zorladıkları bir iğtişâş ve eşkıyâ devrinde, HALÎFE-İ MÜSLİMİNİN KÖPEK LEŞİ GİBİ MEYDANLARDA CESEDİNİN TEŞHÎRİNE MANİ’ OLMAK İÇÜN HAL’ FETVÂSINI YAZMA ŞIKKINI İHTİYÂR ETMEK, ELBETDEKİ ÎMÂNÎ, İSLÂMÎ, AHLÂKÎ, VİCDÂNÎ VE EN NÂMUSLUCA BİR YOL İDİ Kİ, MUHAMMED HAMDİ EFENDİ HAZRETLERİ DE AKILLICA VE CESURCA BU ŞIKKI İHTİYÂR ETMİŞDİR… Bu târîhî hakîkât, bugün artık bir sır değildir.
Îmân ve fikir ve mertlik müflisi nice soytarılar da vardır ki, bugün biribirine azılı düşmanlar olarak yaşamış (ittihadçıları–M.Âkif’i, kamalist çapulculuğu ve Abdühamidçiliği) veya bunlardan biribirine taban tabana zıd ikisini veya üçünü, aynı kabın içinde HALT ederek tenâkuz ve tezâtlar içinde sürünerek beraberce yürütmektedirler!. Üstâd Necib Fâzıl Merhûm’un ta’bîriyle bu tezâd ve tenâkuzlar, “Fikir Fuhşu” içinde icrâ-yı habâset ve denâet etmeyi meslek ve meşreb edinmiş mübtezellerin, en bâriz husûsiyetlerinden olsa gerekdir…
Sadede şürû’ eyledikde:
Merhûm Müfessir, tefsîrinin 1936 tab’ı, 1. Cild, 626. sahifesinde bugünün DİB cehâlet veya dalâletine şöyle vuruyor:
“ Binâenaleyh ağzına veya burnuna bir şey giderse bozmaz, LÂKİN DİMAĞINA VE DÂHİL-İ BEDENİNE BİR ŞEY GİRERSE BOZAR. DEMEK Kİ BEDENE Ş I R I N G A, AŞAĞIDAN İNTİKAN (LAVMAN) DAHÎ MÜFSİDDİR.”
Görüldüğü gibi bu ibârede de, DİB ifsâdının tam tersine, beyin ve vücûd içerisine, iğne (şırınga=enjektör) v.s. ile ilâç da olabilir, herhangi bir şey girdiği zemân, “oruç bozulur” buyrulmaktadır…
DİB taifesinin “Besin değeri olmıyan aşılar orucu bozmaz” gibi uydurma bir şart da karıştırarak arz-ı endâm edişi, işin içine nevzuhûr bir teşehhî (ictihâd değil) bilgiçlik katmak hedefine ma’tufdur! Sanki “Besin değeri taşıyan aşılar vurulursa, orucu bozar, ammâ velâkin bu besin değeri taşımıyanlar bozmaz” der gibi bir idrâk (kurbağaca algı) uydurmak cihetine gitmişlerdir!. Halbuki DİB’in bir kanadı, resmî beyâna muvâzî (paralel) olarak “Hiçbir aşı besin değeri taşımaz” demektedir!. Üstelik de İbn-i Âbidin, evvelki satırlarımızda geçdiği üzere “İlâç, yenilen şeyler hükmündedir. Zîrâ onda, bedene fâide vardır” buyurmaktaydı… (Bir evvelki makâlemize bakınız.)
İslâm ulemâsı, DİB gibi mes’eleye bir kuyruklu yalan ve bahâne ekliyerek, ona uydurma bir illet üzerinden ilmîlik süsü verme tenezzülünden ve gözboyayıcılığından münezzeh oldukları içün, “Besin (gıdâ) olma” veya olmamayı hiç zikretmemişlerdir. İbârelerin şümulü çok geniş olub vücûda yayılan herşeyi içine almaktadır. “İlâç da, aşı da, zehir de, esrar da, nikotin de, global şeytanların aşısı, bilmem ne hayvanının DNA’sı ve bilmem hangi gâvurun zehri de olsa,” vücûda girib yayılan herşeyin orucu bozduğunu ittifakla beyân etmiş oluyorlar…
DİB ise, dîne (Şerîat’a) uymaya değil de, dîni kendilerine uydurmayı cumputratik “İlke, usûl, kâide ve kûnun yapdıkları ve bu istikâmetde yürümenin me’mûru, mahkûmu, mecbûru ve mükellefi oldukları” içün, “Besin değeri olmıyan” diyerek aşıya cevâz kapısı uydurub, bu uyduruk şartdan meded ummaktadırlar!. Buna ise, İslâm dîn ve diyânetine hızmet değil, dîne “güncellenmiş veya tahrîf edilmiş” mahkûm urbası giydirmek denir!.
MERHÛM MÜFESSÎR, “İSLÂM HUKÛKU KÂMÛSUNDA” DAHA MUFASSAL ÎZÂH İLE İĞNE ORUCU BOZAR” BUYURUYOR…
Merhûm Müfessirin pek meşhur olmıyan “İslâm Hukûku ve Fıkıh Istılahları Kâmûsu” nâmındaki 4 cildlik eserinin 4. Cildi, 327. Sahifesinden de DİB sallayıcı ve savurucularına, onları yerin DİBİNE geçirici kısımlarını (gözlerini kapatsalar da) satır satır okutalım:
“ORUCU BOZUB YALNIZ KAZÂYI GEREKTİREN ŞEYLER 3 KISMA AYRILIR:
GIDÂ: Yenilmesi âdet edinilen kendisiyle midenin iştihasının giderildiği şeydir. “Gıdâ mâhiyyeti” taşıyan şey ise, aslında gıda olarak kullanılmadığı halde GIDA TE’SÎRİ GÖSTEREN VÜCÛDA FÂİDE TE’MÎN EDEN NESNEDİR. İ L Â Ç L A R GİBİ…”
Mevzû’ bu kadar apaçık ortada iken DİB denilen yerin Müslümanların Ramazan ve orucunu bu kabil uydurma layık kararlarla bozub ifsâd etmeleri fevkal’âde büyük bir mes’ûliyetsizlik ve i’tikâdî çarpıklıkdır. Politika emrinde İslâmiyyet’i yürütmeye kalkmak, onu elleri ve ayakları kelepçelenmiş, forsa olarak yaşamıya mahkûm etmek demekdir ki, bu, apaçık ortadadır. Büyük Osmanlı Müfessir ve fakihi şöyle diyecek: “Gıda olarak kullanılmadığı halde GIDA TE’SÎRİ GÖSTEREN VÜCÛDA FÂİDE TE’MÎN EDEN NESNEDİR. İ L Â Ç L A R GİBİ…” buna meydan okuyan Layık DİB müdîriyyeti ise, “Besin değeri olmıyan aşı oruç bozmaz” diyecek, savurub sıkacak.. olmaz böyle zırva ve zevzeklik!.
“Biz layık cumputrasinin teoloji kumandanlığıyız” diyerek, milyonlara esasda oruç tutdurmayıb, hakîkatda onları açlığa mahkûm etmenin adını biz söylemiyelim de, aklı başında olanlara bırakalım…
Câhiliyyet-i UHRÂ içinde kalan bir avuç müslümancık da, aynı eserden aşağıya alacağımız satırları okumıya devam ederlerse, manzaranın vehâmetini ve nasıl bir İŞGÂL altında olduklarını birazcık fehm ü idrâk edeceklerdir!
DEVAM:
“Bu iki gıdâ cinsinin dışında kalan ve gıdâ sayılmıyan şeyler mideye tabii taam yalu olan boğazdan gönderildiklerinde, YALINIZ KAZAYI ÎCÂBEDERLER. Çünki, bu vaz’iyyete SÛRETEN oruç bozma vâki’ olmuşdur. MA’NEN oruç bozma vukû’ bulmamışdır. Keffâretin îcâbetmesi içün orucun hem SÛRETEN, hem de MA’NEN bozulması îcâbeder. Sûreten oruç bozma ağız ile yutmakdır. MA’NEN oruç bozma ise kendisinde gıdâ olan veya—İLAÇGİBİ—GIDÂ MÂHİYYETİ TAŞIYAN BİR ŞEYİN MİDEYE VEYA DİMAĞA VÂSIL EDİLMESİDİR.”
Görüldüğü gibi “İlâç gibi gıda MÂHİYYETİ taşıyan bir şeyin mideye veya dimağa (beyne) vâsıl edilmesi” ma’nen orucu bozuyor ve keffâreti değil, kazâyı şart kılıyor…
ORUÇ GİBİ ŞER’Î MES’ELELERDE DOKTORLAR KONUŞAMAZ!
Bu makâle serimizin ikinci veya üçüncüsünde beyân etmişdik ki, Büyük Allâme ve şehidimiz, İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri de, “Dînî ilim, îmân ve hassâsiyetleri” olmıyan, Hipokrat tanrıları üzerine yeminli bazı zemâne doktorlarını, “güvenilir” bulmamakda idi. O kabil kesânın, nefis ve şeytanlarına göre hareketle, oruç üzerinde “ayarlama, uyarlama veya savarlama” yapmalarının meşrûiyyet kaynağı olamıyacağına, Merhûm’un işâret buyurduklarına dikkati çekmişdik!
Mevzû’un Şerîata müteallık ciheti bulunduğundan, bunu Muhammed Hamdi Efendi Merhûm da ehemmiyetine binâen ele almış; ve aşağıdaki satırları ile îzâh buyurmuşlardır…
Şer’î mevzû’larda, layık veya deist veya ateist Doktor müsveddeleri mi, yoksa Şerîat’ın “Tabîb-i Hâzık-ı Müslim-i Âdil” dedikleri mi AĞZINI AÇMALI, Kâmus devamla, BUNU DA ele almış, cehâlete, heves ve lâübâlîliğe hiç kapı aralığı bırakmamışdır:
“Şer’î bir özrün tahakkuku vaz’iyyetinde orucu bozmak: Meselâ Ramazân-ı Şerîf’de oruçlu iken âniden hastalanma hâlinde, KALBİNDE ALLÂH KORKUSU TAŞIYAN (Bizden: Cumputrasi ve sair herhangi bir tâğûta kulluk etmiyen) İŞİNİN EHLİ BİR TABİB-İ HÂZIK-I MÜSLİM-İ ÂDİL, oruçluya, orucunu bozması îcâbetdiğine KARAR verdiği zaman, oruçlu (sâim) orucunu bozar ve güne gün kaza eder.” (A.g.e. İst. 1997, c.4, s.327)
Ateist ve Freng ve Yonânî menşe’li sistemlerin (purofluk-uzmanlık-usturalık-mostralık) gibi rütbe ve makamlar verdiği bir takım adamlar da, pek üremiş ve türemişlerse; ve bunlar hastalarının islâmî îmân ve amellerine de bir (harbî) olarak düşmanlık edib, orman mahlûkları gibi davranarak oruçlarını bozmaları içün bir bahâne arıyor ve oruçlu hastalarına yükleniyorlarsa; Müellif Merhûm’un ifâdesiyle “Kalblerinde Allâh korkusu taşımıyorlarsa” yani mühürlenmiş harbîler ise, bu takdirde onların i’rabda yerlerinin olamıyacağı ve aslâ dinlenilmeyib kâle alınmıyacakları sarâhaten beyân buyurulmaktadır.
Bu da, İSLÂMİYET’İN BİR EMRİ OLARAK BEDÂHATEN ORTADADIR. Aksi hâlde, yani beyân edilen “tabîb-i hâzık-ı müslim-i âdil” yerine, o biçim ve boynu âlet-edavatlı, gurûr ve sürûr u kibri bilenmiş; ve Allâh’a ahd ü mîsâkı olmayıb yunânî Hipokrat andı ve ahd ü mîsâkını içmiş ve böylece tanrısı demokrat-hipokrat ve bürokrat adam ve madamlar olmuş bir takım zalemenin kılavuzluğuna itaat ve ittibâ’ etmeleri de, dînini hafife aldığından, o “Müslümanları” dehşetle mes’ûl edecekdir…
Eser devamla buyurur:
“Hemen ilâve edelim ki, “mesaneye ilâç vermek, genize gidecek şekilde buruna ilâç akıtmak, kulağa yağ damlatmak, kendi isteği ile genize duman çekmek, karın ve baş kısmındaki derince yaralara yaş veya kuru İLAÇ koymak veya sürmek.. dahî orucu bozar ve KAZÂ îcâbedib keffâret îcâbetmez.” (A.g.e.,s.328 ve 329)
MEVKÛFÂT, MOLLA HÜSREV, HACI REŞİD PAŞA, MERGİNANÎ, KUDURÎ: “İLÂÇ ORUCU BOZAR” DİYOR…
Ahmed Dovudoğlu Merhûm’un tercemesi “MEVKÛFÂT” nâm meşhur fıkıh kitabımızda da şöyle yazar:
“…İLAÇLAR İÇERİYE VEYA DİMÂĞA ULAŞIRSA ORUÇ BOZULUR. FAKAT KEFFÂRET LAZIM GELMEZ.” (İst. 1981, c.1, s.351)
Cennetmekân Fâtih Sultân Mehemmed Hân, Aleyhirrahmeti Ve’l-Gufrân Hazretlerinin “ZAMANIMIN EBÛ HANÎFE’SİDİR” buyurduğu ve 20 yıl Şeyhülislamlık makâmında kalan ve o müstesnâ zamanların meşhûr ulemâsından MOLLA HÜSREV (Rahmetullahi Aleyh) Hazretlerinin hanefiyyece pek mu’teber fıkıh kitabı olan, 1979 tab’ının kontrol ve takrîzini Merhûm Davudoğlu Hocamızın deruhde etdiği “GURER ve DÜRER’de” de, şöyle muharrer bulunuyor:
“….İLÂÇ, ORUÇLUNUN İÇİNE VEYA BEYNİNE ULAŞSA KAZÂ LÂZIM GELİR.” (İst. 1979 tab’ı, c.1, s.355)
Musul Sâbık Vâlisi Merhûm Hacı REŞİD PAŞA da, “DÎN-İ MÜBÎN-İ İSLÂM” nâmındaki kıymetli fıkıh kitâbında, Ni’met-i İslâm sâhibi Merhûm Muhammed Zihni Efendi Hazretlerinin satırlarını noktasına kadar iktibâs buyurmuşlardır. (Derseâdet, 1328, c.3, s.56)
Hanefi Fakihlerinden Şeyhülislâm Merhûm Ebû Bekr MERGİNÂNÎ, “El HİDÂYE Tercemesi” nâmıyla meşhûr eserinde: “Vücûda giren ilâcın, karın boşluğu ve dimağa vâsıl olması hâlinde orucun bozulacağını beyân etmektedir.” (Bkz: İst. 1986, c.1, s.270)
“Kudurî” nâmıyla meşhûr hanefî fıkıh kitabında da, aynı ifâde ve hükümler mevcuddur. (Bkz: İst. 1979, s.88)
MEZÂHİB-İ ERBAA DA “İLAÇ ORUCU BOZAR!” DİYOR…
MEZÂHİB-İ ERBAA (Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı) da şöyle yazıyor:
“Hanefîlerde kazayı icab edib keffareti icab etmiyenler üç şeydir. Oruçlu kimsenin kendisinde gıdâ olmıyan bir şeyi veya gıda ma’nâsında olan bir şeyi yemesidir…..gıdâ ma’nâsında olan ise İLAÇDAN İBARETDİR.”
“Gıdâ veya İLÂCIN, hastalık veya sefer veya ikrah gibi bir şer’î özürden dolayı….karın boşluğuna vasıl olmasıdır. Yine böylece batındaki veya başındaki bir yaraya İLAÇ koyduğu zaman İLÂÇ karın boşluğuna veya dimağına vasıl olsa sâdece KAZÂSI LÂZIM GELİR.” (Ankara 1976, c.2, s.36)
Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnet ulâmâsının aynı hükümde ittifâk etdikleri, sarâhaten ve bedâhaten ortadadır.
Müteveffâ ve ateist Prof Mümtaz Soysal’ın dediği gibi 1924’den beri DİB’in keyfiyeti şudur: “Diyânet İşl. Bşk’lığı, dînin cumhuriyet ilkelerine uygun olmasını sağlıyan bir kurumdur…”
Şerbokan’ın cumbaşı namzedi (adayı) Soysal’ın bu tesbîti, eksik olsa da fevkal’âde doğrudur… Buna nazaran, DİB denilen yer, şer’î değil, gayr-i şer’î “anayasal bir kurum ve kuruluş” olub, meşrûiyyetini aslâ dinden (İslâmiyyet’den) değil; 40 yıldır işkenceci Kenan’ın DARBYASASINDAN almaktadır! AKAP-MEHAP-v.s. ve saray erkânı “Yeni babayasa veya sarayyasa” yaparsa, DİB, meşrûiyyetini ondan; Meral Madam bir madamyasa yaparsa, DİB, onu da ondan alacakdır!
CEHAP ile HADEP bir “meröryasa veya heykelyasa” yaparsa, DİB, meşrûiyyetini ondan almış olacakdır!.
DİB’in kaderinde de, 9 veya 99 kocalı Hürmüz olmak varsa, nâçâr böyle yaşayıb, emirkulu olarak ve sarık-cübbe savurarak orda burda arz-ı endâm etmiye mahkûm olacak demekdir! Ve “Alo fetvâsıyla” da, çakma şeyhülislâmlığa (meşîhad dâiresi zevzekliğine) devâm edib gidecektir!..
(Mâba’di vardır)