Merhûm Üstâd’a karşı irtikâb edilen yalanlar ve yalancı şâhidlerle de beslenen fırıldak ve kataküllilerin şümûl ve kökleri, bâlâda zikredilen vesîkanın terâzisinde kıymetlendirilemezse, bugünki iğrenç boğuşmanın berrak filmi de aslâ görülemez… Hele 41 senedir millete ve bilhassa parti-pırtıcılığı kemikleşmiş bomboş adamlara afyon gibi yutturulan “Önce ahlâk ve ma’neviyyât!” şablonunun, nasıl gözboyamakdan öteye geçmeyen bir nesne olduğu, hiç ama hiç anlaşılamaz…
Üstâd Merhûm gibi bir dehâ ve îmân ve fikir allâmesine karşı yukarıdaki en seviyesiz ve müptezel manzaralar irtikâb edilebiliyorsa, bunların biribilerine ve millete karşı atdıkları kazıkların hadd ü hesâbını kimse tahmin dahî edemez!. Bizler bile nicelerine bizzât şâhid olmuşuzdur ki, zamanı hulûl etdiğinde bunları ibret-i âlem içün yazmak mes’ûliyyet ve mecbûriyyetimiz vardır…
Merhûm’un birkaç mısrâı bile, âkil olanlar içün bu hususda gerçek ve kat’î bir mi’yâr teşkîl eder:
Millî Görüş bir şarkı,
Notası yok bir mızıka!
……….
Dîni hafife satmak,
Ne dert istersin başka?
Küfre verdiğin taviz,
Küfürlük bir vesîka… (1980- Öfke ve hiciv)
Merhûm Üstâd’ın satırlarına devam edelim:
1) Bir arab mütefekkirinin duası:
“-Allâh’ım! Siyasetden, onun benzerinden, benzerinin benzerinden, onun da gölgesinden, gölgesini andıranından, sağından, solundan, önünden, arkasından sana sığınırım!”
“Evet, politika, bütün dayanaklarını kaybedip yalınız kendisinden ibaret, yalınız kendisi için, yalınız 24 saatlik cüce hayat zeminini kazanmaya mahsus bir atlatma ve aldatma müessesesi hâlinde ortaya çıkınca, üstün fikirciye düşen dua, yukarıdakidir. Bu türlü siyâsetin ismi politikadır…” (23.4.1965- Çerçeve 3, sh:169-Tab’ı 1991)
2) “Ben MSP’den ne mi istiyorum?
Ulvî gayemizin hakkını istiyorum: Bu hakkı çiğneyen hırs ve kibir adamının, balmumundan hempâsıyla birlikde tasfiyesini ve içlerindeki müsbet örneklerin kıyam etmesini istiyorum! O zaman görürler önlerinden ve arkalarından nasıl yol alacağımızı…” (Rapor 7, sh: 53-54, 1980)
3) “Mukaddes dâvâyı şahsında komikleştiren, zavallılaştıran, seviyesizleştiren, maddede ve mânâda istismâr ve tâviz ocağı hâline getiren, küfre yem hazırlayan ve 40 yıllık çilemizin getirdiği nesilleri çürüten, şafağımızı karartan ve doğuşumuzu kimbilir hangi zaman ve mekâna erteleten hep bu rûh hastasıdır.” (Rapor 8, sh:70-71, 1980)
4) “Başbakanlık yardımcılığı odasında kendisini yüzüne karşı en ağır şekilde suçlandırdığım zaman bana demişdi ki:
-Peki ne yapmamı istiyorsunuz?
Şu cevabı vermişdim:
-Az konuşunuz, yeter!
Susmuştu.
Balmumu adamlar cinsinden birkaç bakan da, bu mukâbele ve sükûta aynen şâhid olmuşdu.
Şimdi kalkmış kötü bir tuluatçı rolünde habire konuşuyor, saçmalıyor, sayıklıyor, İslam stratejisini çıkmazdan çıkmaza sürüklüyor.” (Rapor 9, sh: 58, 1980)
5) “Mahut mukaddesat çıkarcısı, ikinci safha cumhurbaşkanlığı oylamasında yine marifetini gösterdi. Cinsi, mezhebi ve meşrebi malum Batur’un (BİZDEN NOT: Hava kuvvetleri eski komutanı ve İsviçre’ye kaçan malum kişiyi emekli general Vecihi Akın ile berâber T. C.’ye dönmeye iknâ eden ve MSP’nin başına geçiren, 12 Mart muhtırasıyla darbe yapan Ergenekon eskisi adam!) aldığı 294 reye göre topyekûn ve tam kadro, Halk Partisi tarafına katıldığını belli etti. (……) Bunca hokkabazlık, sahtekârlık, ihlâssızlık, akılsızlık artık nihâyet bulmalı, ve MSP’nin içinden bu adama “dur!” diyecek bir zümre fışkırmalıdır. Yoksa herşey CHP’yi beslemek yoluyla bir nevi küfür tesciline kadar gidebilir.” (Rapor 10, sh. 26-27, 1980)
6) “O, kollarını Halk Partisine uzattığı ölçüde küfre yaklaşmaktadır (……) Parti ismi altında Türk ruh temelini göçertme ocağıyle, bu ocağa yardımı dine yardım bilen İslam’ı çökertme tezgahının birleştikleri nokta, en küçük vesileye kadar bellidir.” (Rapor 10, sh: 28-29-30, 1980)
Merhûm Üstâdı, vefâtından 27 sene sonra kelime kelime te’yid eden şu müthiş hâdiseye bakınız, (27.7.2010 tarihli haber sitelerine düşen haber), buyrun:
ŞEVKET KAZAN’DAN, CHP VE SAV TUTKU VE YAPIŞKANLIĞI…
Muârız tarafdan “Malkoç, kongreden sonra yaşananlara da değinerek, şunları söyledi:
”-Bu süreçte bizi üzen şey,(……) başka partilerin kongre konusunda uzman olan insanlarından, yani Önder Sav’dan görüş ve kanaat alarak Milli Görüş’ü yönetmeye kalkmalarıdır. Milli Görüş’ün geleceğine ilişkin kararları, Sayın Önder Sav’ın görüş veya fetvalarıyla idare etmeye kalkmalarıdır. Bizi üzen taraf budur.”
Malkoç, ”Gündemdeki ihanet polemikleri hakkında ne düşünüyorsunuz” şeklindeki soruyu da şöyle yanıtladı:
”Bunlar doğru sözler değildir. Bakın dikkat ederseniz bize bugüne kadar bu tür sıkıntılı durumlarda televizyonlara ya da gazetelere çıkıp konuşmanın uygun olmadığını öğretenler, 11 Temmuz’dan sonra kendi öğrettiklerini, anlattıklarını dinlememişler, televizyon televizyon, gazete gazete dolaşıp açıklama yapmışlardır. Ama onların geçmişte bize yaptıkları tavsiyelere uygun olarak Saadet Partisi Genel Merkezinden hiçbir arkadaşımız, hiçbir kimseyi rencide edecek tek bir söz söylememiştir. Bundan sonra da söylememeye gayret edeceğiz.”
Biz bu noktayı şimdilik bu kadarla geçib, Merhûm Üstâd’ın satırlarına dönelim:
7) “Biz, dâvâmızdan ne döner, ne de kıblemizden milyarda bir derece fedâ ederiz. Ancak şahısların gâyeden inhirâfı nisbetinde onlardan çevriliriz. Bu da, orospu vicdanlar dünyâsında en keskin fikir nâmûsu îcâbı…” (Rapor 4, sh:25, 1978)
8) “1973 seçimleri arafesinde Müslümanlık iddiasında bir hizbin tenkidini yapan bir yazımı, Hasan Aksay, şu mucip sebeple neşretdirmedi:
-Seçimlere gidiyoruz! Hiçbir tarafı darıltmayalım!
Cevab verdim:
-Demek siz, rey devşirmek için bazı sapıkları darıltmakdansa, yolunda gitdiğinizi iddia ettiğiniz Şeriat’ı darıltmaya râzısınız!
Din bağlılıkları da bu seviyede…” (Rapor 4, sh:34, 1978)
9) “Malum zigzaglardan sonra Halk Partisiyle yaptıkları koalisyon… Yani Ebû Cehilin emir ve kumandasında islâmî bir davranışı mümkin gören KÜFÜR çapında bir sakâmet.”(s.34) (……) “Hakk’ın rızâsı, Ebû Cehil ocağı ile el ele vermenin netîcesi olarak daha o günden üzerlerinden alınmıştı; fakat islâmî vecd ve hikmete âşinâ olmadıkları için aralarında bu inceliği gören ve ona göre ayak direten kimse yoktu.”(s.34) (……) “CHP sancağını taşıyan bir gemide “ben makineyi daha iyi işetirim, ben dümeni daha iyi tutarım, ben düdüğün ipini daha hünerli çekerim!” gibilerden mevzii ustalıklara iltifat edilmiş; dâvânın, sancağı indirmek ve omurgasını değiştirmek olduğu unutulmuştur…”(s.39) (……) “Çıkarıla çıkarıla ortaya (diyalektik) adına bir “milli görüş” uydurmasıyla bir “büyük Türkiye” efsânesi, madde zaferi olarak da “ağır sanayi” yalanı çıkarılmış, ve incileri kayıp istiridye kabukları gibi bu içleri boş sloganların gerektirdiği fikir çilesinden hiçbir iz gösterilememiştir.”(s.40) (……)
10) “M.T.T. Birliğinin, yeni idarecilerini seçmek üzere büyük kongresini topladığı ve beni de kongrenin ruhunu gözetmek üzere çağırdığı bir gün, kendisine söz verilen MSP İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk (Ne asâletsiz bir isim!) kürsüye çıkmış ve hiç de sırası, yeri, yurdu, lüzumu yokken demiştir ki:
-Devet laik olabilir, ferdlerse olmayabilir. Bunlar biribirine mani’ değildir!
Yani:
-Siz içinizden, isterseniz laik olmayın! Ama devletin laik olup olmadığına aldırmayın ve onu kendi oluşu içinde tabii görün!
Herhangi bir rejimin bâtını her ne ise, zâhirde onunla tecellîsi esas olduğuna göre, ona zıt kalbleri ancak kendi hücrelerinde gizlenmeye davet eden ve rejimi kendi hâline serbest, hatta haklı gösteren böyle bir (Bizans) rûhu, açık küfrün bile tenezzül etmeyeceği bir idrak sefâleti arzeden ve balmumu adamları arasında bu çocuk sesli sapık bakanı şiddetle suçlandırmayan, üstelik yeni bakanlıklarla mükâfatlandıran lider de aynı ruhu paylaşmış, hatta önceden adamına telkin etmiş sayılabilir.”
11) “Mesele, laisizmanın kıymet hükmüne değil, müslümanlık taslayanların anlayış ve samimilik derecesini gösterme ölçüsüne bağlıdır. Bu tarzda bir laiklik savunması, müslüman şöyle dursun, bizzat laikler ve Allâh inkârcıları tarafından bile kabul edilmez.” (R.4, s.42-43)
Rahmetli Aziz Üstâd’ın “açık küfrün bile tenezzül etmeyeceği bir idrak sefâleti arzeden ve balmumu adamlar arasındaki bu çocuk sesli sapık bakan” buyurduğu O. Aziltürk denen “laik!”, şimdi 2010 Temmuzunda, Şevket Kazan denen adamın SAV denen Peygamber tahkircisi yaratıkla yapdığı fitne alışverişi içün, zerre kadar îmân ve hayâ sıkıntısı duymadan, bunu, “ilim Çinde de olsa alınız!” Hadîs-i Şerîfine bağlıyarak ma’zûr ve haklı göstermeye yelteniyor ve “sapıklığının” üstüne tüy dikiyor… Dembokratik fitne içün şeytanî akıl alma işini, Allâh Rasûlü Aleyhisselâm’ın hadîs-i şerîfini İbn-i Sebe gibi kullanmakdan bile hazer etmeyen bu adamların İslâm anlayışından, Allâh Azze’ye ilticâ etmekden ve onları Rabb’e havâle etmekden başka hiçbir çâre de kalmamışdır… Bu hâlleri ve bu kadar dîn harcayıcı sefâletleri ile bu adamlar, Peygamber Aleyhisselâm’a hakâret edib mahkûm olan SAV denen yaratıkdan zerre kadar üstün bir keyfiyete de mâlik olamazlar…
Ve bu “balmumu adamları” ümmete 40 sene evvellerden iç yüzleri ile tanıtan Büyük ve Azîz Üstâd! Nûr içinde yat, sana sonsuz rahmet, ihtirâm, şükrân ve minnet…
Rahmetlinin, o her satırı bir mizân teşkîl eden beyanlarına devâm edelim:
12) “Her hâli, kendisini üstünlük rütbelerinin en tepesinde gördüğünü belli eden Erbakan, bana, her şeye rağmen, “sen bir Peygambersin!” gibi bir hıtâba aslâ tehammül etmeyeceği ve böyle bir hıtabdan cehennem ateşi azabına eş, bir acı duyacağı hissini aşılamaktaydı. Böyle bir hıtâba şiddet ve nefretle mukâbele edeceğinden ve hıtâb sahibini hakârete boğacağından emindim (……) Erbakan’ın böyle bir hıtab karşısında asla ürpermediğini, onun küfür âlâyişlerine karşı tebessüm ve sükût ile, cevab vermediğini ve bu gibi tezâhürlerin birkaç kere vâkî olduğunu haber aldığım her zaman ise kulaklarıma inanmamıştım.
Şimdi soruyorum:
-29 Mayıs fetih gününden önce Spor-Sergi Sarayında tertiblediğiniz gecede, size “Peygamber!” diye hıtâb eden serseriye niçin mukâbele etmediniz ve onu sille tokat salondan atdırmadınız? İşitmedim diyebilir misiniz? Ya işitenler niye şahlanmadı?
Vâkıayı bize gözyaşları içinde bir MSP’li anlatmış ve demişdir ki:
-Hemen salonu terk etdim ve artık bu adama bütün sıtkımı yitirdim.
Her tavrı hep bu tıyneti ihtar eden adamın ruh haleti üzerinde işte korkunç bir vesîka…
Refikaları Hanımefendi, Tepebaşı gazinosunda, kadınlardan bir topluluğa hıtâb eder ve bu mevzuda hiçbir hikmet ve inceliğe sahib bulunmaksızın “Teaddüd-i zevcât: Dörde kadar zevce alabilme müsaadesi” aleyhinde konuşur. Ve bizzat Erbakan, herhangi bir din kâidesi üzerinde hatâya düşüp bilhassa karşı cebhelerden hücum yağınca “şaka etdim!” demekden başka cevab bulamaz. Keşke, “ben bu dâvânın sâdece şakacısıyım, sâhicisi her kimse buyursun!” diyebilse…
Müslümanlığı, partilerinin temsil etdiğinden ve müslümanları kütüklerine kayıtlı olanlardan ibaret sayarlar ve “MSP’li olmayanlar müslüman değil!” demeye kadar giderler. Bilmezler ve bir türlü anlamaya yanaşmazlar ki, kendilerinden dâvâcı küfür değil, bizzat Müslümanlık ve gerçek müslümanlardır.
Almanya ve Türkiye’de içleri yanan ve KURTULUŞ bekleyen müslümanlardan çekmedikleri kan bırakmamışlardır. İcabında “donunu bile ver!” diyebilecekleri mukaddes bir dâvâ, samimiyyet olmayınca, bu davranış sadece nefsânî istismar olur ve hiçbir mezhebe sığmaz. “Şahıslarımıza haram olan partimize helâldir!” tesellisiyle bir zamanlar Sanâyi Bakanlığını nasıl bir rüşvet tezgâhı hâline getirdikleri, dost, düşman herkesce malum.” (R:4, sh: 43-44-45, 1978) (……)
13) “Bir gün bakanlarından biri, onun bu karekteri hakkında ağlamaklı bir lisanla bana şu vâkıayı haber verdi:
-Bir türlü Husûsî Kalem Müdürünü atamıyor! Bu adam birgün Erbakan’ı ziyarete gelen Basın-Yayın Genel Müdürü’ne şöyle demiş: “Bu takunyalı pezevenkleri ziyarete nasıl geliyorsunuz, onlardan ne bekliyorsunuz?” Kendisi bunu bildiği halde hiç tınmıyor, tehammül ediyor! Bizse bir şey söyliyemiyoruz! Kuzum bu karekteri siz ele alın ve gereğini telkin edin! (Bakanın ismi mahfuz)”(s.48)
“(…) Onun, arkasından çekeceği ve kendi rayı üzerinde yürüteceği (furgon) vagonlarından başkalarına tehammülü yoktu ve Lokomotif tekdi ve kendisiydi.”(s. 52)
İSLÂMİYYET GİBİ ALTERNATİFİ MUHAL MUTLAK BİR NİZÂMI, DEMBOKRASİ VE PARTİ-PIRTI, AVÂMÎ SEÇİM, OY SANDIĞI GİBİ ÇERDEN ÇÖPDEN, BEŞERÎ, GAYR-İ ÂDİL, VAHYE HAYAT HAKKI VERMEZ, FELSEFÎ BİR SİSTEMLE TAŞIMAYA KALKMAK, ONU HAFİFE ALMAKDAN ÇOK DAHA İLERİ; NÂMÜTENÂHÎ BİR AĞIRLIĞI BAKKAL TERÂZİSİYLE TARTMAYA KALKMAK KADAR ABES, AKIL VE RUH SIHHATİNİ DE FELÇ EDİCİ BİR SAPIKLIKDIR…
İşte “Millî Görüş ve Âdil Düzen!” düzmeceleri…
Üstad Merhûm’un malûm adam ve “balmumu adamları” hakkında yazdıkları kitablaştırılırsa, ortaya en az 300 sahifelik müthiş bir vesîka hazînesinin çıkacağından da aslâ şübhe edilmemelidir…
Allâh Azze ve Celle’nin mutlak ve sübhânî nizam ve sistemi karşısına partili dembokrasi de dâhil hangi beşerî ve felsefî sistem, ideoloji veya doktrin çıkarılırsa çıkarılsın, bu, Allâh’ın Dîni (sistemi ve mutlak nizamı) karşısında mücerred ŞİRKDEN başka bir varlık belirtemiyecekdir… Bu şirkin müntesib, taraftar ve tasdikçileri kim olursa olsun veya ne kadar “müslümanım!” derse desin, bunun en küçük bir hakîkatı olamaz… Çünki İslâmiyyet, “Lâ İlâhe…” diyerek beşerî ve felsefi sistemlerin tamâmını, bir tek noksansız reddedib nefyetmeyen bir ferdi, kim olursa olsun, “illâllâh…” diyerek müslümanlığını (isbât) eden bir ferd kabul etmiyor…
Bu ferd, imam, müftü, vâiz, Denaat reisi, ilâhiyat profesörü, bilmem ne görüş ve görünüş lideri, tarîkat uçar gezeri, Pensilvanya diyalog kardinali veya “mezardakileri de kaldırıb” referandumcu yapma kaçığı, bilmem ne cüppeli-züppeli şeyhülislâm müsveddesi v.s. de olsa bu böyle…
Müslümanlık, sûret-i kat’ıyyede bu hudud, ta’rîf ve mutlak hakîkatı, her şeyin önünde, temelinde ve başında apaçık ortaya koymuş; ve bu hususda kendisine benzer bir ikinci sistemin hayâl edilmesini dahî muhâl, mümteni’ ve müstahil görmüşdür… Muhâlefet’ü-lli’l-havâdis sıfatının sâhibi mutlak Yaradıcı’nın dîni (sistemi, nizâmı) da aynı sıfatın taşıyıcısı olacakdır ki, akıl ve mantık içün bile bu zarûrîdir…
Âdem Aleyhisselâm’dan beri kavimler hacmince, 15 asırdır da dünyâ çapında, İslâmiyyet’in en baş ve temel esasının bu olduğu, aklı başında olan bütün dünyâ insanına da ma’lûmdur… Geçen iki asırda yaşamış bulunan Büyük Mürşid ve Mücâhid Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî, Büyük Şeyhülislâm ve Dâhî Merhûm Mustafa Sabri, Büyük Dâhî Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi, Büyük Dâhî ve Şehid-i Muazzez İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf ve Büyük Da’vâ adamı ve îmân, fikir ve mücâhede dehâsı Merhûm Üstâd Necib Fazıl Bey gibi nice köşe taşı mürşid, fakîh, müfessir, mütekellim ve mütefekkir şahsiyetlerimizin nâdîde satırlarına müracaatla, beyân etmek istediklerimizi her zaman ve bedâhat derecesinde görebiliriz…
Kongreleriyle ortalığı ufûnet ve kadınlar hamamına çeviren 41 senelik iflâh olmaz dembokrasi particileri, kendilerine yapılan îkazları aslâ tanımamışlar, dembokratik parti-pırtı liderlerini hâşâ “lâ yuhtî ve lâ yüs’el ve sanki ismet sıfatını da hâiz şiî âyetullâhları!” gibi telâkkî eylemişlerdir… Bu masûniyyet ve ma’sûmiyyet zırhına bürüdükleri liderlerinin en küçük hata ve kusurlarını söyleyenleri, en şiddetli iftirâlar ve zulümlerle karalama cihetine gitdikleri de bir vâkıa… 41 sene zarfında bu dembokratik parti-pırtıcıları sütden çıkmış ak kaşık kabul etmeyen nice müslümanlar, Merhum Üstadın ta’biriyle bu “balmumu adamlardan ve onların başlarından!” en olmadık hakaret, aforoz, dışlanma ve aşağılanmalara ma’ruz bırakıldılar… Ne “patates dinli!” olmadıkları, ne “yahudi askeri!” yapılmadıkları ve ne “hâinlikleri, nankörlükleri, kendilerinden olmadıkları!” kalmışdır!. Bütün bu galîz küfürbazlıklar ve en iğrenç iftirâlar, 41 yıldır devam etdiği gibi bu gün de aynen ve çok daha şiddetle ve edebsizce devam etmekte…
KİM OLURSA OLSUN, İSTERSE EN YAKINLARI BULUNSUN, KİM YANLIŞA VE BÂTILA KARŞI ÇIKARSA, EN ŞEDÎD, ABARTILI, ÖLDÜRÜCÜ VE ACIMASIZ YUMRUĞU YER; VE ASLÂ İNSÂF, VİCDÂN VE MERHAMETE YER OLAMAZ…
13.7.2010 günü 19 haberleri sonunda Kanal 5 televizyonunda konuşturdukları“balmumu adamlarından” İ. Müftüoğlu’nun ağzıyla, “genel başkan” olarak gûyâ daha iki gün evvel listelerinin başında taşıma manzarası ve riyâkârlığı çizdikleri Numan Kurtulmuş’u, “vesâyet” yüklü bir merkeb gibi kullanmak istemişler; ve şecaat arzederken bakınız ona nasıl karalar çalıb yerin yedi kat dibine geçirmişlerdir!.. Böylelikle de, çirkin mi çirkin, iğrendiren hâller irtikâb etmekden, dünyânın gözleri önünde zerre kadar hayâ etmemişlerdir:
1) “624 yıl devlet idâre etmiş Osmanlılar nasıl bütün çoluk çocuğuyla gâvur illerine sürülmüşlerse, (daha iki gün evvel Genel Başkan gömleği geçirdikleri) Kurtulmuş ve ekibi de, Erbakan ve âilesini (kral hânedânını demek daha doğru), aynen böyle atmışlar” mış!.
Bir kere şuradaki teşebbüh ve kıyas, alabildiğine fâsid ve galîz bir kin ve hırs bulamacıdır… Osmanlı, halkın re’yiyle sürülmemişdir, bir cuntanın emriyle ve hiçbir kânûnî istinadgâhı olmadan ve batılıların plânları gereği ve İslâmiyyet’in zarûrât-ı dîniyyeden olan hılâfetini ortadan kaldırmak hedefine ma’tûf olarak vatanlarından sürülmüşlerdir!. Erbakan ise, bir parti başkanının “dembokratik şahsiyetimi senin vesâyetinle çiğnetmem!” deyişi karşısında, “dembokratik oyun ve kataküllileri!” kaybetmesi, dembokratik kumardan eli boş çıkması manzarasını resmetmişdir, o kadar!.. Bunların, Osmanlıların beşikdeki bebeklerine kadarvatanlarından sürülüb atılmalarıyla zerre kadar alâkası nedir?. Bu kadar abartılı yalancı ağızlarla, “Ak saçlılara!” karşı, gûyâ, tabanda merhamet avcılığı yapılmak; ve muârızlarının da, ne kadar eşsiz bir zâlimler şebekesi olduğu intibâı verilmek istenmektedir!. Azgın hırs ve gözü dönmüşlük, “balmumu adamlarının” ağzıyla neler neler ve ne hezeyanlar sıktırıyor, dehşet…
2) Aynı adam, aynı târih ve saatde, “İttihadçı masonların da, kendi zamanlarında ak saçlı yaşlıları iş başından aldıklarını!” dünyâya i’lân ediyor… İslâm Târihindeki en netâmeli ve Halife-i Müslimîn Abdülhamîd Cennetmekân Hazretlerini hal’ eden hâinler çetesine benzetmeye bakınız; ve kendi kendilerine biçdikleri “Millî Görüş Gömleğinin!” bir anda nereden nereye fırladığını ve nasıl ateşden bir gömlek hâline geliverib giyeni de dağladığını dehşetle görünüz!. İki gün evvel baş tâcı olan kendi adamlarını, evet, iki gün sonra Halife-i Müslimîni hal’ eden İT’çi mason hâinlerine benzeterek yerin dibine geçirmek ve dünyâya da böyle i’lân etmek… Oturmaya, yürümeye, ayakda durmaya ve konuşmaya mecâli kalmamış Erbakan da, hangi “makâm-ı muallâ-yı hılâfet” ile kıyaslanmak isteniyor, dehşetle görünüz!.
Hayalperestliğin bu derecesine tıb dilinde ne denir, tabâbete havâle!. Bu, hiçbir dembokratik parti-pırtıda bile görülemiyecek kadar sakîm ve acındıran bir manzaradır ki, eşine aslâ rastlanamaz…
3) Aynı adamın aynı gün ve saatde üçüncü korkunç hücûmu: “Irkçı emperyalistler, Abdullah Gül’ün başkanlığa namzet olduğu kongrede birinci kırılmanın altında olmuşlardır; bu son kongredeki kırılmada da, yine temelde ırkçı emperyalistler vardır!”
Verilen mesaja bakınız:
“-Kurtulmuş, Irkçı Emperyalistlerin (siyonistlerin) hesabına oynayan bir hâin ve içimizde onların bir câsûsu…”
Buyrun: “Millî Görüş ve Âdil Düzen!..”
Deniliyor ki: “Vesâyetimiz altında bize hızmet edersen, Partinin resmen başısın; ve fakat vesâyetimizi tanımazsan, iki gün sonra, dünyanın değil, cehennemin dibine kadar yolun var, hâinsin, ittihatçı masonlar gibisin, ırkçı emperyalizmin (siyonizmin) uşağısın!..”
4) Aynı adamın aynı gün ve saatde hırs ve kin şahlanışındaki bir hükmü de şu: “Kurtulmuş siyâsî ETİK açısından hata etmişdir!” Yani, Türkçesiyle “siyâsî ahlâksız!..”
5) Vs… vs… 41 yıldır en vahşî usûllerle Dembokratik dedikodu ve erâcif sıçratmanın manzarası, bini bir paradan böyle!… Tabii bütün Kâinâtın gözleri ve kulakları önünde… Artık bu rezâletlerin, Allâh Azze ve Celle’nin DÎNİNE HIZMET MANZARASI VE İDDİASIYLA ZERRE KADAR ALÂKASI NEDİR, anlayan beri gelsin!?..
İşlerine geldiği zaman “Dembokratik parti-pırtı” kânunlarını kullanıb öne çıkarmışlar, işlerine geldiği yerde de, “islâmî düsturları!” kullanıb yüzlerine bulaştırmışlardır… Mukaddes ve Muazzez Dînimizin “ülü’l-emre itaat” temelini, “ve’l-mu’cibi Şerîat!” şartını göstermeden dillerine pelesenk etmişler; ve zerre kadar utanmadan da, 41 senedir bu kabil şer’î esasları mıncıklamış ve dembokrasi içinde makam kapma yarışında istismâr edib durmuşlardır…
Nasîbi olanlar, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri’nin tefsîrinden şu satırları îmân tazelemek babında dikkatle okumalı ve okutmalıdırlar:
“-(……) Filvâkî ilme ve ulemâya itaat ve hürmet Allâh’ın emridir. Allâh’ın emrine itaat da Allâh’a itaatdir. Fakat re’sen değil, “Atîullâhe ve atîurrasûle ve üli’l-emri min küm…” âyetinde işâret buyurulduğu üzere, Allâh’a ve Rasûlüne itaate müteferrî olarak (bağlanarak) tebean bir itaatde bulunmak, Allâh’a mukâbil değil, Allâh içün bir itaat olmak, yani mahlûka itaat ederken Hâlık’a ısyân etmiş olmamak şartıyla meşrutdur. İlmin hükm-i Hakk ve emrin, ma’ruf olmasıyla mukayyeddir. İlmin hakkı, hakk u hakîkatı ta’kib etmesinde, Hakk’a taallûkunda, emr-i Hakk’a isâbetinde ve dâimâ rızâullâhı taharrî, ahkâm-ı Hakk’ı idrâk ve istimbât etmesinde, hâsılı Allâh içün olmasındadır…”
(Bizden not: Dembokratik partili beşerî ve felsefî bir sistem veya ideoloji veya adil düzen doktrini v.s. gibi i’câd ve uydurmalar içün değil…)
Tefsîr devâm ediyor:
“-Yoksa vâkıaya mutâbık olmayan, Hakk esâsı üzerinde yürümeyen, Hükmullâh’a muhâlif bulunan, Allâh kânunlarına karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir…”
(Bizden not: Millî Görüş, Âdil Düzen v.s. gibi “kuruntular” kendi kendilerini bile aslâ tatmîne kâfi gelemiyor ki, 1974’den beri 22’ler, 12,’ler, bilmem neler, gömlek çıkaranlar, don giyenler, balayına çıkanlar, vesâyetden bunalanlar, “Bizansın çocukları, yahudi askerleri ve patates dinliler, ırkçı emperyalizminin câsusları, ittihadçı kuyrukları, siyâsî ahlâksızlar, hâinler v.s.!” yapılanlarla vâkıa apaçık ortada… Kendi kendisini bu kadar yiyib ifnâ eden bir teşkîlât, en mübtezel yehudi dembokrasilerinde bile görülemez!
Dembokratik parti-pırtı esasları ile islâmî esaslar, Kelâm-ı Kadîm ta’biriyle “telbîs edilirse=biribirine bulanırsa”, orada mücerred şirk vardır, aslâ İslâmiyyet olamaz… Muhammed Hamdi Efendi Merhûm, tefsîrinde bu (telbis) kelimesini “hakkı bâtıl ile bulamak!” olarak beyân buyuruyor ki, murâd-ı ilâhî bu “telbisi” kat’iyyen yasaklıyor ve (şirkdir) hükmünü veriyor…
Tefsîre devam:
“-Hakkı bâtıl, bâtılı hakk yapmaya çalışanlar ise, haysiyyet-i ılmiyyeden ârî birer tâğûtdurlar… Allâh’dan kat’ı-nazarla velev ulemâda olsun en cüz’î bir vaz’-ı hüküm salâhiyyeti tanımak, hatta bir zerrenin bile kendiliklerinden hakkını tebdîl edebilecek bir irâde ve kudret teslîm eylemek, Allâh’dan başkasına bir HISSE-İ RUBÛBİYYET vermekdir, mindûnillâh (Allâh’dan başka) RABB ittihaz eylemekdir. Şeytanlara, tâğûtlara, nemrutlara, fir’avnlara, putlara, evsâne (heykellere!) tapmak nasıl bir şirk ve Allâh’a karşı nasıl bir küfr ü küfrân ise, ulemâya hadd-i ubûdiyyetden fazla bir kıymet vermek… Allâh’ın emrine ittibâı hesâba almadan ittibâ’ eylemek dahî, öyle bir şirk ve küfür demekdir. Ve Allâh’ı bırakıb başkalarına tapmakdır ki maatteessüf yehûd ve nasârâ böyle yapmışlar ve ahbâr u ruhbâna “RABB” dememişlerse bile RABB gibi tutmuşlar, vaz’-ı ahkâm tanımışlardır… Hele nasrâniyyet târîhinde ruhbânın mukaddes tanınması ve papaların LÂYUHTÎ (hatasız, ma’sum, günahsız, ismet sıfatını hâiz) sayılması daha resmî ve zâhir ve meşhurdur. Bunların emr-i dinde bile diledikleri gibi tasarrufa salâhiyyetdâr olduklarını, rüesâ-yı rûhâniyyenin kararları ve papaların emriyle dînin ahkâmı, kitâbın en sarîh hükümleri bile değiştirilecek derecede te’vil ve tahrif olunabileceğini, namazlar, oruçlar ve bütün haram ve helâl, hakk u hukûk mesâili istenilen şekle konulabileceğini… kabul edecek kadar imtiyazlarını tanımışlardı ki, bu âyet bütün bunları ihtâr ile muâheze etmekde, hadîs-i şerîf de bunun asgarî mertebede menâtını tefsîr eylemektedir. Nasârâ da sınıf-ı ruhbânın böyle bir İMTİYÂZ ve HÂKİMİYYETLE min dûnillâh (Allâh’dan başka) erbâb (tanrılar) ittihâz edilmesine “klarikalizm” ta’bîr edilmiş ve sonra bundan şikâyetle PROTESTANLIK zuhûr etmiş (Sûre-i Mâide’ye bak) ve bilâhare BU İMTİYÂZ-I RUBÛBİYYET SINIF-I RUHBANDAN P A R L E M A N L A R A GEÇMİŞDİR…” (Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin Tefsîri, ilk tab’ı, c: 4, sh:2515)
Evet, “imtiyâz-ı rubûbiyyet, sınıf-ı ruhbandan parlemanlara geçmişdir…”
İşte İslâmiyyet nazarında “dembokrasi!” denen, “parlamento ve parlamanter!” denen mekân ve şahısların nasıl ilâhlık imtiyazı taşıyan bir keyfiyetin sâhibi oldukları, hiçbir şübheye yer vermeyecek kadar açık ve net, bu tefsir satırlarıyla apaçık ortadadır; ve bundan daha keskin ve en ahmak kafaların bile hemen anlayacağı çarpıcılıkda bir ifâde ve beyân da olamaz…
İşte 41 yıldır, bu satırlarda beyân edilen islâmî mutlak hakîkatlardan haberi olmayan saf ve garibân Anadolu ehâlîsi, önlerine, “İslâm da’vâsı!” diye düşen ve gece gündüz “dembokrasi, parlamento, parlemanter ve parti!” zikrinin meczûbu, mecnûnu ve meftûnu olarak “Hakkı bâtıl, bâtılı Hakk yapmaya çalışan, bu, haysiyyet-i ılmiyyeden ârî!” ve “Allâh kânunlarına karşı gelmek isteyen kuruntuları süsleyen!” adamların, kendilerini, “dembokrasi, parlamento, parlamenter, parti-pırtı, seçim, sandık, delege ve kongre!” manyağı yapdıklarından habersizdir…
Zavallı ehâli-i etrak ve ekrad, Garb (haçlı) taklidçisi heriflerin batıdan idhâl etdikleri dembokratik seçimli, kongreli ve binbir fırıldaklı felsefî, beşerî ve tâğûtî sistemler içinde, horoz döğüşlerinin ve en süflî itiş kakış ve laf ishalleriyle ortalığı lâğıma çevirişlerinin tarafları olarak vuruşturulmakda; ve muhteris lider taslaklarının hevâ ve hevesleri uğruna, mutlaka hesâbını verecekleri ömürlerini katledib durmaktadırlar…
Merhûm Müfessir, (Şer’î Îmân ve İslâm menbaı) satırlarıyla apaçık beyân buyuruyorlar ki, “imtiyâz-ı rubûbiyyeti, sınıf-ı ruhbandan dembokrasilerin parlamentolarına geçiren!” sistemi, müslümanların kafasına çakacağız diye 41 yıldır yemedikleri nâne bırakmayan adamlara, “Allâh’dan kat’-ı nazarla velev ulemâdan olsun, en cüz’-î bir irâde ve kudret teslîm eylemek, Allâh’dan başkasına bir hıssa-i rubûbiyyet vermekdir ve min dûnillâh rabb ittihâz eylemekdir…”
Müfessir Merhûmun bu son derece mühim satırlarını biz, 1990 Nisanında münteşir “TÜRKÇESİ” mecmuamızla da millete duyurmaya çalışmış; ve fakat o zamanın parti-pırtıcı dembokratları tarafından, Roterdam’lara kadar “Yahudi askeri!” olarak saf ve gariban câmialara hedef gösterilmişdik… Fakat, Kelâm-ı Kadîm’in “şia şia olmayınız!” emrini dinlemeyen dembokratizmin parlamenterist sarhoşları, bir türlü raya giremediklerinden, bunun netîcesinde de Mutlak Hakikat’ın (İslâmiyyet’in) beyanları mu’cebince biribirlerini yemeye devâm edeceklerdir… Kıyâmet’e kadar da bu “imtiyâz-ı rubûbiyyet!” sevdâlıları, aynı minvâl üzre birbirlerini gıybet, dedikodu, nemîme, katakülli, şehevâniyyet, ihtirâsât, menfaat hırsı, makam sevdâsı, yalan ve dolanlarla yamyamlar gibi yemek içün didinib duracaklardır…
Merhûm Üstâdın röntgen filmi gibi, nice hakk ve hakîkatı müşahhas hâle getiren satırlarıyla devam edelim:
“ŞAHIS – PARTİ”
“YOL KESİCİ:
“-Kapattığımız Hicrî Asrın irşad kutbu büyük velî Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri, ermişlik ve eriştiricilik taslayan bazı sahtekârlar hakkında “Allâh’ın yolunu kesenler” tâbirini kullanır ve bunların öbür âlemde en büyük cezâya çarptırılacaklarını kaydeder. Onların istihkâkı olan cezâya bu dünya ölçüleri yetemez.”
“Aynı ölçüyü, Erbakan’ın siyasî ve içtimaî sâhada İslâm dâvâsını saptırdığı bataklık noktasından kendisine bağlayabiliriz. O, İslâmî hikmet, fazilet, ferâset, fedâkârlık ve ahlâk kıymetlerinden yoksunluğu bakımından tam mânâsiyle bir sahtecidir ve kör nefsinden başka hiçbir gâye sâhibi değildir. Yarım asırdan beri türlü baskılar altında kıvranırken bugün muazzam bir doğruluşla şahlanmaya istidât kazanmış İslâm dâvâsını en nâzik zaman ve mekânında harcayan, onu vicdanlarda bulandıran ve aksiyon sahasına girişini engelleyen ve tekrar zuhûrunu erteleyen mahkûm adam…”
“Erbakan budur ve tavanda salıncak kurmuş oturan bu adamı tabanına anlatmak çok zordur.”
“Kendi Başbakanlığını hiçbir nefsâniyet duygusuna yer vermeden kalbinde planlaştıracağı, ona göre dâvâ uğrunda fedakâr ve vaitkâr bir strateji tutturacağı ve akâmetli demokrasi yollarından ayrı bir iş ve hareket çizgisi üzerinde yürüyeceği yerde, âciz ve sefîl bir pazarlık zemininde her kalıba girmekte ve Başbakan ünvânına malikiyet şartiyle veremeyeceği tâviz ve fedâ etmeyeceği prensip olmadığını göstermiş bulunmakta…”
“Bu tavır, mânevî “setr-i avret” ihlâline varır ve son “gensoru” münâsebetiyle çırılçıplak ortaya çıkmış olmak felaketini kaydeder. Öyle bir tavır ki, küfür Partisine bile tiksinti verecek kadar çirkin…”
“Dinini, onun bütün icaplarını takdir ehliyetinde olanları, Erbakan isimli yol kesiciden yüz çevirmeye davet ederim.” (9.7.1980)
TÖVBE ET!
“Erbakan, Müslüman Türk topluluğunun, ardı sıra gelmesi için şöyle ve ihlâs ile tövbe ve istiğfâr etmeye mecburdur:
“-Halk Partisinin alelâde bir kıyıcılık, maddî ve manevî tahripçilik tezgahı değil, milletin doğrudan doğruya rûhuna musallat bir küfür ve dalâlet ocağı olduğunu, herhangi hatalı bir parti olmanın çok altında, nâmütenâhî cenûbunda, cehennemin dipsiz bir noktasında yer işgal ettiğini takdir edemedim. İslâmda ilk vazifenin onu kökünden kazımak olduğunu anlayamadım; o, iktidarda veya muhâlefette mevkiini muhâfaza ettikçe hasımlarından hiçbirine çatmamak ve onlarla el birliği etmek lüzûmunu kavrayamadım; ve hatta hükûmet olmak gibi nefsânî bir gayz uğrunda onunla ortaklığa kadar gittim. Bu habîs temâyülü bir şantaj unsuru olarak hep elimde tuttum ve vicdânıma yedirdim.”
Bu noktada duralım ve Üstâd Merhûm’un şu satırları yazışından tam 30 sene sonra bu gün, parti-pırtıcıların geldikleri bir arpa boyundan geçdik, binlerce fersah geri giderek nice yamuklukları hâlâ inadla ve hırsla sürdürdüklerini görelim… İşte, son kongrelerinden 14 gün sonra (25.Temmuz.2010)da haber sitelerine düşen bir rezâletnâme örneği:
“-Erbakan-Kurtulmuş görüşmesinin yapıldığı aynı gün bir başka ilginç ziyareti de eski Adâlet Bakanı Şevket Kazan gerçekleştirdi. Son kongrede Kurtulmuş’a karşı hazırladığı alternatif liste ile krize sebeb olan Kazan, CHP’nin “gölge lideri” olarak bilinen Genel Sekreter Önder Sav’ı gizlice ziyaret etti.
Kazan’ın, Baykal’ın saf dışı bırakıldığı son CHP Kurultay’ının etkin ismi Sav’dan olağanüstü kongre toplama konusunda taktik aldığı belirtildi. Kazan, Sav ile görüşmesi hakkkında “CHP olağanüstü kongre konusunda tecrübeli. Biz de kongre sürecimizde herhangi bir usul hatası yapmamak için kendilerinin tecrübelerinden istifade etmek istedik. Fikirlerini aldık” dedi.”
Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm ile alay ve O’na hakâret edecek VE KENDİ MAHKEMELERİ TARAFINDAN BİLE BU HAKÂRET SEBEBİ İLE MAHKÛM OLACAK kadar O Nûr’un düşmanı bir ateist yaratığın ayağına gideceksin; ve hâşâ min huzûr, o yaratıkdan, “kardeşim!” diye yıllardır yüzüne güldüğün ve parti-pırtının başına vesâyet putu veya bostan korkuluğu gibi dikmek istediğin kendi adamını parmağında oynatamayınca, bu sefer de öz adamını yerle yeksân etmek içün, o “tecrübeli” herifden, “taktik, usûl dersi, tecrübe dilenişi ve fikir (!) hazînesi!” yakalamanın peşine düşeceksin!. Ve aynı o (Cehe….partisinden), “16 gün evvel başıma geçirib “Sayın Başkanım!” diyeceğim adamımı nasıl yer bitiririm!” diye, (kelle fetvâsı) alacaksın! PES…
Üstâd merhûmun yukarıda işâret buyurduğu (Cehe….partisi) nefretiyle bakınca, 41 yıllık hâdiselerin içindeki katakülliler, bugün cürm-i meşhud hâlinde gözler önündedir…
41 yıldır da maske olarak kullanılan “önce ahlâk ve ma’neviyât!” lâflarının, işte bütün çarpıcılığıyla iç yüzü!
Sonra da, 41 yıldır dünyâya “Adil Düzen!” getirme iddiasındaki bu adamların, kendi iç ihtilâflarını halledecek zerre kadar bir iç murâkabe, muhâkeme, muhâsebe ve teftiş mekanizmasından bu derece orkunç bir mahrûmiyyet za’fı.. “balmumu adamlıkları” ve bitmişlikleri… Ve üstelik, T.C.’nin nâmütenâhî adâlet dışı adâletine, o âdalet (!) mensublarının bile zerre kadar metelik vermediği yüzlerce beyânları ile ortada olan adâletine.. can simidi gibi sarılma rezâleti…
Şu bir tek beyit de, hakîkatlerinin tam formülü:
“Onlar ki lâf ile verirler dünyâya nizâmât,
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde!”
Laik mahkemelerde tam 16 dava açarak, iki-üç hafta evvel başlarına geçirecekleri tarafı (şikâyet) etmeler ve hiçbir îmân esâsının müsâade etmiyeceği bir düşüklükle de, laik (müşrik) rejimi onların üzerine sevk edib saldırtmalar…
Saldırılanların avukatı dilinden haber sitelerine düşen manzaraya bakınız:
“-Bu da’vâyı açan arkadaşlarımızın umûmiyyetle Mustafa Kamalak avukatlığında da’vâlar açtığını görmekteyiz. Da’vâlara baktığımızda genel başkanımızın genel başkanlık görevini yürütmesinin durdurulması, kongrenin iptali ve tüzük tadilâtı yürütmesinin durdurulması ve iptali şeklinde.” (..….) “1950 çok partili siyasi hayata geçtiğimizden bu yana, bir siyasi partinin kongresinden sonra, ilk defa rakip olarak kendilerini tanımlayan insanlar tarafından partilerinin genel merkezine mahkeme ile hakimle geldiklerini görüyoruz.”
İslâmî îmân ve hassâsiyetin zerresine bile delâleti olmayan şu vahîm ve dehşet verici hâlin gösterdiği tek istikâmet, Üstâd Merhûmun, bu adamlar hakkında yazdıklarının her kelimesiyle, bugün apaçık isbatlanmasıdır…
Laik mahkemeye:
“-Partimin idâresini, iki hafta evvel başımıza geçireceğimiz bu adamlara bırakmakdansa, onlardan sökün; ve bize geçinceye kadar ne olur, kayyum (mütevellî) ta’yîn ederek, siz avuçlarınıza alın; ve bütün mahremiyetimize girin ve biz, sizi onlara işte böylesine ve bin kere tercih ediyoruz!”
Demek gibi bir manzara… Bu da ancak, Merhûm Üstâdın resmetdiği“balmumu adamların!” ortaya koyabileceği fıtrî ve sâbit bir husûsiyyet olsa gerekdir!
İntihârın, şerefden yoksun bu cinsine dünyâda rastlanılamaz… Dehşet… Ve rezâletin havsala çatlatan son noktası… İşte bu, Roma’yı yakan Neron ruh kökü ve mantığı!
“Adil Düzen!” şovcuları, adâletine laiklerin bile aslâ inanmadığı o mahkemeden öyle bir kararla karşılaşıyorlar ki, “güvendikleri dağlara kar yağmışdır!..”
Ve 55 yıllık yol arkadaşı Baykal’ı bile uçkurundan uçkurundan darağacına çekercesine “satan; ve Peygamberler Peygamberine hakaretden laik (ateist-müşrik) mahkemelerce bile mahkûm edilen” ÖNDER SAV denilen ateist yaratık ise, bu “balmumu adamları!” işte böyle biribirine düşürüb eritmişdir!. Sonra da tepelerine nasıl külâh geçirdiğinin şehvetiyle, Şevket Kazangil familyasına “1973’lerden beri 40 yıl devam eden 6 oklu dostluğun!” veya “6 kazıklı voyvodalığın!” ne olduğunu, böylece isbâtlamışdır!.. Zehi gaflet ve dalâlet!!! Akıl hocalarından aldıkları (laik mahkeme yollarına dökülme silâhı)öyle bir geri tepmişdir ki, Peygamber tahkircisi herife sığınmanın cezâsı ve bedeli, kapının önüne çöp tenekesi gibi bırakılmak olmuşdur!
İşte bütün bunlar gösteriyor ki, 41 senelik malûm adam ve “balmumu adamlarının!” yüreklerinde, 974 Ecevit koalisyonundan beri, CHP denen azılı İslâm düşmanlığının 80 yıllık cebhesine karşı, böylesine bitmez ve tükenmez bir yalakalık, yamukluk, yaltaklık ve yalamalık yatmaktadır… Lâf ishâlleri tutduğu zaman ise, kendileri bir taraftadır, diğer dembokratik fırkaların (şîaların) topu ise,“ırkçı emperyalizmin!” safında!!!…
Enâniyet, kibir, hubb-ı riyâset ve hubb-ı câh ile ihtirasların tepeye vurduğu bir zamanda; ve “vesâyet” kafesinde yemlenip bundan kurtulmak isteğini ortaya koyanlar ile karşı karşıya gelindiğinde, zerre kadar, “bu adam 12 yıldır bizim adamımız, bizim başımıza geçirmek istediğimiz ve sözünü dinlemekle mükellef olduğumuz en seçkin başkanımız!” denmemelidir; ve onun boynu derhâl vurulmalı ve kanı akıtılmalıdır ki, “cezâsını!” da böylece çekmiş olsun!
İşte, “Âdil düzen, Millî Görüş ve Önce ahlâk ve maneviyyât!” maskeleri arkasındaki 41 senelik dişlek ve ucûbe surat…
Merhûm Üstad, bu vampir suratı o dehâ çapındaki ferâsetiyle röntgen filmi gibi 41 yıl evvel gördü; ve gerçek bir müslümanın aslâ reddedemiyeceği satırlarını da, yüreği ve ciğeri kan ağlıyarak ıstırabla yazdı durdu… Kim uyandı, kaç kişi?. Dalkavukluk ta’lîm ederek koltuk yüzü gören hormonlu ve yüzsüz marka mukaddesatçıları, Üstâd Merhûm’un bu satırlarını gördükleri zaman, korku krizlerine yakalanıb bin dereden su getirerek te’vil ve kaçamak yollarına saptılar ve zannetdiler ki, bu şekilde hamamın nâmûsu kurtarılmış olacak!. İlâhî adâlet, dünyâda, zâlime, ona bir başka zâlimi (CHP yalakalığını) musallat ederek,“müntakîm” ismiyle tecellî eder…
Merhûm Üstâd’dan ise, zaten başkası beklenemezdi. O’nu Üstâd yapan en baş âmiller, îmân öfkesi, mutlak hakîkatı şecâat ve cesâretin evc-i bâlâsından Kâinâta gürlemesi, maddî hiçbir hedefi olmadan yiğitçe ve mertçe yolunun müdâfii oluşu, dehâ çapındaki ferâsetiyle uzağı yakalaması, dünyevî makamların hiçbirine zerre kadar metelik vermeden, tam bir da’vâ adamı oluşudur!
Böyle bir Üstâd, yolunu kesmek isteyen 6 küfür umdeli azılı şekâvet ocağıyla bir ömür, binbir işkence ve mahrûmiyyet altında boğuşurken, sen, Müslümanlığı Anadolu’dan kaldırmak içün 500.000 müslümanın kanını içen o şekâvet ocağına, hâlâ utanmadan tıpış tıpış gideceksin, “yavrumun kellesini almak içün bana akıl ver!” diyeceksin!
Tek kelimeyle vahşet! İslâm Târihinde böyle bir zulüm, ihânet ve denaat örneği aslâ görülmemişdir…
Merhûm Üstâd’ın “TEVBE ET!” serlevhalı, maskeleri sıyırıcı ve ma’lûm adama onun ağzından söyletdiği satırlara devam edelim:
“-…..Madde sâhasında işletilmesi noktasından âlimi, fakat mânâsı ve cemiyete tatbîki bakımından kara câhili olduğum makineleşme dâvâsında, en küçük ruhî, iktisâdî, içtimaî kültüre mâlik olmaksızın, bir ağır sanayi masalıdır tutturdum. Kendimi İslâmın aksiyon sahasında en küçük hizmetkârı diye göstereceğim yerde Halifeliğimi ilâna ve etrafımdakilerinden biy’at istemeye kadar vardım. MSP’den olmayanlara küfür isnadına kadar… Hükûmet devremde “şahıslarımıza haram olan da dâvamıza helâldir” tesellisiyle, devlet kaynaklarından ve ayrıca Müslümanlardan milyonlar devşirdim ve bu servetleri şahısların tasarrufuna terk ettim.
50 kadar mebusla girdiğim Mecliste bir hisâr içine çekilip her tarafa birden muhâlif bir tavır takınmayı nice ihtarlara rağmen yerine getiremedim, ona göre, gençlik ve bazı icra mihrakları üzerinde çalışmayı ihmal ettim ve başta 163. Madde olmak üzere Meclisten hiçbir ses yükseltemedim; hiçbir dinî gayret ve cesaret belirtmedim.
Bütün bunlardan tövbe ve istiğfar eder ve bu dâvanın mütefekkirleri emrinde yepyeni bir yol tutacağımı Hak huzurunda ahdederim.
Sana başka kurtuluş yolu yoktur.” (Rapor11, s:21-24, 1980)
Ve Büyük Mürşid Merhûm Ali Haydar Efendi Hazretlerinin îmân yüklü o hikmetli sözünü de, tekrâr etmenin şart olduğu noktadayız:
“-Demokrasinin D’sini bile ağza almak küfürdür…”
İşte bu, ümmeti ümmet olmakdan çıkaran ve bugün düştüğü paçavra ve kadavra keyfiyetdeki topyekûn sır…
(İntişârı: 18.04.2011)