Diyalog denen fitne, İslâmiyyet’in bu en ana îmân esasını (selef çizgisinde olmayı), kitâbî dedikleri gâvurların inkâr ve küfürlerini hafifletmek veya sıfıra yaklaştırmak ve aynı zamanda “Kelime-i Tevhîd” ve “Son Rasûl” temelini değiştirmek; ve binnetice, İslâmiyyet’i, hıristiyanlığa yaklaştırmak; ve O Rasûlün getirdiği ALLAH îmânını baraj ateşi altına alarak dövmek ve yok etmek gayesini tahakkuk etdirmek üzere, Vatikan misyonunun icâd etdiği bir oyundur… Ve bunu oynıyacak adam ve madamlarını da, çeşitli isim, resim ve faaliyetler altında, “mekteb, medrese, okul, ekol, derslik, dersâne, medya, dernek, vakıf, ticârethâne, bilmem ne olimpiyathâne gibi” yerlerde, adam avlamak ve kandırmak üzere oynatması!.
Yukarıdaki beyânlardan da kat’iyyen anlaşılıyor ki, “diyalog” fitnesini icâd eden merci’, doğrudan doğruya Vatikan’dır; ve bunun aksini iddia eden bir mihrâka da, yeryüzünde şimdiye kadar rastlanılamamışdır… Ancak, bunun bir tek istisnâsı vardır; o da, her fırsatda hıristiyan ve yehûdî savunması ve tarafgirliği içinde bulunan Pensilvanya merkezli, ism-i cinsden ism-i hass üreten ve “dînî değil insânî bir cemaat” olduklarını beyan eden teşekkül… Bir tarafdan böyle “dinî değiliz” derken, diğer tarafdan da başlarındaki vâiz efendinin dînî tabîr ve ıstılahlarla muârızlarını batırmıya çalışması, çifte standart denilen bir usûlü tam benimsedikleri ve kullandıkları ma’nâsına gelir… “İnsânî bir câmiayız!” demeleri de, icâbeden zaman ve zeminlerde “globalizma ve hümanizmanın” en ileri takibçileri olmalarından olsa gerekdir! Bunu öylesine benimsemişlerdir ki, Kelâm-ı Kadîm’in “kâfir, müşrik v.s.” isimlerle dile aldığı yehudi-haçlı milletlerine, bir müslümanın “gavur” demesi bile bunları son derece rahatsız eder hâle gelmiş veya getirilmişdir!. Halbuki kendileri, başlarında F. Gülen de olduğu hâlde, nice müslümanlara veya muhâlifleri olan politikacılara, en ağır hakâretleri savurmakda hiçbir beis görmezler!. Başlarında, “müctehid” sıfatıyla müstakil fıkhı olan nâdir bir kişi de taşıdıklarından, bu emekli vaizin diliyle nice âyetlerin geçmiş asırlardaki “müslüman âlimlerce anlaşılamadığını” kitablara geçirir ve dolayısıyla o mübârek selefimizi techil ve tahkîr ederken; Hind filozofu Tagor’un mezarını ziyaret içün tâ Hindistan’a Rahşan (asıl ibranicede adı Raşel) hanımla giden ve ömrü boyunca “Osmanlı Şeriat Düzeni” diyerek İslâm’a muhâlefetini alenen ortaya koyan müteveffâ Ecevit’i, “Âhıret’de ilk şefaat edeceğim kişi” diye takdir ve tahsin edişi; ve 28 Şubatçı nice din karşıtı ve din sevmez generalleri “dinde müctehid” olarak ele alıb, “yanlış ictihadlarına bile bir sevab verileceğini” beyan etmesi, Allâh’ın Dîninin oyuncak gibi oynandığını gösterir; ve bu, ortada akıl almaz hesab ve planların döndüğüne işâret etmesi bakımından da, fevkal’âde câlib-i dikkat bir nokta bulunur!..
Bütün bunlar, 15 asırlık Son Şeriat’ın ve ilk Peygamber ve ilk insandan beri gelen Allâh Dini İslâmiyyet’in, ehl-i kitab denen kâfirlere olabildiğince yumuşak, hatta kurtuluş ehli mü’minler diyerek bakılmasını te’mîn içün, bu dinin usûl-i din temellerinden itibâren değiştirilmesini hedef alan, beynelmilel faaliyyetler cümlesinden kabûl edilir; ve bunu da, zarûreten ortaya koyar…
“Diyalog” denen ve Vatikan misyonerliğinin 60’lı senelerden beri yepyeni ve sâir dinlere galibiyyet hedef ve maksadıyla inşâ’ edilen bu strateji, F. Gülen ve cemaati tarafından son derece ve en ileri bir (inanç) derecesinde müdâfaa edilmekde; ve bundan vazgeçmek, “intihâr ve harakiri” yapmak gibi son derece uçuk, meczûbâne, muvâzenesiz ve onlarca “hayâtî” bir keyfiyet kazanmaktadır!. Bu, o kadar mübâlâğalı sözlerle kabullenilmekde ve öylesine aşırı ve mesnetsiz iddialarla yürütülen eşsiz bir da’vâ hâline getirilmektedir ki, buna sâlim ve selîm bir aklın tasdîk ve tahsîn göstermesine kesinlikle imkân olamaz… Hatta bu “diyalog” denen ve yüzdeyüz Vatikan uydurması, o kadar aşırı ve müfrıt bir zorlama ile, öylesine de “kutsanıyor” ve yüceltiliyor ki, “diyaloğun menşei mücerred İslâmiyyet’dir!” demelere kadar fırlanabilmektedir!. Daha doğrusu, bu diyalog denen fitne, Müslümanlığın bütün şer’î delilleri ile sâbit, İslâm’ın olmazsa olmazlarının en başında gelen, “zarûrât-ı dîniyye” mecmuunun, sanırsınız en mühim rüknü olan (hâşâ ve kellâ) bir “îmân şartıdır!”
“Diyalog anlayışımız, İslâm’ın özünden, Kitab’dan, Sünnet’den ve dinin yoruma açık yanlarının upuzun bir tarih boyu yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. İsterseniz şöyle de diyebilirsiniz, bu anlayışın kaynağı Kur’an, Sünnet, İcma’ ve kıyas gibi aslî delillerle, yine bu delillerden çıkarılan, istihsan, istislah, istishab, beraat-ı asliye, örf ve âdetlerin meşru’ olanları gibi fer’î (ikinci derecede olan) delillerdir. Evet, bir kere daha ifade edeyim; dünyanın her yanında dinimize ve kendi medeniyetimize tercümanlık eden insanların yaptıkları, onların hususi mahiyetde ve kendi tabiatlarına bağlı olarak icat edip ortaya koydukları şeyler değildir. Yani hoşgörü demek, başkalarına sevgi eli uzatmak, el sıkışmak, konumlara saygılı davranmak, kimsenin dinine ve diyanetine ilişmemek, onların şahsi hissiyatlarından, özel düşüncelerinden ve mülayemetlerinden kaynaklanmamakta; aksine çok sağlam ve kalıcı kaynaklara dayanmaktadır. Bundan dolayı da bu üslup, muvakkat ve geçici bir üslup değil,bundan sonra da devam edecek olan, kalıcı bir üslupdur; çünki dayandığı kaynaklar kalıcı ve değişmiyen esaslardır.” (Diyaloğun Dînî ve Tarihî Temelleri, 2006, sahife: 41)
Mantıkdaki asıllardan biri yanlışsa, netîcenin yanlış olacağı mutlakdır ve böyle (fâsid) bir mantık yürütmenin hiçbir kıymetinin olamıyacağı da izahdan vârestedir!. Ne olursa olsun, şer’î delillerle sâbit olduğu isbatlanamadan, nasıl olur da, isbatlanmış kabul edilerek, bu iki asıl üzerinden o şey içün “kalıcı ve devam edecek bir üslubdur” netîcesine varılabilir?! Bu üslublar, gözkülleme taktikleri olarak bir işe yarasa da, hakîkat adına zerre kadar ortaya bir kıymet koyamazlar! Zorlama, mesnetsiz ve delilsiz hükümler, ne kadar (hakk)mış gibi takdîm edilseler de, (usûl-i fıkıhdan) haberi olan bir insanın, böyle zorlama hükümler karşısında kabul tavrına girmesi aslâ mümkin değildir; ve bu, aslâ da beklenilmemelidir… Bu kabil gayr-i ilmi ifâdelerin, ilmî imiş gibi süslü püslü cümleler içinde etrâfa saçılmaları, ancak, peşin fikirli ve ilmî hiçbir endâzesi olmıyan, kulakdan doldurmalı ve yüksekden gelen her haberin, büyük bir kerâmet paketi kıymetinde telâkkisine ayarlı ve buna alışmış cemaatlerdeki teshîr ediciliği ve bağlayıcılığı, hatta mukaddes kabul görüşü elbetde inkâr edilemez!. Bâtılların, usûl kânunlarına muvâfık ve mutâbık oldukları ne kadar söylenir ve uydurulursa uydurulsun veya sıkılırsa sıkılsın, bunlar, muteber kaynaklarda yeri olmadığından, keenlemyekündürler; ve müddeilerinin isbâtına yarıyacak hiçbir taraflarının bulunamaması sebebiyle de, onlar içün bir yüzkarası teşkîl ederler… Diyalog denen Papalık fitnesinin “kaynağı İslam’dır: Çünki o, şer’î delillerle emredilendir” diyen bir adam, bunu kavl-i mücerredde bırakmamalı isbât delillerini sıralıyabilmelidir!. Aksi hâlde İslâmiyet gibi “diyalog fitnesinden münezzeh” bir dîne en büyük iftirâ atılmış ve bühtanda bulunulmuş olacakdır… 60’lı yıllarda Vatikan Papa’sı tarafından bir “misyonerlik usûlü” olarak ortaya atılan “diyalog fitnesinin” asıl kaynağı “İslâmiyet’dir” diyebilmek, Allâh’ın Dîni’ne yapılacak en büyük iftirâdır ki; bir insan ateist bile olsa, hakîkât nâmusu hatırına böyle bir manzara çizmiye aslâ cesâret de edemez…
Aynı yazı, daha da mübâlâğa ve abartılara bulanarak ve geçmiş İslâm ulemâsı “kusurlu” bulunub küçümsenerek, son haddine doğru yükselir:
“Bizden öncekiler arasında bu noktada kusurlu davranmış olanlar bulunabilir. Bazıları, dahili veya harici sebeblerle, haklı ya da haksız nedenlerle farklı bir yolda yürümüş olabilirler. Bunlar bizi alâkadar etmez, biz yapabilirsek vazifemizi yapmaya devam etmeliyiz.”
“Önceki” müslüman nesillerin yani selefimizin, “diyalog” diyememelerinin nasıl “kusur” olarak ele alındığına ve dünyaya ilan edilişine de bakılırsa, İslâm Tarihinin alenen “karalanmıya” cür’et edildiği apaçık görülecekdir. Ayrıca, “böylesine bir diyalog iman ve aşkına, papa meczubu bir kardinalde bile rastlanamaz!” dedirten satırlar ise, mübalağa ve abartının evc-i bâlâsında ve âleme ibret olacak şekilde bakınız nasıl:
“Dolayısıyla, dünya 50 defa hallac olsa, 100 defa değişse de, biz, hep aynı düşünceleri ifade etmeli ve DİYALOG demeliyiz; demeliyiz, zira temel kaynaklarımız farklı düşünmemize müsaade etmiyor. Zaten aksini düşünmek ve bu işi terk etmek, harakiriden ve intihardan farksız olur.”
Bu satırlarda apaçık zâhir olan abartı ve mübalağanın, muhâliyyât ve hulyâperestlik derecelerine kadar varması ise, bir başka mevzuda şöyle:
“ 12 Eylül 2010 Referandumu öncesi tavrını açıktan ifade eden Gülen, “İmkân olsa mezardakileri bile kaldırarak referandumda ‘Evet’ oyu kullandırmak lazım. Ben zannediyorum kalkarlar da” dedi.” (7.12.13 Hasan Karakaya)
Daha evvelki yıllarda: “Cebrâil parti kursa ona bile oy vermem!” ve ”Kıyâmet koparken seyretsem” meâlinde muhâliyyât ve i’tikâdî bakımdan bâtıl ve son derece akla zarar ve olmıyacak hayalâtı öne sürmelere, sık sık rastlandığı da bir vâkıadır…Kendisini dünyanın mihrak noktası kabul ederek bu kabil kamaştırıcı ve (mest olanları teshir ve kendi bâtınını da teşhir) edici, aşırılıkda hudud tanımıyan ve muhâliyyâtla tatmin olma istikâmetindeki akıldışı lâfların kâr getirdiği zehâbında olanlar, istemiyerek de olsa, zaman zaman öyle yanlışlar yapabilirler ki, bu, insanlar arasında, tâmiri imkânsız, son derece tehlikeli illetlere bile sebeb olabilir…
Ayrıca, bu kabil abartı, mübâlâğa, muhâliyyât ve hülyaların, dünyanın gözleri önünde ve hiç çekinmeden ortaya atılışını gayet tabiî ve hatta ilmî ve büyük bir “kutsama” içinde telâkkî eden bir câmia veya (hizmete ve rükûa âmâde) bir kitle varsa; ve onlara da böyle bir muvâzene perdesinden mesajlar veriliyorsa, bu kabil beyanların hiçbirisine, ciddî, ilmî ve islâmî bir kıymet atfedilemez…
(Mâba’di var)
(İntişârı: 08.12.2013)