DÎNİ VE ONUN DEVLETİNİ YOK ETMEK İÇÜN, DÎNİ DEVLETDEN TEFRİK FİTNE VE DİNSİZLİĞİ ORTAYA ATILDI…
Fransız ihtilâlinin dinsizleri tarafından uydurulan ve (laicus) lâfzı ile haçlı literatürüne geçirilib DÜNYÂ’YA ve bilhassa da Memâlik-i Osmâniyye’ye ihrâc edilen ateist devlet felsefesi, “dîn ile devleti ve hattâ dîn ile dünyâyı ayrı kabûl etme!” şirk ve sapıklığından başka bir şey değildi. Bu felsefeye i’tibâr eden Tanzîmât’çı ve Batıcı Osmanlı dinsizleri, Müslümanların başlarında taşıdığı gerçek âlim ve mürşidlerin, irşâd, tebliğ ve emr-i ma’rûf faaliyetlerini aslâ hazmedemez ve hoş göremezdi. Fransız ihtilâli meczub ve artığı dinsizler için bütün ulemâ ve dergâh faaliyyetleri durmadan levmedilmeli; ve bu faaliyetler öyle ta’birler uydurarak ifâdeye çalışılmalıdır ki, bunlar, Allâh’ın dînini sulandırıcı, hafife alıcı, müslümanları suçluluğa itici ma’nâlar taşısın; ve bu hâliyle de dünyâya yayılsın!. Bunun herkese ma’lûm olan en meşhûr lâfzı, bilindiği gibi “irticâ” olarak işletilmişdir…
Bunula beraber bugün, bu hedefi “siyâsî İslâm” lâfzından ibâret politik ve ucûbe bir uydurma ile de ifâde etme ıkınışları başlamışdır… Böylece zihinlere:
“-İslâmiyyet’i, sâdece ibâdet ve belli merâsimleri olan, protestanlık benzeri ve devlet ile dünyâ işlerinde aslâ söz sâhibi olmaması i’câbeden bir dîn!”
Olarak kabûl etdirme şeytanlığını yerleşdirmek…
Ne kadar şâyân-ı esefdir ki, bugün eli kalem tutan nice müslüman bilinen zevât, bu incelikleri yakalamakdan ziyâde mahrûm bulunuyor. Müşriklerin birer psikolojik silâh olarak üretib bize karşı kullandıkları bu kabil nice ta’birleri, salakça isti’mâl etmekde hiçbir beis de görmemektedirler… İslâm’ın başına bir sıfat getirerek onu ifâde etme fitne ve alçaklığı, topyekûn dünyâ münâfık ve müşriklerinin Müslümanlığı bir tahrif ve yamultma taktiğidir… Netîceten hedefleri de, Müslümanları bu kabil ta’birlerle kategorize ederek sınıflara ayırıp bölmek, biribirleriyle boğuşturub ifnâ etmek…
İslâm’ın 15 asırdır yaşanan bir tek şekli olmuşdur. Ona da Ulemâ-yı İslâmiyye ve onun son temsilcileri bulunan Ulemâ-yı Osmâniyye:
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat Müslümanlığı” demişdir…
Bunun dışında olduğu hâlde (Müslümanlık kelimesinin başına) sıfat olarak kondurulan bütün uydurma kelimeler ve bunlarla yapılan sınıflandırma ve kategorilere ayırmalar, Allâh’ın Dînini yıkmak, bölmek, parçalamak ve binnetîce yok etmek hedefine ma’tuf bulunmaktadır ve böyle bilinmelidir…
Müşrik ve münâfıkların uydurduğu:
“-Ilımlı İslâm, siyâsal İslâm, Kur’an Müslümanlığı, geleneksel İslâm, Türk Müslümanlığı, global İslâm, mezheb Müslümanlığı, modern İslâm, hoşgörü-Gülen-diyalog Müslümanlığı, Arap Müslümanlığı, hadis Müslümanlığı, akıl Müslümanlığı, cumhuriyet Müslümanlığı, sosyal İslâm, târihsel İslâm, nur Müslümanlığı, ruhçu İslâm, alevî Müslümanlığı, emevî Müslümanlığı, v.s…”
Gibi nesnelerin topu da, müslümanlıkla alâkası olmayan; ve münâfık ve müşriklerin müslümanlığı sulandırmak ve bulandırmak içün ortaya atdıkları bölüp parçalayıcı ve yok edici kasdî ve katagorik uydurmalardır…
Nice “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” dergâh ve cemaatlerinin ta’kibçisi olduğu İslâmiyyet îmân ve telâkkîsi, aşağıda zikredilecek iri başların ve gürûh-ı lâ yüflihûnun teşkîl etdiği mihrâklar elinde kategorilere ayrılmışdır. Bu kabil iç fitne mihrakları ma’rifetiyle Müslümanlığı ortadan kaldırmak üzere, devlet ve rejimler yıkılıb yerlerine bu istikâmetde işleyecek tamâmen dış güdümlü “laik” rejimler ihdâs edilmişdir…
Şimdi bu işleyişleri, biraz daha yakından ta’kîb edebiliriz…
MÜTEVEFFÂ BAY BAYAR’IN AĞZINDAN KAÇIRDIKLARI, ÇOK, AMA ÇOK ÇOK MÜHİM…
Bervechi âtî, yarım düzineye yakın “zerdûz palan vurulmuş!” adam ve madam zikredilebilir ki, bunların, 15 asırlık Müslümanlığın Türkiye ve hattâ Dünyâ’dan kökünün kazınması içün, arzın ana merkezlerinden, kumandalı olarak uygun adımlarla yürütüldüklerinde zerre kadar şübhe de edilemez…
Şimdi çok dikkatli olunması i’câbeden noktadayız ki, o da, bu faaliyyetlerin asıl kararları nerede ve nasıl alınmış ve kimlerle yürütülmesi hükme bağlanmışdır?
Heman beyân ederiz ki, 3. Şef müteveffâ Cim Bayar’ın iki mühim ifşaâtı vardır:
1) Anadolu’nun işgâli senaryolarının icrâ edildiği yıllarda “Gâlib Hoca” nâmı ile milletin hissiyâtına ŞERÎAT’dan balans ayarları yapanlardan biri olan mumâileyh, müteaddid defalar ve muhtelif zamanlarda şu korkunç sırrı ağzından kaçırmışdır:
“-Biz, Lozan’da verdiğimiz söz gereği, Türkiye’den İslâmiyyet’i tamâmen kaldıracağız!”
2) Gene aynı şef, bu işin usûlünü de müteaddid yerlerde söylemiş; ve bunlar matbuata intikâl etmişdir. Türkiye’den Müslümanlığın kaldırılacağı kararından sonra bu işin nasıl ve hangi usûl (metod) ile yapılacağı ise, 3. Şef Bay Bayar’ın dilinde şöyledir:
“-Biz bu işi mihrabdan halledeceğiz!”
Mihrabdan halletmenin de iki ana yolu ve kolu vardır: 1) Diyânet İş. Başk. 2) Diyânet’e taze kan pompalayacak imâlât tezgâhları yani mektebler… 1946’da açılan Ank. “İlâhyapyat” fakültesinden sonra da, ard arda açılan okul (mekteb), enstitü ve fakülteler…
Bütün câmi, mescid ve namazgâhlar, topyekûn imâm, müezzin, kayyım, vâiz, müftü, müsevvid v.s ne varsa, kuzuların kurda teslim edilişleri kabilinden, artık laik-jakoben-ateist düzenin çobanlığına veya gardiyanlığına emânet edilecekdir…
“Lozan’da verilen söz i’câbı Müslümanlığın ortadan kaldırılması!” misyonu verilen D. İşleri Başkanlığı (DİB), bunu da (laiklik) perdesi altında yürütecekdir!. (Mücerred Müslümanlığın) memleketden kaldırılması, silinib süpürülmesi, onun, devletin pençeleri arasına bu şekilde teslim edilmesi ile tereyağından kıl çeker gibi tahakkuk etdirilivermiş olacakdır… Millet de zannedecekdir ki, DİB denen ve “Tapu Kadastro Müdürlüğü” gibi bir devlet dâiresi, Müslümanlığı ihyâ içün var olan bir nesnedir!. Halbuki ihyâ içün değil, apaçık imhâ içün vardır!. Eygi gibi bazı saftirik, duâyen ve duâhan cumhuriyet ve laiklikçi yazar-çizerleri de, başları sıkışınca:
“-Bu işe DİB çâre bulmalı, el atmalı, şu tedbirleri almalı, ezanları güzel seslilere okutmalı, câmileri parlatmalı, imamları zıplatmalı, namazlar mutlaka bu “din görevlisi” denen ruhban sınıflarının arkasında cemaatle (!) kılınmalı!”
V.s. kabilinden boş ve kof lâkırdılarla, o Yardakoğlugiller familyasından istimdâd ve meded dilenib duruyorlar!..
İşte Lozan’da verilen sözün üzerinden bir sene geçer geçmez, DİB, 1924 de kurulmuş ve icrâ-yı faaliyyete başlamışdır. Buranın ne içün ihdâs edildiğinin bin türlü isbâtı varsa da, makâlemizi uzatmamak içün bir tek şu hücceti nakledebiliriz ki, Diyânet denilen yerin hangi iş, maksad ve misyon içün kurulduğunu; ve 84 yıldır da neler yapmakla mükellef ve muvazzaf bulunduğunu, bir zamanlar Erbakan’ın cumhurbaşkanı namzedi de olan ateist Prof. Mim Soysal, televizyondan bütün cihâna kelimesi kelimesine; ve “semen-i kalîl” peşindeki (bazı sarıklı leş kargaları) gibi de aslâ kıvırtıb kuyruk oynatmadan ve som bir hakîkâtın da ifâdesi olarak aynen şöyle beyân etmişdir:
“-DİB, DÎNİN, CUMHÛRİYET İLKELERİNE UYGUN OLMASINI SAĞLAYAN BİR KURUMDUR…”
İşte aşağıda esâmîsi zikredilecek 5-6 ana damarın veya kliğin veya mezhebin hatta bir partinin; ve onların başlarına geçirilen kimi sarıklı, kimi külâhlı, kimi cübbeli-sakallı, kimi salya sümük ağlamaklı, kimi küfürbaz ve boynu yularlı ve kimi de mücâhid etiketli adamların asıl fonksiyon ve icrâatları, Lozan’da verilen sözün icâbını, (müslüman görünerek) yerine getirmekdir…
En salâhiyyetli ağızlardan çıkan sözlerin delâletine bakılacak olursa, bedâhaten ortadadır ki, zikri muharrer adamlar ayrı ayrı mihraklara bağlı çalışıyor görünseler de, bütün o mihrakların, beş-on kademe sonra piramidin tepesinde birleşdikleri îzâhdan vârestedir…
Ve bu, kaleyi içden fethetme operasyonu, ergenekon veya illimünatiye yakın veya uzak veya ayniyyet hâlindeki yapısıyla da, Müslümanlık ılımlılaştırılıncaya, protestanlaştırılıncaya, “hoşgörü-diyalog” iğrenç fitne fücûruyla bâtıl ve uydurma dinler seviyesine indirilinceye, dört rahmânî mezhebin yerine 444 şeytânî mezheb yerleştirilinceye kadar devâm edecekdir… Çünki global piramidin tepesi, 1500 senedir yaşanmış ve tamâmen asliyetini muhâfaza etmiş bir Müslümanlığı, yolu üzerindeki en büyük Çin seddi olarak görmekde; ve bütün hükûmetler, maarif, askeriyye, istihbârât, adliye, sendikalar, üniversiteler ve medya, v.s sistemleri ile, bu istikâmete hizmet etmek üzere ayarlanmışlardır… Bir başka ta’birle Osmanlı’nın tasfiyesi, bir başka ve daha yumuşak usûllerle hızlanmış olarak hâlâ devâm etdirilmektedir…Hem de “müslüman!” görünenlerin ma’rifetiyle…
ABDULLAH CEVDET MASKARASININ İCTİHAD NÂM MECMUASINDAKİ BİR YAZI 1. ŞEFİ TAM TESHÎR ETMİŞ!
Bu noktada son derece mühim bir vâkıaya da temâs etmeden geçemeyiz. Bütün bu tasfiyenin yekûn hânesini nasıl görebiliriz?..Burada bir intâk-ı hakk ruznâmeye girecek ve Âhıret’e kalan pek büyük bir hesablaşmanın i’tirafçılığına, daha dünyâda rastlıyacağız… Bu nâmütenâhî i’tirâfın ne ifâde edip neye fâidesi olacağına ise, mücerred Allâh Azze ve Celle mutlak adâletiyle hükmedecekdir!
İşte “Kurtarıcı ve yokdan ulus yaratdığı” kabûl edilen ve arapçadan ârî bir isme sâhib olmak üzere bir ara adını “Kamal” da yapan 1. Şef Paşanın, dehşet saçan inkilâbları hakkında bizzat kendi i’tirafçılığı:
“-1910′larda Abdullâh Cevdet maskarasının İctihâd’ında (yani Abdullah Cevdet’in İctihad isimli mecmuası kastediliyor) bir yazı okumuşdum. Milletlerin maddî ve ma’nevî varlıklarından bahs ediyordu. Alman mütefekkiri Ludwig Büchner, ma’nevî boşlukları doldurulmamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddî seviyede olursa olsun, bir gün çökeceğini anlatıyor ve isbatlıyordu. “Târihten, zaferlerden, büyük adamlardan mahrum milletler, maddî imkânları geniş olsa da, ciddî bir sallantıya dayanamazlar, çöküp giderler!” diyordu… Birdenbire düşündüm, ‘LAİKİZ..’ dedik, dinle alâkamızı devlet olarak kesdik… ‘CUMHÛRİYETİZ..’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için SALTANAT devrini kötüledik… KAZANILMIŞ BÜYÜK ZAFERLERİ bile birkaç satırla geçiştirmeye kalkışdık… LÂTİN HARFLERİNİ aldık, yeni nesilleri binlerce yıllık TÂRİH hazînesinden mahrûm bıraktık.” (Ruşen Eşref Ünaydın anlatıyor-16 Kasım 1974 Târihli Milliyet, İsmet Bozdağ)
İşte bir cumhûriyet i’tirafçılığı… Hem de cumhûriyetin bânîsi ve “yokdan millet yaratdığı” söylenen, kimi cumhuriyetçiye göre “Türkün peygamberi”, kimine göre “sarı saçlı mavi gözlü tanrı” Kamal Atatürk’ün i’tirafları…
“Cumhuriyet mitingleri!” ve “atam” nutukları ile 80 yıldır milletin ensesinde boza pişiren ve “Atatürkçüyüz-Kemalistiz” uydurmalarıyla bu milleti soyup soğana çeviren ve şamaroğlanı yapan Ankara hortumcuları, bu i’tirafları acaba neden dillerine bir mikroncuk kadar bile alamazlar; ve binlerce târihî hakîkatları milletden sakladıkları gibi, köşe bucak neden bunları da gizlerler; ve halkın duymasından da ödleri kopar ve şiddetle korkarlar?!…
Kâinât târihinin en galiz kataküllileri 1908’den beri ANADOLU yaylasında oynanmaktadır. Bunlar, Selânik dönmeleri adına ve hesâbına ve Müslüman Oğuz, Arab, Kürt, v.s. kavimlerini de, gebermişçesine uyutmak üzere, daha binlerce târihî vesîka gibi gün yüzüne çıkartılmamaktadır…
Bu uyutmanın yegâne devâm çâresi ise, işte yazımızın başından beri bahis mevzuu etdiğimiz, İslâmiyyet’in reformize, deformize ve modernize edilerek, 1. Şefin i’tirâf etdiği gibi:
“-Dinle alâkayı devlet olarak kesmek…”
Asıl Bayar’ın i’tiraf etdiği gibi:
“-Lozan’da verdikleri söz mu’cebince Müslümanlığın ortadan kaldırılması…”
Aşağıda 5-6’sına işâret edeceğimiz bugünün yahudi-haçlı güdümlü kelleleri ve etraflarındaki binek ve i…leri, işte ne içün bu kadar hırs ve gözü dönmüşlükle ihânet planları içindedir, zerre kadar îmân ve aklı olanlar, bunları ibret, dehşet, nefret ve lâ’netle ve iğrenerek görecekdir…
HALTIN YÜKSELİŞİ PARTİSİ (HYP) BAŞKANI MA’LÛM İLÂHYAPYATÇI KAŞAR BEY’İN DIŞDAN KUMANDALI DEMBOKRATİK DANSÖZLÜKLERİ!
Son aylarda ve bilhassa mübârek Ramazan’larda, televizyon dansözü hâlinde oryantalist kıvırtmalarla ortalığı kokutub telbis ve telvis edenler, hınzırvârî ciddî bir üreme ile tepişmeye başladılar… Bunların başında da, o hayâsız (Kaşar Nârî) şirreti baş çekmekte.. Kendisine, karanlık ve kıtalar ötesi izbe localardan verilen vazîfelerini yerine getirmek içün, o kanalizasyondan ötkine, sürtüklenip durmaktadır…Şirret, (denâet işlerinde) muvazzaf veya oradan mütekâid birkaç mezhebsiz ve vehhâbî münâfığını da kendisine yandaş yaparak, neredeyse ekip hâlinde ortalıkda dolaşıyor!. Ancak şeytanî kibrine ve şirretliğine “eyvallâh” diyecek (mezhebsiz-teymiye) mürîdi (Mayındır) gibi heriflerle de çabucak bozuşmadan edemiyor!
Kaşar-Şaşar nâm İblis, iblisliği i’câbı İslâmiyyet’i ikiye bölmekde ve reklâmını yapdığına “Kur’ân Müslümanlığı!”, yerip aşağılayarak yerin dibine geçirmek istediğine de “Emevî Müslümanlığı!” adını takmakda; ve bu ikisini de zıt kutublar hâlinde çarpıştırmanın, İbni Sebe gibi ifsâd, fitne, ihânet, katakülli ve ıkınışı peşindedir… Ve şirret, şirdenine ve hevâ ü heves ve nefsine uygun yepyeni bir dîn icâd ederek, kendi heykelini de dünyâdaki diğer sokak heykellerine zammetmenin; ve megalomanlık isterilerini tatmin edip kendisini vazifelendiren mooncu ve koloncu birilerinin dolarlarını cebine indirmenin üçkağıtçılığı ve işportacılığı peşinde… Karşısına kim çıkarsa, hatta 15 asırlık İslâm târîhinden hangi âlim ve dînî şahsiyet diline düşerse, en adî hakâret, kara çalmalar ve ahlâksızlıklarla üzerine giderek… Sanılır ki, Müslümanlık adına ondan başka konuşmaya sâhib-i salâhiyyet bir tek adam dünyâya gelmemişdir ve gelmiyecekdir! Hatta Kâinâtın Fahri, Peygamberler Peygamberi Rasûl-i Zîşân Aleyhisselâm bile, sonsuk kere hâşâ ve kellâ, “Bir postacıdır, posta kutusuna kitâbı bırakmış ve işi de bitmiş ve gitmişdir!”
Dolayısıyla artık meydan, bu megaloman şirrete kalmışdır; ve ondan başka da hiç kimse 15 asırdır bu dîni ne anlamışdır; ve ne de bilebilmeye muktedir olabilmişdir!
Kâinâtın Fahri Rasûl-i Rusül Aleyhisselam, o dipdiri bulunduğu kabr-i şerîfinde, Teymiyeci, Selefî, Vehhâbî ve böyle Nârî münkirlerin sapıklıkları ile hiç alâkası olmadığı hâlde bir hayâtın sâhibidir; ve kendisine îmân eden nasiblilerden de haberdâr bulunmakda; ve onların duâ, salâvat ve hediyelerinden memnûn olmaktadırlar…
ŞORTLU, MAYOLU VE DONLU-DONSUZ KAYIKÇI KAVGALARI!
Haltettin Karamânî Molla’nın yetiştirmelerinden bu (Kaşar Nârî)nin, eylülün son haftalarında çıkdığı Mülke tv’deki T.G denen nevzuhur mikroorganizmanın programlarında, her zamanki şirden şirretliklerini apaçık gaseyân etdiğine bütün dünyâ da şâhit olmuşdur…
15 asırlık Müslümanlığı bu kadar levm ederek aşağılayan bir adamın, aslâ müslümanlığından değil; ancak azılı bir (İslâm düşmanlığını) “Kur’anMüslümanlığı” perdesi ardından ve sûret-i hakkdan görünerek sürdürdüğünden bahsedilebilir… Bütün gâyesi, eline verilen yol haritası mu’cebince mücerred “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mezheb ve turûk-ı aliyyesine ve topyekûn 15 asırlık İslâm ulemâsına en iğrenç bir külhanbeyi ağzıyla hakâretler edip küfürler yağdırmak; ve onları İslâm’ın dışında göstererek ademe mahkûm etmek münkirliğidir… Yani tek kelimeyle azılı ”İslâm düşmanlığı…”
26-27 eylül târihli (Maber Mürk) ekranlarında da, aynı münkir, edebsizliğini apaçık irtikâb etmekden zerre kadar hayâ da etmemişdir… Surat Yardakçı’nın:
“- Denize şortla girmeniz ehl-i sünnete göre câiz mi?”
Şeklindeki suâlini üç kere tekrarlamasına rağmen de, her zamanki tophâneli ağzıyla cevâb verememiş ve sâdece:
“-Bırak onları, neye göre?”
Gibi aşağılayıcı, minder dışına kaçıcı, kıvırtıcı ve kıytırık pozlara bürünerek, her zamanki höykürüşünü sergilemişdir…
Yardakçı’nın:
“-Ömer Nasuhi Bilmen’in eserlerinde apaçık yazıyor!”
Deyişine de, edebsizlik ve küfürbazlıkdan başka hiçbir ilmî tarafı olmayan tophâneli ağzıyla ve durmadan zehir kusan yalama diliyle de aynen şu iğrenç hakareti savurmuşdur:
“-Ömer Nasûhî’nin kitablarında tonlarca hurâfe var!”
İşte biz bunun içün, bu kabil cumhurlob eşirrâsının ahlâksızlığına “şirretin şirdenî şirretliği!” demeden edemiyoruz!. “Hurâfe” diyerek mes’eleyi kavl-i mücerredde bırakmak, şerefsizce bir bühtandır. İnsan, insansa, birkaç misâl verir ve isbat eder. “Hata ve kusûr olabilir!” Hiçbir âlim, müctehidler de dâhil “ismet” sıfatına sâhib değildir; hatâ ve kusûrdan da münezzeh kabûl edilemezler!. Ancak “küfre müeddî yani zarûrât-ı dîniyyeye zıt” i’tikâd, hüküm ve satırları olan kim olursa olsun reddedilir. Ancak böyle ceffel kalem ve meyhane ağzı ile “tonlarca hurâfesi var!” diyerek bir âlimin üzerini çizmek, hayâsızlığın, utanmazlığın, şirretliğin, edeb fukaralığının ve münkirliğin vesîkasıdır…
TANRISI, UÇKURU VE DOLARI OLAN KAŞAR, KENDİ ÎMÂNSIZLIĞINI KÜLLEMENİN FORMÜLÜNÜ DE BULMUŞ: 15 ASIRDIR ÂLİMİNDEN CÂHİLİNE BÜTÜN HERKES HURÂFECİ…
Merhûm Ömer Nasûhî Efendi, son Osmanlı ulemâsı içinde edeb, hayâ ve tevâzuu ile tanınmış ve muhalled eserler vermiş bir zât-ı muhteremdir. Onun fıkıhdaki ilmî kıymeti ve yüksekliği bugüne kadar hiç kimse tarafından böylesine bir edebsizlik ve hayâsızlıkla hakârete uğramamış ve dünyâya höykürülmemişdir. Her insan gibi merhûmun da noksanları ve hataları bulunmuş olabilir. Fakat onun ilmî şahsiyyetine bu derece hakâret etmek, kendini bilen, aklı başında, edeb ve terbiye sâhibi bir şahsın aslâ tenezzül edemiyeceği aşşağılık bir derekedir… Hemen her müslümanın evinde Merhûm Ömer Nasûhî Efendi’nin “Büyük İslâm İlmihâli”bulunmakda; ve milyonlarca insan bu kitabın rehberliğinde ilmihâl bilgilerini öğrenib ibâdetlerini edâya çalışmaktadır. Dolayısıyla “onun kitablarında tonlarca hurâfe var!” diyen bir adam, bu milyonlara da aynı hakâreti revâ görerek “tonlarca hurâfe içindesiniz!” demiş olmaktadır ki, böyle iğrenç bir hakâret manzarası çizmeye, zerre kadar îmânı, insanlığı ve ahlâkı olan bir müslüman aslâ cür’et edemez…
Ömer Nasûhî Merhûm’un “Ashâb-ı Güzîn” ile alâkalı eseri, gâyet ilmî ve müdellel bir eser; ve aynı zamanda Rasûl-i Ekrem Aleyhisselâm’a ve Onun mübârek sahâbîlerine hürmet, mahabbet ve bağlılık telkîn eden bir EDEB ve hidâyet rehberidir… Bu eser ile Bâyezîd Sahaflar Çarşısı demirbaşlarından ve şii ileri gelenlerinden müteveffâ Şemseddîn Yeşil ve hempâları, haketdikleri cevâbı alarak kıçları üzerine oturmuş; ve Muâviye Radıyâllâhu anh Hazretleri’ne bir ömür boyu i’lân etdikleri harbi, hezîmetle noktalamışlardır!. Kaşar’ın da “Emevî Müslümanlığı” diye bir uydurmadan medet ummasının altında bir kuyruk acısı vardır ki, Ömer Nasûhî Efendi Merhûm’un bu eseri turnusol kâğıdı gibi sahâbî düşmanlarını açığa çıkarıb deşifre eder.. Ve onları kuyruklarından kapana sıkışmış gibi de cıyak cıyak öttürüverir!
Acemistan Şii Âyetullâhlarından Müteveffâ Humeynî de kitablarında her şii gibi emevî düşmanlığını “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat” düşmanlığı ile iç içe yürütmektedir. Emevî idâresini “firavun idaresi” olarak zikreder ki, Hz. Muaviye’ye azılı düşman olmayan Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı gibi bütün müslüman devletlerinin tamâmını da (firavun idaresi olarak) yalan ve iftirâ bombardımanına tutar… Şii Prasasör Hüseyin Hatemî’nin tercüme etdiği ve “Katoliklerde olduğu gibi bizde de talâk yasaklanmalı!” herzesi yiyen Ali Bulaç (Bulamaç) nâm kimesnenin basdığı ve adı da “İslâm Hukûkunda Devlet” olan çamur çalma kitâbı, Humeyni’ye âiddir… Kaşar Bey’in, bu “Emevî ve diğer bütün târihî müslüman devletlerini firavun idâreleri!” olarak iftirâlarla karalayan kitabdan pek çok istifâde ve tefeyyüz etdiği anlaşılıyor!. El mer’u mea men ehabbe!
Kaşar Bey “Emevî Müslümanlığı!” diyerek önüne geleni bu çuvala doldururken, Humeyni’nin çok sâdık bir mürîdi veya tirîdi olmak şerefine de böylece mazhar olmuş oluyor!. Sahâbî düşmanlarının, mezhebsizlerin, şiilerin, vehhabî ve Teymiyeci’lerin hiçbiri, Ömer Nasûhî Efendi Merhûmu sevmezler-sevemezler. Çünki adı geçen eseri ile, bunlar gibi gürûh-ı lâ yüflihûnun yalan ve iftirâlarını kendi suratlarına yapıştırmışdır!.
Kaşar Bey’in kuyruk acısını anlayış ve hoşgörü ile karşılarsak, şimdilik kifâyet eder!. Hiç sevmediği ve aslâ sevemiyeceği İmâm-ı A’zam Hazretlerinin arkasına sığınarak Ehl-i Sünnet yolunu bozma kataküllilerine ise, ileride temâs ederiz Biavnihî Teâlâ… Dembokratik, yatalak, üç-beş kokanalı ve külüstür bir partinin (Haltın Yükselişi Patırtısı) gibi bir nesnenin Reis-i Umûmîsi de olan ifsâd heykeli bir adamın, İmâm-ı A’zam Rahmetullâhi Aleyh Hazretleri gibi Şeriat allâmesi Dünyâlar çapındaki bir zat-ı şerîfi göklere çıkarıyor görünmesinin altındaki iblisliği, zâten aklı başında herkes anlıyor; ve en doğrusu da iğreniyor tabii… Ama dedik ya, adam bulaşık mı bulaşık, şirret mi şirret, ne denir başka…
Merhûm Nasûhî Efendi’nin 8 cildlik tefsîri ise, bir “rivâyet tefsîri” olarak, derli-toplu ilmî bir ehl-i sünnet hazînesidir.
Hele Merhûm’un “Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu”adıyla bilinen 9 cildlik muhalled eseri ise bir şâheserdir. Bu fevkal’âde ilmî ve insanüstü gayret ile ancak ortaya çıkabilecek muhteşem eserleri, ceffelkalem ve hiçbir mes’ûliyet VE VİCDÂN KIRINTISI VE AHLÂK hissi taşımadan “tonlarca hurâfe taşıyan” eserler olarak karalamaya ve onlara çamur atmaya cür’et etmek, ancak “aslını inkâr edenlerin” ruh hâli ile ortaya konulabilecek bir keyfiyetdir… İst. Ü. Rektörlüğü de yapan hukuk profesörü müteveffâ Sıddık Sâmi nâm Şeriatsevmez kişi bile, bu eser hakkında:
“-İstikbâlin hukukçularına yol gösterecek ve istifâde edecekleri büyük bir eserdir!”
Demekden kendini alamamışdır… Üstelik, Cumhûriyet târihinde avrupalıların Türkiye’den ilk tercüme etdikleri (ilmî eser) de, merhûm Ömer Nasûhî Efendi’nin bu 9 cildlik muhalled ve muhteşem eseridir…
İşte Osmanlı, yıkılırken bile böyle büyük hocalar, ilim adamları ve muhalled eserler bırakan büyük allâmeler yetiştirmişdir. Lâkin bunu, cumhurlopçu ve ilâhyapyatçı dolar delisi zibidilere aslâ anlatamazsınız… Onların bir tek vâzîfeleri, Bay Bayar’ın işâret etdiği istikâmetde,“Türkiye’den Müslümanlığın müslüman görünerek kaldırılması!” hâinliğidir…
CUMHURLOPÇU PRASASÖRLERİN BİNİNİ TOPLASANIZ, BÜYÜK ŞEHİD VE ALLÂME İSKİLİPLİ MUHAMMED ÂTIF EFENDİ HAZRETLERİNİN 32 SAHİFELİK (FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA) NÂM ESERİNİN BİR NOKTASI BİLE ETMEZLER!
Şimdiki cumhurlopçu zibidiler ise, aklı başında bir tek ilmî eser ortaya koymakdan geçdik, Büyük şehid ve allâme İskilipli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretlerinin 32 sahifelik “Frenk Mukallidliği ve Şapka” nâmındaki fezâlara sığmayan ve küfrün tepesine bomba gibi düşüb, müellifine de ipe çekilmeye kadar ebediyyet ve şehidlik bahşeden o bir avuç risâlesinin, sonsuzda biri kadar bile bir keyfiyete sâhib olamayan kitabsızlardır…
Bütün hesabları, makâm, rütbe, gösteriş, rahatlık, dolar, dembokratik politika kataküllileri ve dünyalık olan; ve kıtalar ötesinden güdümlü, azdırılan ve semirtilen, insî şeyâtîn ve bel’amlar…
Dünyâdaki belli mihrakların temel maksatları ise, Osmanlı’nın 7 asra yakın bir zaman, bâlâda zikri muharrer dergâh ve ilim adamlarımızla muhâfaza ve müdâfaa etdiği Allâh Dini’ni “ortadan kaldırmak”; ve bu la’netli iş içün de Kaşar Nârî ve benzeri gibi ağzı “âyet-hadîs!” diyebilen taşeron ve tetikçileri, dolar v.s koklatarak matinato gibi kullanmak… Zikretdiğimiz ve daha zikredemediğimiz binlerce Osmanlı ulemâ, allâme ve meşâyihi ile bunların muhalled eserlerinin, ma’lûm aşşağılıklar tarafından bir türlü mer’iyyetden kaldırılıb i’tibarlarının iptâl edilemeyişi, bu aslını inkâr çukurundaki cumhurlop hamamoğlanı tipli zibidileri çıldırtmakda; ve bu kabil hakâretlerle de aşşağılaştırıb pespâyeleştirmektedir…
Apaçık görülmekte ve bed’aheten meydandadır ki, ilim ve edebden zerre kadar nasîbi olmayan bu ayak takımları, (mihrabdan halletme) sûikastının tetikçileri olarak bir takım unvan ve rütbelere sâhib kılınmakda; (ilâhyapyat) fakültelerinde, “mihrab ve mimberlerde” höykürtülüb neşriyât köşe ve ekranlarında da hırlatılmakda; ve matbuatda da yazı-çizi sâhibi kılınmaktadırlar… İlmî ve îmânî hiçbir liyâkat, müktesebât ve ehliyetleri olmadığı içün de, tek sermâye ve malzemeleri küfürbazlık, yalan-dolan, lâf kalabalığı, cerbeze, hakâret, tophâneli ağzı, külhanbeylik, kabadayılık, iftirâ ve hulâsa meydanı boş buldukları içün de en aşşağılık ebebsizlikler ve şirretlikler… Hulâsa, “aslını inkâr eden!” hâinîn gürûh-ı lâ yüflihûnu içine iltihâk…
Ömürlerini vakfetdikleri bir tek iş, meyhâne üslûbunun bile çok altındaki bir seviyesizlikle, 15 asırlık dîne, ilim adamlarımıza ve o mübârek ve muhalled eserlere, ekranlara kadar sürülüb sürünerek, oralardan kardinal ağzıyla veryansın etmek…
Seviye ve üslûb o kadar sıfır altıdır ki, aynı şirret, birkaç gün sonra Surat Yardakçı ile yapdığı kayıkçı kavgasında, gûyâ muhâtabının damarına basmak içün:
“-Bundan sonra denize mayo ile gireceğim!”
Demeye bile hayâ etmemişdir!
Seviye ve derekeleri ma’lûm hezele, ileriki günlerde “donsuz ve altsız gireceğim!” derse, aslâ şaşılmamalı!. Zira âile mahremiyyetlerini bile magazin sayfalarına vıcık vıcık sıvayan bu kadar sıfır altı seviyedeki adamlardan, (daha doğrusu bazı îlâhyapyat’çı tophâne berduşlarından) her rezillik ve kepâzelik beklenilebilir…
Nasıl Allâh Rasûlü Aleyhisselâm’dan sonra ortalıkda “kezzâb=yalancı peygamber Müseylime’ler” hortladı ise; bugün de aynen öyle, “kezzâb=yalancı âlim ve müctehidleri” hortlatan, modern câhiliyye devrini yaşıyoruz… Bu “müctehid” geçinen şirdenlik şirret hamûleler o kadar çoğaldı ki, bunların hakkından ancak, Müseylime gürûhunun da hakkından, hakkıyla gelen (Halid İbni Velid) Radıyâllahu Anh Hazretleri gibi bir “Seyfullâh” gelebilir!
(Mâba’di var)
(İntişârı: 01.01.2016)