T.C. Devletinin DİB denen mahall-i mahsûsu, yıllardır uğraşır, didinir, ıkınır, sıkınır, ezilir, büzülür, teleskopu yüklenen Altıkulaç’ıyla İzmir taraflarında bir yerlere koşar, çırpınır durur, fakat bir türlü Allâh Azze’nin (Şerîat HİLÂL’ini) göremez!. Sonra da “hilâl-i nücûmî” denen nesneye kul köle olmak içün “rasat, masat, hesab, kesad ve fesâd!” yâvelerine irticâ’ ederler!
Şimdi de, DİB denen yerin başı Bay Görmez, uğraşır ve dininir ki göre!. Görmez de göremez! Çünki Görmez, görmek içün, gören bir gözle görmek üzere görmeye kat’iyyen niyet etmiyor!!!
Görmez, görmek içün, cenûbî (güney) Afrika’nın Capetown şehrine gidecek; ve (hilâli) orada görmek içün (!) görmiye çalışarak, görmek nimetine erecekmiş!
İlâhî!
Ente maksûdî!
Aklımızı muhâfaza buyur Allâh’ım!
Cenâb-ı Hakk ne buyuruyor, bu pozitivizma karşısında aşşağılık duygularına mübtelâ, aydın, ayaydın, günaydın ve artık pekaydın purofcehil takımları neler deyib, neler (y.murtluyor)lar?
20 eylül târihli haberi, ibret, hayret, hatta (nefret suçu) irtikâb eyliyerek ve dehşetle okuyalım:
“-Geçen Ramazan ayında imsâk vakitlerinin eleştirilmesi üzerine çelişkileri ortadan kaldırmak için Güney Afrika’nın Capetown kentine gideceklerini söyleyen Prof. Dr. Mehmet Görmez, “Astronomi bilimi bize hilâlin hangi gün, hangi saatte nerede görüleceğini gösteriyor. Bu hesap o kadar kesindir ki, bu hesap şaştığı zaman kıyamet kopar. Dünyanın dengesi bozulur. Diyânet TV’den arkadaşlarımız ve astronomi uzmanlarımız bu sene bir çelişki daha yaşatmamak için hilâlin görüneceği Güney Afrika’nın Capetown şehrine gidecekler ve oradan bize hilâli canlı yansıtacaklar. Bir rasathane çalışmamız var. Astronomi uzmanlarımızla toplantılarımız devam ediyor. Bazıları bize netlik açısından Toroslar ile Gerede’yi işaret ediyor. Nerede yapacağımıza karar vermedik ama, Diyanet İşleri Başkanlığımızın bir rasathanesi, gözlemevi olacak” diye konuştu.”
“Gözlemevinden” bin kere daha evvel, bir “akıl düzlemevi” sâhibi olsalar, ne iyi ederlerdi!
Dünyânın en iptidâî bir kuytusunda bile, akıl ve mantık, bu kadar iflâs etmiş olamaz! Kendi memleketinde göremediğin hilâli görmek içün, Güney (cenûbî) Afrika’nın Capetown denen yerine uçacaksın; ve “Ben, buraya hilâl gözetlemiye geldim!” diyeceksin!
Oranın yerlileri, buna kim bilir nereleriyle ve fıtık oluncaya kadar; ve nasıl gülerler ve içleri de nasıl dışına çıkar!
Ve oranın haçlı-maçlı, karma, sarma, melez ve melemez ehâlîsi demez mi:
“- Yahu evlât, sen pire-fesör yaftası yakalamış bir âdemsin! Ammâ ‘ılmin ayn’ının ağzındaki bir tek diş kadar bu işlerde behren yok!. Sana bir de “müslümanım elhamdülillah” demeyi ezberletmişler! Eyi de, senin Peygamberin hilâl rü’yeti içün buralara hiç gelmedi!. Bırak kimsenin hiç adını duymadığı buralara, Şam’a, Bağdad’a, Çin’e-Maçin’e, Hind’e ve Hind-i Çînî’ye, Alaska’ya ve Palaska’ya, Mondros ve Londros’a bile kimseyi göndermedi! Hulefâ-yı Râşidîn zamanında da hiçbir sahâbî, keçilerini kaybedib de aramaya çıkan bir herif gibi buralara “hilâl aramak” üzere uğramadı!.. Emevî, Abbâsî, Selçukî ve Osmânî’lere varıncaya kadar milyarlarca müslümandan hiç biri de, aklını kaçırıb, buralara keçilerini kaybetmiş bir hâlde, “hilâl aramaya!” gelmedi!. Ammâ bizim haberimiz olmadan, dünyâ tersine döndü de, artık hilâl üzerinden bile parra kazanmak icâdoldu ve “hilâl sektörü!” gibi şeyler revac buldu ise, o başka! Bizim hilâlin, bu kadar şifâlı usâreler taşıdığı; veya, pırıltılarının, en haşmetli ve pahalı saray ve kraliçe pırlantaları gibi gözkamaştırıcı olduğu hiç aklımıza gelmemişdi! Bundan böyle, artık turrist’o ve sizin hacisto’ları buralara çekmek ve onları takdîs etmek üzere bize yepyeni bir gelir kapısı veya ticâret sektörü yolu da açıldı demekdir!. Hay ceddine rahmet, piyango bize de vurdu ki, eşi menendi olmıyan bir manzara bu!”
Diyor ki DİB’iş başı Bay Görmez:
“Astronomi bilimi bize hilâlin hangi gün, hangi saatte nerede görüleceğini gösteriyor. Bu hesap o kadar kesindir ki, bu hesap şaştığı zaman kıyamet kopar.”
Yâ Rabbelâlemîn!
Senin rızân içün kesilecek yüzmilyonlarca (kurbanın) akacak kanları hürmetine, şu beş paralık akıllarımızı ne olur muhâfaza buyur!
Artık senin “hilâl emrinin” karşısına, astronomik rasathânelerin irâdeleri ve “sanı ile tanıları!” birer TANRI olarak oturtuldu; ve bu “irâde ve sanı ile tanılar” o kadar “kesin”miş ki, bu “Hesab şaşarsa, Kıyâmet koparmış!.” Artık Kıyâmet’in kopması bile, senin irâdene müteallık bir keyfiyet olmakdan çıkdı, astronomik Rasathâne tanrısının irâde-i seniyyesine verildi!.
Oha!
“Artık Astronomik rasathâne tanrısı, bize hilâlin hangi gün, hangi saatde ve nerede görüleceğini gösteriyormuş; ve bu hesâb o kadar kesinmiş ki (yani vâcibât-ı aklî muktezâsı imiş ki), bu tanrı irâdesi şaştığı zaman, (ki şaşmıyacağı da muhâl-i aklî derecesinde kat’î imiş ki), eskazâ bir şaşarsa, yandı gülüm keten helva, işte o zeman, Kıyâmet çatır çatır koparmış!”
Dişi kediler ehdi-i ahırsamânı Bay Boktar’a göre Kıyâmet’in kopması ise, Görmez Beyin rasathâne tanrısı hesablarına kıç attırınca değil; silikonlu kancıkların her zamanda her emre hâzır gerili yay gibi duran münhanilerinin kıymetini bilmiyerek, onlara eşşek hissiyâtıyla göz ve şey atılırsa koparmış! Ayrıca, sevgi ile aşkdan anlamıyan gelenekçi müslümanların terörizması (!) devam ederse; ve Darwinizma diye ortaya atılan ve bir halt olmadığı halde, milletin gözüne sokulan o dev tehlike bilinmezse ve görülmezse de Kıyâmet çarçabuk koparmış!. Çok büyük, gerçek ve hayâtı eline almış bir düşman gibi habire ekranlara sıvanan ve sokuşturulan, o, husûsan mihrâk noktası olarak uydurulan Darwinizma gözküllemesinin, her gün derhâtır edilmeyib unutulması hâlinde de, Kıyâmet 777.7 kuvvetinde ortalığı sallarmış!.
Bütün bunlar, geri zekâlılara, her gün yeni bir heyûlâ gibi gösterilib, bunun üzerinden puan kazanmak ve vitrin (o.ostopollarının) şehvetçeker iğrençliğini gûyâ hasıraltı etmek ve yahudi hesablarına uygun adımlar atabilmek içün, çok ince hesablar… “Hakk din hıristiyanlık!” demelere kadar nice gâvurlukları, bu boya, badana ve silikonlama emriyle yatıb kalkan (dişi kedilerle) yürütmek vazifesi de, bunlara eklenirse, mes’ele çok daha iyi anlaşılır!.
Peydahlanan daha nice şeytanî grubların böyle birer gözkülleme mihrâkı var ki, onun üzerinden, İslâmiyyet’in kökünü kazımak iblisliği peşine düşmüş bulunuyorlar… Onların her birinin öne çıkardığı ve varlık sebebleri hâline getirdikleri o dehhâmeleştirilen gözkülleme mevzuları, yabancı iblislerin murâkabesinde yürütülmekte ve İslâmiyyet aleyhine kullanılmaktadır…
DİB’iş denen yer de, ‘rasathâne tanrısının” takvim ve hesabları şaşırırsa, işte o zaman Kıyâmet’in kopma mevzuunu mihrâk noktası hâline getirmenin peşinde!.
Lâkin adam veya madam, kim olursa olsun, ona sormazlar mı:
“Siz, geçen sene, Saudî Vehhâbîleri ile T.C. Kamâlîleri, neden astronomik rasathâne tanrısının şaşırdığını, hatta donuna etdiğini; ve bir gün ara ile bayram etdiğinizi ve buna rağmen de Kıyâmet’in kopmadığını görmediniz mi???”
Oha!
Yıllardan beri, Saudî Vehhâbîleri ile T.C. Kamâlîleri, bu astronomik Rasathâne TANRISININ hesablarında donuna etdiğini; yani ayrı ayrı günlerde bayram, Ramazan ve hacc etdirdiğini, bir kere beş kere değil, kaç onbeş kere görmediler mi?
Görmez olurlar mı, dünyadaki en GÖRMEZ herifler bile görürken, DİB’iş Başı GÖRMEZ, görmez olabilir mi!?.
XAsıl mes’ele, Allâh Azze’nin “hilâl-i şer’î” emrini muattal (geçmez-işlemez) bırakmak!. Çünki böyyük şefleri: “En hakîkî mürşid ilimdir, pozitif ilimlerdir, astronomik Rasathâne TANRISININ ve onunla benim ortak kullarımızdan Fatin Hoca nâm kimesnenin irâdesi istikâmetinde gösterilen hesab, rasat, masat ve fesâd ıvır zıvırlarıdır!” meâl ve medlûlünde birşeyler dedi mi demedi mi?
En son geçen seneyi ele alsak, astronomik rasathâne TANRISI, neden iki memleketi aynı gün bayram etdirmek üzere iki tarafa da aynı hesabları yaptıramıyor da, donuna ediyor!?. Bu tanrı, hem “Aynı gün hilâli tesbit edeceksiniz (rü’yet değil) diyor; ve hem de, aynı gün (bayram!) edeceksiniz” diyor; ve fakat bir türlü buna muvaffak olamıyor, altına ediyor!. Bakalım önümüzdeki senelerde nesini, neresine edecek?
Ulan bu ne biçim tanrı?
Bizim ilâhımız olan ALLÂH Azze ve Celle Hazretleri ise, “Dünyânın her yerinde aynı gün (hilâlimi) göreceksiniz, aynı gün bayram edeceksiniz!” buyurmuyor… Böyle teklif-i mâlâyutak saçma bir emir, onun rahmet, merhamet, ilim, kudret, sübhân ve topyekûn sıfatları ile kat’iyyen teârüz eder!. Anınçün buyuruyor:
“Hilâlimi, her belde kendi sâhib-i salâhiyyet vazifelileriyle ve îmân-ı şer’î sâhibi ümerâsıyla (laik, modernist ve dembokrat heriflerle değil) rü’yet ederse, bu kifâye farz emrimi yerine getirmiş olur. Bütün müslümanlar haram işlemiş olmakdan da böylece kurtulur. Mes’ele zarûrât-ı dîniyyenizdendir, mevrîd-i nass ile sâbit bir hükümdür. Binâenaleyh hakkında ictihâda mesâğ da yokdur, hilâlimi çıplak gözle görürseniz ne a’lâ, oruca başlayın; göremezseniz, o ayı, 30’a tamamlayın!”
Bizim ilâhımız olan ALLÂH Azze ve Celle Hazretlerinin ve O’nun Rasûlü Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin, Kitâb, Sünnet ve İcmâ’ temelli îmân-ı şer’î sâhibi müslümanlara, en ana çerçevesiyle emri bu!. Modernist, pozitivist, laik ve dembokrat temâyüllü veya bunlardan radyoaktif serpintiler taşıyan ve kendisini müslüman zanneden adam ve madamlara böyle bir emir de aslâ yok!.
Bunu dallandırıb budaklandırarak, hilâli görmek sanki muhâle yakın bir işmiş gibi onu yehûdi saçına çeviren adam ve madamlar, kendi tanrıları olan astronomik rasathâne ilâhları ile çıkmaz sokağa girib, “Capetown mıntıkalarına kadar kayalıklara tırmanacağız” diye de çok ıkınıyor ve altlarına kaçırıyor ve ortalığı kokutuyorlar!.
Ne ise, şeytanlar azabda gerek, bize ne!
“Astronomik rasathâne TANRISININ hesabları şaşdı mı Kıyâmet koparmış!” diye dünyaya karşı çok desteksiz ve pozitivistce atışlar yapanlar, netîcenin karavana sallamak olduğunu göre göre GÖRMEZ oluyorlar ya, cidden acınacak bir hâl-i pür melâl!
Asıl Kıyâmet’in ne zaman kopacağına gelinirse, o, sarıklı ve cübbeli, cumhurî, laik ve zombitik politikacıların Allâh ve Rasûlü Aleyhisselâm ile (muârazaya) başladıkları zaman kopar!. Çünki “Astronomik Rasathâne TANRISININ hesablarını esas almama” emri o kadar KESİNDİR Kİ, BU ESAS ŞAŞTIĞI ZAMAN, bundan udûl edildiği zaman, Allâh ve Rasûlü’ne MUÂRAZA başladığı zaman, KIYÂMET ÖYLESİNE KOPAR Kİ, MÜŞRİK, MÜNÂFIK VE KÂFİRLERİN topyekûn sistem ve hesabları paramparça ve zîr ü zeber olur, topu da altına eder!
Bütün dünyâ kâfir, müşrik ve münâfıkları ile, topyekûn sarık ve cübbeli politikacılar; ve dembokrasi, laikobokrasi, cumhurbokrasi ve iblisobombokrasi baş-kan ve (kı.-kanları), aşağıda iktibâs edeceğimiz o “Allâh ve Rasûlü!” diyen, başka herşeyi redd ü nefyeden hakîkî ulemânın satırlarını, gece gündüz hece hece okumalı ve îmân tâzelemelidirler; evvet, ÎMÂN TÂZELEMELİDİRLER!..
Şimdi de, bu kadarlık “cumhûriyet, cumburlobiyet, şefokrasi, DİBOKRASİ, laikobokrasi ve dembokrasi” şakaşukasından sonra, gelelim mes’ele-i şer’iyyenin, ciddî ve ilmî vechesine… Aşağıda iktibâs edeceğimiz satırlar, aklı ve (îmân-ı şer’îsi) dembokrasi popolitikalarına ve modernite matinatolarına satılmamış sarık ve cübbeli politikacılar tarafından da anlıyarak ve heceliyerek okunabilirse, bazı can alıcı İLMİHÂL ma’lûmât-ı evveliyyesine de biiznillâh sâhib olacakları tasavvur edilebilir!
Büyük Şeyhülislam Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, zikri muharrer mes’ele ile alâkalı olarak buyururlar:
“Bu hususda her sene tekerrür eden tereddüdden kurtulmak üzere mücerred “hesab”la yahud bir memleketde sübûtunu haber veren telgrafla amel edilmek münâsib olacağı fikrinde bulununanlar eksik değildir. Bunlar hele telgrafın devletler arası muhârebe ve mütâreke gibi mühim işlerde i’timâda şâyân görüldüğü halde, bu mes’elelerde gayr-i kâfi sayılmasına hayret ederler.”
Çünki, bu sâhib-i hayret hey’et ve zürriyetler, “pozitif ilimler” diye bazı Allâh’sızlarca uydurulan ilimlerin pozitivizmasını, bir halt sanmakta; ve bu babdaki astronomik Rasathâne TANRILARI önünde de, mıntıka-yı memnûalarını gökyüzüne dikecek şekilde eğilmeyi ve dömelmeyi çağdaşlık ve yenilik ve bilmem ne zannedecek kadar aşşağılık duygularına gömülmüş; ve dolayısıyla, 15 asırlık kendi dinlerinden utanır hâle gelmiş veya getirilmiş, nevzuhur bir “ulus” ve “uyuz” kalabalıklarıdır!. Bunlar, Âdemoğlu olmakdansa, Maymunoğlu olmayı, buna tahavvülü tercîh eden, diplomalı, (okumuş) ama adam olamamış, hılkat garîbesi mahlûkatdır…
Büyük Dâhî ve Şeyhülislâm devam eder:
“Bu da şer’î hükümlerimizin mâhiyyetini bilmemekden ileri gelen bir telâşdır. Dînimizin hükümleri, velev terakkîden ibâret olan telefona tâbi’ olmıyarak her zaman ve mekânda, büyük beldelerden tutunuz da 3 evli bir köye, bir çölün kenârında iki gün içün kurulan birkaç çadıra kadar müneccimsiz, takvimsiz, saatsiz, telgrafsız, trensiz velhasıl fennî terakkînin yeni icadlardan hiçbirine muhtac olmaksızın icrâsı kâbil olmak üzere vaz’olunmuşdur. Bunun içündür ki, dînimiz “semha-i beyzâ” adıyla yâdolunur.”
Şimdi biz, Hılâfet-i Osmâniyye zamanında Şeyhülislâm olarak dünyâ çapında kendisini kabûl etdirmiş Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri gibi bir dâhî, allâme, îman ve amelinin imtihânını apaçık vermiş, ALLÂH dostu bir otorite ve gerçek âlimin satırlarındaki İslâmiyyet’i mi kabûl edeceğiz; yoksa, laik, dembokratik, modernite yetiştirmesi ve Bâtıl ve Kâtil Batı standartlarına göre “PROFESÖRLEŞTİRİLMİŞ” adam ve madamların “Müslümanlığına!” ve onların “İslâm budur!” deyişlerine mi i’tibâr edeceğiz?
Mercimek kadar aklı ve pirinç tânesi kadar da sahih îmânı olan, bu noktada şübhe ve tereddüd edebilir mi?
Elbetdeki, icâzetsiz, cumhûriyet yetiştirmesi, modernist, dembokrat, laik, pozitivizma esiri ve Bâtıl ve Kâtil Batı hayranı adam ve madamlar, kim olurlarsa olsunlar, aklını tahrib ve tahrîf etmeyen insanlar önünde, aslâ ve zerre kadar bir kıymet ifâde edemezler!. Şeyhülislâm Hazretleri buyuruyorlar ki:
“Bu din, büyük beldelerden tutunuz da 3 evli bir köye, bir çölün kenârında 2 gün içün kurulan birkaç çadıra kadar, müneccimsiz, takvimsiz, telgrafsız, trensiz velhâsıl fennî terakkînin yeni icadlarından hiçbirine muhtac olmaksızın icrâsı kâbil olmak üzere VAZ’olunmuşdur.”
Hâl ü keyfiyet bu kadar açık, vazıh ve sarîh ortada iken, o hangi keçisini kaybedib aramaya kalkanlar gibi bir insan, kalkar da Capetown denilen ve dünyanın hangi ucunda veya çukurunda olduğunu binde bir müslümanın bile bilmediği; ve rüyâsında görse yordurmıyacağı küre-i arz noktasına (hilâl) aramak içün gitmek isteyişin ve dünyanın gözüne baka baka bunu i’lân eder olmakdan hazer etmeyişin peşine düşer?. Bu, hangi cins ve cibilliyetdeki akla hizmetdir? Üstelik bunu da bir adam veya madam, gayret-i dîniyye gösterisi içinde ve büyük bir iş yapıyormuş endâmı çerçevesinde, beşeriyyetin gözüne, GÖRMEZ zevât olarak, sokmaya kalkışır?!.
Meğer ALLÂH Azze’nin verdiği (akıl), ne büyük bir ni’metmiş! Rabbimiz Teâlâ, en DUYMAZ, en SÖYLEMEZ ve en GÖRMEZ adam ve madamlara bile, böyle akıl zâyiliği vermesin, yataklara düşürüb, köşelerden kapıları gözetletmesin!
Yâ ülilelbâb!
Hani muhal farz, Allâh Azze’nin Dîni dese ki:
“Afrika’nın taaa bilmem neresi veya hangi bilmem ne ucundaki Capetown denen mıntıkasına gidib hilâlcilik eyliyeceksiniz!”
Bu modernist, dembokratik, pozitivist, oryantalist çömezi çok aydın mı aydın, günaydın ve ayaydın pire-fesörler mutlaka ayağa kalkıb:
“Böyle adam ve madamları zora ve sıkıntıya sokacak abuk sabuk dîn mi olur?”
Diye, ortalığı gezi parkına çevirmezler miydi?! Pekiy, şimdi niye sesleri ve dilleri oniki parmak barsağına kaçmış gibi susuyorlar? Çünki, bu Capetown dolabının altında “Rü’yet-i hilâl!” ilâhî emrine karşı, çok ince (i.lislikler) yatıyor da ondan!. Bütün dünyâ, şimdi, hayret ve dehşet içinde onların diyemediği “BÖYLE DÎN Mİ OLUR?” sözünü söyliyerek “İslâmiyyet hakkında!” menfî bir kanaate ve bilgiye sâhib olmıyacaklar mıdır?. Böylesine teklîf-i mâlâyutak bir emir taşıyan Allâh Azze’nin DÎNİ (!) hakkında:
“Böyle, adam ve madamları sıkıntıya sokacak ve taa dünyanın bilmem nerelerinde Hilâl aratacak bir dîn, ne menem şeydir?” dedirtmek olacaksa, bu, Müslümanlığa hizmet midir; yoksa onu, dünyânın gözü önünde rezil ü rüsvây ederek yerin dibine geçirmek midir?.
İşte bütün cihân, İslâmiyyet’in iç ve dış düşmanları kimlerdir, “Müslüman geçinen narkozlular hâric”, bunu çok iyi görüyor ve biliyor!
Şeyhülislâm Merhûm:
“Bu din, büyük beldelerden tutunuz da 3 evli bir köye, bir çölün kenârında 2 gün içün kurulan birkaç çadıra kadar, müneccimsiz, takvimsiz, telgrafsız, trensiz velhâsıl fennî terakkînin yeni icadlarından hiçbirine muhtac olmaksızın icrâsı kâbil olmak üzere VAZ’olunmuşdur.”
Buyururken, bu nasıl bir akıl, mantık, îmân, insâf, iz’ân, ahlâk, merdlik, erkeklik ve bu toprakların çocuğu olmakdır?. İslâmiyyet’i bu kadar tahrif, tağyir ve tebdil etmek, mütecâsirlerinin ebediyyen hasâretini netîce vermiyecek midir?
Evvelen: GÖRMEZ adamın evvelki beyanlarında dediği gibi, “Rü’yet-i hilâl diye tutturanlara bakmayın, bu iş gördüğünüz gibi çıplak gözle dağ tepe dolaşarak görülemez!” di hani? Pekiy, şimdi kendileri neden dağ tepe değil de, deniz ve kıt’alar ötelerine seferlerin peşine düşeret hilâl diye tutduranlar kuyruğu olacağım diye dayatıyor?. Böyle tenâkuz, tezât ve teâruzlar hangi dinde vardır? Bir yandan da, astronomik rasathâne TANRISININ yardım ve hesablarına ihtiyaç şartdır manzarası çizenler; ve O’na “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” diye perende atanlar, hangi İslâm ağzıyla ve zerre miskâl îmân-ı şer’î ile ALLÂH AZZE ve CELLE HAZRETLERİNE “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn” diyebilecekler?
İşte Osmanlı İslâm coğrafyasında 1923 Lozan’ı ve 1924 DİB’i ile oynanan çiftetelli göbek atma yarışı bu… O günlerden bugüne Aziz Anadolu topraklarımız böylesine iğrenç bir istîlâ ve işgâl altındadır. Bunu “Bağımsızlık, istiklâl, dünyâya kafa tutma, vatan, devlet, millet, bayrak, râbia, aşera, ezân, borazan, sakarya, kanarya, kafes, Efes, yerli ve millî” gibi düzinelerce maskeler altında narkozlamada kullananların adam mı madam mı oldukları; bunu, hâlâ görüb anlamıyan çeyrek akıllıların da “müslüman mı süslüman” mı oldukları, bir (îmân) mevzuu olarak iyi ve mutlak sûretde bellenmelidir…
Sâniyen: Bir tarafdan da şu denilmiş oluyor:
x“Biz, taa o Capetown denen mıntıkalara hilâli görmek içün gidiyor numarası çekiyoruz ammâ, hakîkatde astronomik rasathâne TANRISININ hesablarının asla “şaşmaz olduğunu” ortaya koymak istiyoruz! Bu tanrılar kat’iyyen hata’ ve zırvalamakdan münezzehdir, asıl bunlar SÜBHANDIR, “Hilâl’e bak” diyen Allâh ne kadar klasik kalıyorsa, bu tanrılar o kadar modern ve teknolojik ve astronomik ve kozmik ve kozmopolitikdir! Aksi takdirde ise, hesab ve rasada îmânsızlık Kıyâmet alâmeti olarak onun kopması ve çatır çatır patlaması demek olur! Yani, astronomik rasathâne TANRISI, İbrâhim Aleyhisselam’ın baltası gibi bir baltayı ense köküne yemiş olur ki, işte bunun faturası Kıyâmet’in kopmasıdır!”
Allâh Azze ve Celle, “Muazzez ve Mukaddes Dînini beğenmiyen sarık cübbeli politika” misyoner ve yanar-döner’lerinin şerlerinden ins ü cinni Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm hürmetine masûn u mahfûz buyura, âmîn!
Büyük dâhî ve Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin buyurduğu gibi, “İşte, Allâh ve Rasûlü ile muâraza etmenin, bu kadar vahîm netîcesi!”
Sâlisen: Fir’avn Sisi finansörü ve süflörü Saudî Vehhâbilerinin, ABD takvimi hılâfına “Hilâl gördük!” demeleri imkânsızdır! Yoksa, ABD’li patronları, onların, sızlatmadan derilerini yüzer ve sonra da bundan Ramazan davulu yapıp ortalığı gümbür gümbür çifte telliye boğar!. Bu iş öyle dışdan göründüğü gibi basit bir “Hilâl rü’yeti” işi değildir!. Dünyâ tâğûtlar sistemi ile iblisiyyet noktaları vardır! 90 senedir Kamalist diktatörler, Kandilli Rasathâne Şefi Fatin Hoca’larının Kandilli HESAB TANRISINDAN ahzetdiği hesabların dışına çıkıb “Hilâli rü’yet etdik!” diyen bir tek adamı ortalığa salıvermiş midir?. Bu zibidilerin, Fatin Hoca’larının “yanlış formülünü” tam 90 yıldır neden hasıraltı edib sakladıklarını; ve böylece de, millet-i beyzânın: “Ulan 90 yıldır bize uydurma ramazan tutturmuş, kebablık kurban kestirmiş ve haram haram bayram etdirmişler!” demelerinin önüne geçmeye nasıl çalışdıklarını bir nebzecik de olsa anlıyabildik mi?
Bu (Allâh.ız) şefokrasi ve dembokrasi:
“Biz, önünüze ne kadar ve neyi dîn diye koyarsak, onu otlıyacak ve onları geviş getireceksiniz!”
Demiş; ve sonra da, “Hürriyet, egemenlik, muâsır medeniyet, pozitif ilimler, ilkeler, ülküler, tilkiler, türküler, cumhuriyet, parti, fırka, dembokrasi, oy, toy, moy, sandık, seçim, layiklik, batıcılık, bâtılcılık, gâvurculuk, Türküm doğruyumculuk, refah, külâh, kadın hakları, avrat halkaları, halk bilmem neleri ve neleri!” diye diye, yüzlerce kataküllinin en cerahatli ve kurtlusunu, Anadolu kavimlerine zorla, zorbaca, zorluca, asıb keselek, sürüb süründürerek, olmadı dipçik zoruyla, Dersimlerde kurşuna dizerek yalatmışlardır!.
Osmanlı devrindeki hürriyetlerin yüzbinde birine bile erişmekden nâmütenâhî uzak, bu Bâtıl ve Kâtil Batı devri uşşaklığı zamanında, İslâmiyet bitemâmihâ yasaklandığı gibi, şu anda da yasakdır…Ancak, o zamanlardaki açıkdan fir’avnî zulüm ve işkenceler yerine, şimdi nisbî (izâfî) bir katakülli devri mer’iyyete sokulmuşdur!. “Revizyonistiz” diye resmen ve alenen “Şecaat arzeden” Bardakoğlu gibi kâhir ekseriyetiyle DİB başları, 1923’de başlatılan din yasağına, bilhassa 15 yıldır, politikacıların emirerleri olarak bir de o dini içden tahrîf, tağyir ve tebdîl kataküllilerini eklemişlerdir. Bu da, rûh, mîzân, ölçü ve derinliği kalmayan parti pırtı meczûbu ehâliye, zaman zaman ılık bir nesîm-i nevbahâr gibi okşayıcı bile görünebilmektedir!.
“Dîn hürriyeti” dedikleri şey, varlığı muhal bir serapdan başka bir nesne de değildir; ve o, ehâliye uzatılan bir elma şekeridir! İns ü cinne, Allâh Azze’den başkası “hürriyet” veremez, bu muhaldir. Hele herhangi BEŞERÎ bir rejim, sistem, hükûmet ve devletin, “Müslümanlara din hürriyeti vermesinden bahsetmek ise!” tam bir hezeyân, sapıklık ve müşriklikdir ki, bunu uyduran da, bâtıl ve kâtil Haçlı Batı olub, onlardan, esir alınmış medya ile politikacıların, onlardan da müslüman bilinen ehâlinin dillerine bulaştırılmış bir (Lâyıklık, sekülerlik, ateistlik ve ilhâd) formülüdür!…
Osmanlı idâresindeki insanların, Şerîat’ın VERDİĞİ hürriyetleri, onların hür, hürre ve zımmî olmaları hasebiyle, mutlak adâlete istinâd çerçevesinde varlık ortaya koymuşdur. Orada hürriyet demek, Allâh Azze’nin hukûkuna mâlikiyyet demek olup; hukûkuna mâlik olamamak, köle olmaya müsâvî bir keyfiyetin ta kendisi demekdir…
Görüldüğü gibi, “Takvim Birliği, yok Cenûbî Afrika’nın Capetown tepesi, yok bilmem ne gâvurunun bilmem ne rasathânesinin katakülli hesabları, v.s.” gibi şeytanlaşmalara, Allâh Azze’nin Dîni gibi münezzeh bir dinde yer olması kat’iyyen muhal ve mümteni’dir…
Bunun bir misâlini, hayâta geçen bir vâkıa olarak da zikredebiliriz… Osmanlı zamanında, Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî (Rahmetullâhi Aleyh) Hazretleri’nin halîfelerinden, 15 yıl Fâtih ve Süleymâniye Medreselerinde tahsil gören müderrisînden ve Zonguldak’ın Fransız gâvurları işgâlinden temizlenmesinin baş âmiri Bartın Müftüsü Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretleri, Şevvâl Hilâli’ni göremedikleri içün Ramezân-ı Şerîfi, Şerîat-ı Ğarrâ-yı Ahmediyye’nin emri olarak 30’a tamamlamaktadırlar… Ancak o 30. günde, öğle namazına doğru, falan köyde bulunan ve şehâdeti mu’teber iki talebesinin kendilerine müracaatla, “Biz, bu akşam hilâli rü’yet etdik!” şeklindeki beyanları üzerine, derhal kazâ kâdısına ve belediye reisine mürâcaatla, “Bugün Şevval’in birinci günü olduğundan, müslümanların hemen oruçlarını açmaları içün i’lânen tedbir alınması..” emir buyrulur… Ayrıca, yarın da (Şevval’in 2. gününde), Bartın ve havâlisinde Bayram namazının kılınacağı ve bunun da ehâliye duyurulması emrinin verildiği, (Bir asır kadar evvelki) târihimizde yaşanan canlı bir vâkıadır… Hâdisenin şâhidi Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin oğlu Merhûm Muhammed Seyyid Efendi olub, o da oğlu bendeniz Ahmed Selâmî’ye nakletmişdir…
İşte bu hâdisede, İslâmiyyet’in tepesinde vesâyetçi lâyık bir zorbalık aslâ tanınmamış, Merhûm Müftü Efendi Hazretleri, Allâh Azze’nin hâkimiyyeti dışında hiçbir iblisliğe boyun eğmeden, “Hukûkuna mâlikiyyet!” ne ise, onun icâbını yerine getirmişdir… Müslümanların ve Müslümanlığın tepesinde, zerre kadar utanmadan (vesâyetçi) zorbalıklarını devâm etdiren modernist, oryantalist, revizyonist, deformist, layik (ateist) adam, madam, sistem, hükûmet ve rejimlerin, hiçbir emir ve ilânları, şer’an kat’iyyen mu’teber ve nâfizü’l-hüküm olamaz, sûret-i mutlakada keenlemyekündür… Hiçbir devlet, velev ki, hükûmet-i hılâfet dahî, müslümanların hukûkuna menfî ma’nâda burnunu sokub, “Ben ne dersem o olacak!” eşkıyâlığına soyunamaz; ve hâkezâ, “Her vilâyet veya eyâlet, benim dediğim günde bayram yapar!” nânesi yiyemez!
Müslümanlar da, hukuklarını, zerresine kadar muhâfaza ve müdâfaa etmek adına, “Hâlık’a ısyân olan yerde mahlûka itaat etmemek!” ile sûret-i kat’iyyede mükellef ve muvazzafdırlar… İslâmiyyet, “Tevhîd Dîni” olarak zaten, işte arza bunu getirmiş, buna göre yaşanmasını da, ilk ve baş emir olarak ins ü cinne buyurmuş ve duyurmuş… Bugün dünyâda, nice sarık cübbeli hoca ve reis kılıklı şeytanlar vardır ki, millet-i İslâmiyye’nin cehâletini fırsat bilerek, onların hukûkunu ya hıristiyan ve yahudilere “hoşgörü ve diyalog!” hezeyanları gaseyân ederek satıyor; veya, çeşitli partilerin sarıklı politikacıları olarak, müslümanları, başlarındaki patronlarına pazarlamanın dümenlerini ve fırıldaklarını çeviriyorlar!
Ve daha düzinelerce iblis, din tüccarlığı ile menfaatlerini tepe tepe yığmanın peşindedir ki, Allâh Azze ve Celle topunun da (be.âsını) tez zamanda ve mübarek günler ve saatler hürmetine tepelerine indirsin; ve cümlesini de kahr u perîşân ve tedmîr eylesin!
Büyük Dâhî ve Şeyhülislâm’ın satırlarına devam edelim:
“-Ammâ nücûmî hesablara mürâcaat olunmadıkça oruç ve namazın vakti pek doğru bir sûretde kestirilemiyormuş… Ne zararı var!. Mal sâhibi böyle isterim, böylece kabûl ederim dedikden sonra bizim vazifemiz taayyün etmiş ve tereddüde mahal kalmamışdır.”
“Meselâ oruç bahsinde: “Ramazan (hilalini gördüğünüzde orucu tutunuz.) Ramazan sonunda da hilâli gürdüğünüzde iftâr ediniz. Ammâ bulut onu örtmüşse (Ramazan ayını) 30 gün olarak kabûl ediniz.” buyurulduğu içün, “hilal”i görebilirsek tutmak ve bayram yapmak, göremezsek “Şa’ban” veya “Ramezân”ı 30’a tamamlamak borcumuzdur. Ammâ bununla isâbet vâki’ olmıyacakmış. Ramazan’dan bir gün Şa’ban’a veya Şevval’den Ramazan’a geçecek, yahud Ramazan’dan bir gün kaybedilecekmiş gibi geliyorsa da meşru’ usûlüne uygun olarak her kaç gün tutuldu ise, hakikatde Ramazan ondan ibâret olarak ne eksik ne fazla, ne ileri ne de geri bulunacakdır. Sanki “şer’î Ramazan”la “takvimî Ramazan” biribirinden farklıdırlar.”
“Bütün bunlara sebeb de ilâhî emre harfiyyen uygun hareketin taleb edilmiş olmasıdır. Çünki ibâdet, ma’bûdun veya Rasulü’nün sözünü tutub tutmıyanı ayırt edici bir imtihandan ibâret olub, arada mutlak ganî olan ma’bûdun görülecek hiçbir işi yokdur ki, o işi bilâhare diğer bir yolu keşfedilmiş olsun.. Zaten her hususda emre tam ma’nâsıyla riayet eden hizmetçi, emirde sebeb arayan, ona ma’nâ veren hizmetçilerden daha çok makbuldür.”
Şimdiki “laik, dembokratik, sosyal hukuk devletiyiz” diyen rejimlerin maaşlı me’murları, sarık ve sırmalı cübbeler içine gizlenerek, bir yandan da Allâh’ın hizmetçileriymiş kılığına giriyor; ve sâdece Allâh Azze’nin “Emirlerinde sebeb aramakla” kalmıyor, Cenâb-ı Hakk’â, astronomik rasathâne tanrılarının yamuk-yumuk hesablarını da ders verib öğretmiye kalkışıyorlar!!!
İşte, “Osmanlı Hılâfeti” ile “Kamâliyye Cumhûriyyeti” arasındaki en mümeyyiz fark, budur; birinde insanların Rabbi Allâh Azzedir; ötekinde ise -hâşâ ve kellâ- Allâh Azze’nin de Rabbi, pozitivizma ve modernizma kelleli lâyık, dembokratik ve cumbokratik insanlar… İki tarafda da, nâmütenâhî bunca farka sâhib, fakat iki dinin de adı: İslâm!!!
Merhûm’un satırları:
“Hele ibâdetde bizim yanlışlık veya eksiklik zannetdiğimiz şeyden Halık’ın hâşâ ziyân etmek ihtimâli yokdur. Emir hâricinde gösterilecek faaliyet ise, âmir ile me’mûr orasındaki idrâk mertebelerinin farkı nisbetinde muhâtaralıdır. Meselâ çok çalışkanlık edib de, sabah namazı 3 rekat kılınmış olsa, iki yerine de kabûl olunmaz büsbütün bozulur.”
Merhûm Seyhülislâm, gün gelecek, Allâh Azze’nin emirlerini beğenmeyib onları düzeltmek içün taa dünyanın bir ucundaki Capetown’lara kadar gitmeyi planlayan, böylesine “ÇOK ÇALIŞKAN!” ve “idrâk mertebeleri” pek âlî kulların peydahlanacağını (!) veya zuhûr edeceğini, sanki bir asır kadar evvel kerâmeten görmüş; ve aklı başındaki müslümanlara, o zamandan beri yol göstermiş ve onların dalâlet ve sapıklığa gömülmelerine böylece sedd çekmek istemişdir… Rahmetullâhi aleyh… Merhûm’dan alacağımız son satırlar ise şunlar olsun:
“Allâh Teâlâ’nın beyan buyurduğu amel yolu terk olunarak telgrafla da amel edilemiyeceği gibi, bu, kat’iyyeti hâiz olmadığından, muteber de değildir. Çünki o, meydanda olmadığı içün gâib, gâib olduğu içün mechul bir şahsın kumandasına tâbi’ bir cansız mahlukdan ibâret bulunduğu cihetle, DİN nazarında, Allâh’ın medhine mazhar olan insanların şehâdeti derecesinde bir kuvveti hâiz olamaz. Ammâ dünya işlerinde işimizin geri kalmak ihtimâlini bertarâf içün ihtiyat olarak bu gibi vasıtalara itimad ederiz.” (İslâm’da Münâkaşaya Hedef Olan Mes’eleler, Tab’ı Târihi 1974, sh: 39-40)
Elhâsıl, çıplak gözle ve îmân sâhibi insanların şehâdeti ile hilâlin rü’yeti esasa bağlanmış; ve 15 asırdır da müslümanlar bu Allâh emrini, O’na, Rasûlüne ve müslümanlara tebean tatbik ve edâ ederek yaşamış; ve bundan sonra da biavnihî Teâlâ böylece yaşıyacaklardır… Nice aşşağılık duyguları içinde bunalıb çırpınan “Psikolojik ve astronomik SORUNLARI ve KURUMLARI!” olan layik ve dembokratik, maaşlı mahkûm ve mecbûr ruhbân ve ahbâr sınıfları istemeseler de…
Şu satırlar da, ŞEYHÜLİSLÂM MUSTAFA SABRİ EFENDİ HAZRETLERİ’ne âiddir (Rahmetullâhi aleyh ve rahmeten vâsia) :
“… Keennehû Ramazân-ı Şer’î ile Ramazân-ı nücûmî yekdiğerinden farklıdır. Bütün bunlara sebeb de, ibâdetde evâmire harfiyen tevfik-i hareket matlûb olmasıdır. Çünki ibâdet, Ma’bûdun veya Rasûlü’nün sözünü tutub tutmayanı temyiz edici bir imtihân ve ibtilâdan ibâret olub, arada Ganiyy-i Mutlak olan Ma’bûdun, görülecek hiçbir işi yoktur ki, o işin bilâhere diğer bir TARÎK-İ VUSÛLÜ KEŞFEDİLMİŞ OLSUN!”
İşin içine DİB revizyonistleri girince, daha kimbilir neler keşfedilecek; ve daha, beğenmedikleri Allâh’ın Dîninde, daha ne düzeltmeler ve payandalamalar yapılacak; ve ortaya, bütün dinlerin de hoşuna gidecek bir hümanizm ve feminizm hamûlesi halita ve haltlar çıkarılacakdır!. Beğenmedikleri Allâh Azze’nin dîninde, kendini beğenmeyib “Estetik ameliyâtı” yaptırarak genç ve dinç birer avrat olacaklarının hulyâlarına dalanlar; veya bazılarının “kedicikleri” gibi olanlar, bunları, topyekûn dinde de yapma çılgınlığı ve azgınlığına yuvarlanan adam ve madamlardır!. Bunlar, “Şer’î ve nücûmî hilâlin” ne demek olduğunu ağızlarına bile alamaz; ve Allâh yolunun bu kadar yabânîsi bulunurlar!. Bunların, cür’etkârca fırlayışlarının, nalbandın, beyin ameliyâtı çılgınlığına son derece tabii imiş gibi dalış manzarasından hiçbir farkı da olamaz…
Osmanlı ulemâsından BÜYÜK MÜFESSİR MUHAMMED HAMDİ EFENDİ HAZRETLERİ’nin de (Rahmetullâhi aleyh ve Rahmeten vâsia), bazı satırları nazara alınırsa, mes’elenin, artık hiçbir anlaşılmıyan ciheti kalmıyacakdır: sanırız:
“… Hadîs-i Şerîf’deki (lâ nahsebu) cümlesini ekalliyetin (nahsebu) da’vâsına muârız görmemek garibdir. Cenâb-ı Peygamber (biz bu babda hesâb yapmayız) buyururken, buna karşı (biz hesâb yaparız) demekden daha büyük MUÂRAZA (karşı gelmek) mi olur? Sonra Şerîat, eyyâm-ı şehri tam yirmidokuz veya tam otuz i’tibâr edib, şehrin (ayın) mi’yârını gâyet basit ve kesirsiz bir sûretde tesbit etmek isterken, buna karşı küsûratdan aslâ vâreste olamayan; ve şehri, tam 29 veya tam 30 olarak gösteremeyen hesâbâtı mi’yar ittihaz etmeye çalışmak, şer’ ile (Şeriatla) müteârız (Şeriatın hududuna tecâvüz) değil de nedir?… Hesabın mi’yar olabileceğine dâir, velev îmâ olsun isbâtî sûretde bir nas irae edilmiyor. (Gösterilmiyor). Binaenaleyh, biz oruçlarımızı YA ŞÜHÛD veya TEKMİL-İ SELÂSÎNE istinâd ederek ya yirmidokuz veya otuz tutmaya MECBÛRUZ. Çünkü (yirmidokuz küsur oruç!) tutulamayacakdır…”
Artık apaçık anlaşılmaktadır ki, orucun da, bayramların da, haccın da, kurbanın da, hicrî (kamerî) takvimin esas alınmasıyla yürütülecek topyekûn ibâdet, muâmelât ve şer’î ahid ve akidlerin de, “hilâl ve kamerî evkâta göre” yürütülmesini istiyen YARATICI ALLÂH AZZE HAZRETLERİ, hiç kimseyi, “dünyanın her yerinde aynı gün oruca, hacca, kurbana ve bayrama başlıyacaksınız!” diye mecbûr tutmuyor!. Kim aksini söylüyorsa, o bir sapıkdır, gerzekdir, echeldir; veya İslâm düşmanıdır, fitnecidir… Neden böyledir? Çünki öyle demiş olmakla, Allâh Azze’ye iftirâ atmakta ve Cenâb-ı Hakk’ın istemediğini, O istemiş gibi göstermektedir…
Yukarıya iktibas etdiğimiz ulemâ ve dinde otorite ve gerçek mütehassıs, fakih, müfessir, şeyhülislam ve allâmelerin satırları kat’iyyen ifâde ediyor ki, Cenâb-ı Hakk “Rü’yet-i hilâlde bulunun, gördüyseniz başlayın, görmediyseniz o ayı 30’a tamamlayın” buyuruyor!. Mutlak irâde böyle… Bu irâdenin karşısına mecâzî, i’tibarî ve izâfî, beşerî, hatta modernist felsefelerle, çürümüş ve cılklaşmış akıl ve mantıkla çıkmak ise, insanlığa bir lekedir!. Bu aynı zamanda şunu da demekdir:
“Ey Âdemoğulları!. Bu gün, hesab, rasat, masat, kesat, fesâd, takvim ve “müsbet ilimler putu” gibi şeytanlığa âlet edilebilecek vâsıtalar, o kadar dehhâmeleştirilmişdir ki, bunların karşısına çıkıp (Hilâli rü’yet etmek) gibi iptidâî telâkkîlerle çıkmak, “Hafizenallâh” Kıyâmet’in kopması, dünyânın dengesinin bozulması, aklın ve modernitenin sıyırması demekdir!. Astronomik, lâyık, ateistce ve global kabûller yerine, 15 asır evvelki çöl telâkkîlerini koyarsak, kabuklu dünyâ ve tahâretsiz bâtıl ve kâtil Haçlı Batı, bize (TERS) tarafından bile güler!. Biz, biz olamayız, biz olursak, biz bundan utanır ve sıkılırız! Bu devirde, “Siz, çöl kânunlarından hâlâ kurtulamamışsınız!” dedirtiriz!. Biz, 15 asır evvelki din anlayışını beğenemeyiz, onu “kutsayamayız!”
Herşeyin bir haddi ve hudûdu var, astronomi ile dîn teârüz ediyor işte!!! O zaman da biz, astronomi tarafında yer alır; ve “hilâlin rü’yeti” denilmesini, Kıyâmet’in büyük alâmetlerinden kabûl ederek, bundan sür’atle uzaklaşırız… Eskilerin fikir ve beyanları artık hükümsüzdür, onlar gerilerde kalmışdır. Yardakoğlu veznindeki Bardakzâde selefimizin de, resmen ve alenen ünlediği gibi “Biz re-viz-yo-nis-tiz!”
DİB denen ve rejim tarafından “T.C. Tapu kadastro müdürlüğü” mevkîdaşlığında görülen bir yer içün, ateist ve kamalist Prof. Mümtaz Soysal bile, televizyonla bütün dünyâya şunu i’lân etmemiş mi idi:
“Diyânet İşleri Başkanlığı, dinin, cumhuriyet ilkelerine uygun olmasını sağlıyan bir kurumdur!”
1924’de, işte bunun içün kurulan bir kurum (baca kurumu ile karıştırılmasın) elbetde ki “hilâl-i şer’î” diyemez; ve elbetde “hilâl-i nücûmî” der, 15 asırlık VAHİY ile “muâraza eder”; ve tutar bütün tanâkuz ve tezâd rezâletlerinin altına girerek, bu sefer de cenûbî Afrika’nın Capetown denen izbelerinde kaybetdiği keçilerini ararcasına “hilâl” aramaya soyunur!
Soyunur ammâ, mıntıka-yı memnûasına kadar da her münhanisi ıyân olur, görünmedik hiçbir yeri ve seri kalmaz, meydanda sırıtır gider…
Bunca ulemâ satırlarına ve beyanlarına rağmen, hâlâ hakîkatı kabul etmeyib de, (iblis) gibi inâd edenler olursa, onlara da, “Nasibsizler sürüsü ve kalbleri mühürlüler gürûhu” demekden başka, ne gelir elden!?. Ebû Cehil de, gözleri önünde tecellî eden mu’cizeler karşısında, “Gene sihir yapdın!” der de, bir türlü küfr-i inâdîsinden bir milimetre geri adım atmazsa, artık bizim, bunca nasibsizlikler karşısında, başka yapabileceğimiz ne olabilir?
Capetown seyyahı pırasasör GÖRMEZ, sarık-cübbeli ruhbanbaşılığı (Yar..koğlu) denen “Revizyonist felsefe bağımlısı” nasibsizden ebedî devraldığını sanıyorsa aldanır!. Günü gelince o da politikacı tanrıların hışmına uğrayıb karanlıklara gömülüb GÖRÜNMEZ bir GÖRMEZ edilecekdir…
Vesselâmü alâ menittebeal hüdâ!
(İntişârı: 14.10.2013)
Son tashîh ve ilâvelerle: 23.05.2018 / 22:00