Bugün dünyâ, şirkin hâkimiyyetinde (elinde) bulunduğu içün, böyle bir vasata (mutlak hakîkatı) anlatmanız pek müşkildir. Büyük Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri “Müşriğin hücceti olmaz” derken, son derece mühim bir hakîkata işâret buyururlar. Şirkin hücceti olmadığındandır ki, onun, “tanrı=ilâh” telâkkîsi, ne akıl ve ne de mantık hudûdunda kalır; işine nerede ne gelirse, orada ona göre hareket eder; ve bunun içün de, “adâlet, insâf, vefâ, dürüstlük, hakîkat” gibi mefhumlar, onlarda dâimâ indî, nisbî ve izâfî (kurbağaca göreceli) kalmıya mahkûm olur. Bu i’tibarla da, dünyâya hâkim kılınan beşerî sistemlerle yürüyen devlet veya hükûmetlerin istisnâsız bütün “politikacı sihirbazları” (bu terkib de Şeyhülislâm Hazretleri’nindir) aslâ “sözlerinde duramaz”; ve mütemâdiyen biribirini nakzeden beyanlarla milletleri ve yekdiğerlerini kandırır gözboyarlar… Bu, şeytanîliğin, insan görünen iblisler eliyle, “politika” denilen “gözküllemeye” aksetdirilişidir… Şu anda bu seviyesizliğin dışında kalan bir tek politikacı, (dünyâ üzerinde) yokdur ve gösterilemez. Çünki, dediğimiz gibi dünyâya zorla dayatılan beşerî sistemlerin (fıtratı) budur; ve bunun dışında kalmak istiyeni derhal ehlîleştirmek üzere tornadan geçirir, darbe ile tesviye veya tasfiye ederler…
İdârî ve siyâsî sistem, bütün (teknik yapısını) Haçlı Avrupa standartlarına tapınırcasına onlardan aldıkları içün, bu sistemin “halkların irâde ve hâkimiyyetini” ön plana çıkardığı hâlde tam tersini ortaya koyarak, belli bir (üst kademe) idârecileri=seçilmişleri (tanrılaştırdığı), gören gözlerce hemen farkedilecekdir. Her fırsatda “halkın hizmetçisi” olduklarını ve “mutlaka halkın dediğinin olacağını” ve kendilerinin ASÎL olan halkın “vekîli” olduklarını ve “asîlin dâimâ vekilden üstde bulunduğunu” söylemelerine rağmen, ortada öylesine iğrenç ve çirkin bir aldatma ve kazıklama vardır ki, halk, yani “asîl” denen tabaka suç işler işlemez derhal tevkîf edilib mahkemeye çıkarılabildiği hâlde, “vekîl” denilen “tanrılaştırılmış tabaka” ne tevkîf edilir ve ne de mahkemeye çıkarılır!. “Dokunulmazlık=mes’ûliyyetsizlik, masûn oluş” denen zırh, onlardan nice ıkıntı ve sıkıntı ile çıkarılmadıkça onlara aslâ dokunulamaz…Sistem, böylesine bir (aldatmaca temeliyle) yürütülür… Kânûn-ı esâsî tanrılaştırmasında buna, “masûniyyet-i teşrîıyye” deniyor; ve tanrılar bu tip bir muhâfaza ile zırh içine alınıb korunuyorlardı… Haçlı Paris aldatması ve gözküllemesi olan bu düzenbazlıkla “asîl” muhâfazasız, önünde eğildikleri “vekîli” ise muhafaza altında oluyordu; ve bu da, bu adam ve madam sürülerinin “adalet” dışı adâletlerinin yani (zulümlerinin) bir başka cihetden sapıklığıydı… Allâh’sızlığın olduğu yerde, idâre eden ve edilen, biribirlerine mutlaka bu kabil bir kazık atmanın mecbûru ve mahkûmu bulunacakdır… İki taraf da, üzerlerinde (mutlak bir kudret) tanımadıkları müddetçe, bu netîce kaçınılmazdır; bunun aksi muhâldir…
Bu i’tibarladır ki karşımızda, böylesine çıkmazları olan beşerî tuzaklar vardır; ve “Yeni Dünyâ Düzeni” diyerek “Türkçe Olimpiyatlarında müştehad, garîb ve bîkes dünyâ kızlarını” bağırtan FETTO; veya Kayserili Ekselans Hacı Abdullah Efendi’yi sağ elini ceketinin düğmeleri arasına sokturarak “mason” işâreti ve hüviyeti ile internetlerde i’lân eden, böylece de onları, kendi şeytanlığında kullanan “YENİ dedikleri eski bir dünyâ” vardır diyoruz!
Siz, böyle bir dünyânın, Allâh Azze’yi (hâşâ) nasıl yok sayarak, insan denen mahlûku nasıl “dokunulmazlık zırhı” içinde kurşun geçirmez ve “çeliğine şirkle su verilmiş” yeleklerle kuşatıb “TANRI” yapdığını neden düşünmez de, sürülerin gitdiği istikâmete doğru akıb gidersiniz?. “Müslümanım” diyenin her noktadaki zarûrî tevhîdini neden “nesillere” aksetdirmez de, “Âsım’ın nesli, yok Hâlûk’un nesli, yok bilmem ne Fetulla’nın altun nesli, yok cumbokrasi nesli, yok kamalın, adamın, madamın, yok kurdun kuşun nesli” diyerek onları bölük börçük edenleri; ve bunları da, “Yeni Dünyâ Düzeni-Yeni bir dünyâ kuracağız” diye, ne dediğini kimi bilir kimi bilmez cıyak vıyak bağırtanları; (dembokrasi (?) gemisine tıka basa istif etdikleri) bu zavallı nesilleri, o bir tek merkeze bağlı dünyâyı kurmak üzere tek devletli bir proje elinde esir ve rehin tutanları, nasıl görmezsiniz?. Sonra bu bîçâre nesiller, kimi bilir kimi bilmez, bu bir tek devleti, yüzlerce “sömürge veya eyâlet vâlisiyle” idâre etmenin kendinden geçmiş propagandist ve dâîleri olarak yetiştirilmek istenenleri değil midir?. Britanya adasının localarında projeler çizilecek, çıfıtın Tel-Aviv gibi merkezleri bunu tasdîk edecek, ABD ve AB terör fırlatma ve yerleştirme merkezleri de “koynunda beslediği yılanları” ve “dost ve müttefik Amiral gemileriyle” biri sağdan biri soldan dolaşıb bunları tatbîk ile, hayâta, yani (dil kurumu kurbağacasıyla yaşama) geçirecek…
(Parantez içinde hemen beyân edelim ki, soba (kurumu) olduğu gibi, dil (kurumu) da “Türk Dil Kurumu” olub, dünyâ târihindeki en sıvaşık ve kara kurumlar, bu ve Târih kurumlarıdır!.)
Tanzimât’dan bu güne kadar devlet zirvelerine çıkmasına göz yumulan nicelerinin, sonunda Kayseri Gül’ü gibi “mas.n” yapılarak adı geçen projenin mahallî mîmarları kılındığı, nice vesîkalarla ve internetde bir (tık)la önümüzde değil midir?. “Mücâhid bilmem ne” diye önlerinde kitlelerin bağırtıldığı; hatta eşeğe bindirilir gibi “millî bilmem ne söğüş” gruplarının sırtlarına yüklenen nice “parti liderinin, hacı-hoca ve takkeli sırıtkanların”, nice “müncînin-kurtarıcıların” ve nice “yüksek rütbeli paşaların”, “Akın İpek” gibi, salya sümük va’z kürsülerinde ayılıb bayılan fetto misillü adamların sağ, sol, ön ve arka kollarının nasıl hipnozlandığı; dolayısıyla adı geçen beynelmilel projenin mürîdânı, gönüllüsü ve meccânî beslemeleri kılınarak, nasıl “loca baykuşlarına” çevrildiği; bütün bunlar artık bir tuş veya buton denen nesne ile önünüze, ayaklarınızın dibine dökülmüyor mu? Artık bu “mason” etiketi taşıma modası, şu kancığı bol ve sermâyelerini teşhir pezevengi; ve son sistem lüks ve ancak a’zâlarına mahsûs kerhâne mûcidi o “hoca” adı da olan cenâbet herife kadar, bugün, o “internet denen iblis kutusunun” her an ve her yerde bağırdığı lâ’netli vâkıalar arasında değil midir?.. Bunların topunu da, “yeni denen dünyâ DÜZENİN” içinde mütâlaa etmemek mümkin midir?..
Fransız ihtilâl-i kebîrinden i’tibâren insî şeytanların “ o hep yeni denen dünyâ düzeni”, ivmesini her geçen gün biraz daha sinsice yükselterek; ve bütün dünya milletlerine aynı siyâset ve idâre (tekniğinin) kâide ve düsturlarını “laiklik, liberallik, cumhuriyet ve dembokrasi” gibi narkozlu yemler olarak yalatdığı da aslâ inkâr edilemez… O Batı denen lânetli, böylece, kelime fuhşuyla imansız ve beyinsizleri başdan çıkararak, onları kazıklara çakdı ve zincire vurdu!. Haçlı Batı, âdemoğlunu (tek tip) öyle mahkûm sürüleri hâline getirmişdir ki, bu “dokunulmazlıkla tanrılaştırılanlar”, işte bu mahkûmların gönüllü olarak ve bizzat kendi (oyları) ile tebaiyyet ve velâyet verdikleri ve böylece sırtlarına aldıkları çok “saygıdeğer tanrılar” yani gardiyanlar olmuşlardır!. Tabii siyâset literatüründe bu gardiyanlar, “çok sayın mevki’daş ve ekselanslar” denilerek de dile alınır; ve öylece de en ön saflarda “halklarının hakk, hukûk, guguk ve yüksek menfaatlarını” en başda düşünen (!) ve bunun içün “kelle koltukda ve hatta Amerikan bezinden kefenlikleri de koltukaltlarında” dolaşan yiğitler ve hatta babayiğitlerdir?!. Bu makam ve mevki şehvetiyle ne oldum delisi olub gözleri kararan böyyükbaşlar, çok iyi de bilirler ki, politika ve idâredeki “batıdan” kopyalama bu (teknikler), kendilerini eyâlet vâlisi ve onun uşakları yapan, o (bir tek devlete) açılıcı projelerin tatbîkinden ibâretdir!.. Ama olsun, gâvur da verse, eyâlet vâliliğindeki saltanat da saltanatdır…
Aynı ilâcın farklı bedenlerde ve değişik hastalıklara karşı aynı te’sîri göstermiyeceği nasıl bir hakîkat ise, Haçlı Avrupa’nın uydurduğu politika ve idâre (teknikleri) de, her milletde ve her coğrafyada çok değişik hatta gebertici netîceler (reaksiyonlar) meydana getirebilir, getirmişdir de… “Dembokrasinin beşiği” dedikleri İngiliz gavur adasındaki “dembokrasi” neticeleri ile, onun, Lozan’da “Osmanlı küllerinden” kurdurduğu sistemin “cumhûrî dembokrasisi”, kat’iyyen aynı netîceyi vermiyecekdir!. Hâl-i hazırdaki Anadolu ve “Ortadoğu” fâciası da, bunu pek güzel isbât ediyor… İngiliz bunu çok iyi bildiği içündür ki, dünyanın her tarafında ona hâkimiyyet yollarını açacak bu (teknik) sistemleri her yere çakarak, oraları elinde tutarak (ayar) peşindedir!.. Kendi adasının târihinde “cumhûriyeti” denemiş, bunun bir (halta) yaramadığını ve devamlılık getiremiyeceğini görmüş, sonra da, asırlardan beri, (KRALLIK) ile hayatının devam edeceğine kat’iyyen karar vermişdir! Fakat sömürmek ve çürütmek istediği dünyaya, “devamlılık getiremiyen, teröre dâimâ açık cumhûrî dembokrasiyi” dayatmışdır… Mahallî, ahmak ve köksüz “tanrılar” da, “bize bu sistem dokunulmaz tanrılık makam ve mevki’leri veriyor” dedirten bir taptırıcılığa sâhib kılındıklarından, bu sistemin meccânî ve gönüllü misyonerleri olmayı aslâ bırakmak istemezler… İngiliz ve şürekâsı, işte böyle bir sihirli değnek ile “dünyâ kalpazanlarına dokunulmazlık tanrılığı” yani narkozlu elma şekeri yalatır! Böylece de, bu tanrılar, burun sürten bir zilletin fâsid dâiresi içine hapsolarak, hem kendilerini ve hem de halklarını terör belâsı içinde süründürür giderler… Topraklarında güneş batmıyan (Kraliyet) de, bunu, çekildiği adasından ve oradaki sarayının (fitne) tezgâhlı hücrelerinden, tatlı tatlı seyreder!
İşte “dembokrasiyi” kendisine “şifâ”, düşmanlarına “belâ” yapan o meşhûr “İngiliz siyâseti” denen beynelmilel cadının (hortlağın) “çağdaş-devrimbaz-uygar-hümanist-feminist-kapitalist-faşist-liberal-laik-seküler ve bilmem ne ve neler” keyfiyeti budur… Kendi iğrenç (değerlerini) de böyle nice ambalajlara sararak, “tımarhâne kaçkını” gerzek sürülere durmadan tekrar etdirerek onları bu değerlerden aslâ kopamaz bağımlılar hâline getirmesinin sebebi de, onları gardiyânına aşık etme hedefidir… Böylece, gönüllü olarak, kavimleri, ırkları, halkları, biribirini kırıb döken dişliler hâline getirmek çok kolaylaşacakdır!… Darbeler, muhtıralar, gezi parkı eşkıyâlıkları, fetö kıyâmları, terörün envâı, zırvalardan zirvelere okkalı soygun ve vurgunlar, zulmü “adâlet” diye milletlere zorla içirmeler, kadınları hâne kaçkını sokak süpürkeleri hâline çevirmeler, “islâmî” diyerek çeteler uydurmalar, “kurtarıcı ve önderler” imâl etmeler, kancık ve kahpe politikacı sürüleri üretmeler, kaypak ve fikir fâhişesi nesiller ve edebiyatçılar (!) ve homongolos sanatçı (!) pislikler sivriltmeler, hulâsa memleketleri puthâne, heykelhâne, fâizhâne, meyhâne, kerhâne ve kumarhâne harâbistanına benzetmeler.. gibi nice insanlık ve İslâm’lık dışı hâinliklerin ana sebebi, bahis mevzuu etdiğimiz bu İngiliz ve şürekâsı güdümlü HAKK ve HAKÎKAT kâtili idârî-politik (teknik sistem)ler ve Haçlı Avrupa “kıymet hükümleridir!”
Ne acıdır ki, bu ana mes’eleye el atan kalem erbâbına bugün rastlanamadığı gibi, tam tersine, yevmî magazin ve dedikodu havâdisleri ile ehâli-i etrâk ve ekrâd, mankurtlaştırılıb kurtla insan arası, Darwin yahudisinin hayâlhânesini şenlendiren vahşî bir Homo sapiens maymunu hâline getirilmektedir…
Gelelim kendisinden başka hiçbir beşerî sistemin “BEN MUTLAK HAKÎKATIM” diyemediği, hatta atıb sallamak kabilinden bile, palavra olarak dahî diyemediği Allâh Dîni İslâmiyyet’e ki, nice yüzmilyonların sözüm ona “dîni” diye bilinir!
Allâh Azze’nin Dîni olan Mutlak Hakîkât İslâmiyyet’de, hiçbir insanın, tanrılaştırmanın fuhuş ortağı yapılan “dokunulmazlığı” olamaz ve düşünülemez. Bu DÎN, bundan mutlak ma’nâda münezzeh ve müberrâdır… Kim olursa olsun, istisnâsız, hemen muhâkeme edilir ve usûli çerçevesinde (karar) tatbîk edilir. İsmet sıfatını hâiz yani haram (g&¨nâh) işlemekden kat’iyyen münezzeh ve muhâfaza altında bulunmalarına rağmen, Peygamberân-ı Izâm Aleyhimüsselâm Hazerâtı bile “zelle” denilen ictihâd hatâsından münezzeh değillerdir; ve onların dahî zelleleriyle devamlarına müsâade ve müsâmaha yokdur… Ana, temel ve umûmî kânûn, istisnâsız bütün insanların suçla, Peygamberlerin ise zelle denen ictihâd hatâları ile yola devamları kat’iyyen memnû’…
Kelâm-ı Kadîm, (Tevbe Sûresi 117. Âyetde) meâlen:
“Kasem olsun ki Allâh, PEYGAMBER ve Muhâcirîn ü Ensâr üzerine TEVBE ihsân etdi.”
Buyuruyor.
Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri de, bu meâle şu tefsîri getirmiş:
“…bir de murâd, tevbenin fazîletini ve HATTA PEYGAMBER DE DÂHİL OLDUĞU HALDE HİÇ BİR MÜ’MİNİN, TEVBEDEN MÜSTAĞNÎ OLAMIYACAĞINI BEYANDIR DENİLMİŞDİR.” (Tab’-ı Evvel, c. 4, s. 2632-33)
Ve üstelik de TEVBE, te’hîr edilmeden (geciktirilmeden) yapılmak zorunda…
“Günâhı işlemek bir kusûr olduğu gibi, tevbeyi te’hîr etmek de ayrıca bir günâhdır.” (Şer’iyye ve Evkâf Vekîli Muhammed Vehbi Konevî-Ahkâm-ı Kur’âniyye)
Böylece ins ü cinne öyle bir mesaj ve emir verilerek mutlak bir hakîkat ortaya konuluyor ki, (sübhân olan, noksanlıkların tamâmından mutlak olarak münezzeh bulunan, O gene mutlak kudret ve ilim sâhibi, mücerred, HÂLIK TEÂLÂ Azze ve Celle Hazretleridir… “Dokunulmazlığı” olan sâdece ve yalınız O; O’nun dışında ne varsa “dokunulmaz” olamaz, “dokunulandır, hesâba çekilme mecbûriyyetinde” olandır!… Peygamberlerine ancak O “dokunur” yani ONLARI ancak O yaratır, terbiye eder, zellelerini gene ancak O tashîh buyurur… Peygamberlerine tebean da, (mutlak tebaiyyet içindeki) alâ merâtibihim bütün “vazifelilerin” ve hiçbir ins ü cinnin “gayr-i mes’ûl oluşundan=dokunulmazlığından” bahsedilemez… Allâh Azze’nin zîakl ve zînefs mahlûkâtı, mutlak olarak mücerred “Allâh Azze’ye” karşı MES’ÛLDÜR; hesâb vermenin mecbûru, me’mûru, mahkûmu ve mükellefidir!. Çünki “hesâb vermekden müstağnî oluş”, Hâlık’ına karşı ins ü cinni azdırır, kudurtur ve kendisini “tanrı ilân etdirerek”, fir’avnlaştırıb nemrutlaştırır, şefleştirib dembokratlaştırır!…
Cihân târihindeki bütün “tanrıların” azıb kudurması, bu vesîkalı-vesîkasız “dokunulmazlık” denen iblisleşmeden neş’ed eder. Hatta şu PKK başındaki “İmralı cânisi” bile, bundan dolayı “ben tanrıyım” diye kitablar yazabilmektedir… Târîhe bakılacak olursa nice “kurtarıcılar”, nice “ucuz ve sahte kahramanlar” ve nice “diktatörler, führer ve şefler” de, “tanrı olduklarını” yazan adam ve madamlar besliyerek, onlar eliyle kendilerini “ilâh” ilân edecek kadar azıb kudurmuşlardır… Kulun böyle bir azması ise, insanlığa ve insanlara yapılacak en büyük ve iğrenç aşağılama; ve Allâh Azze’ye karşı da en büyük ve iğrenç BAŞKALDIRMADIR…
Bütün bunları, Kelime-i Tevhîd’in ilk cümlesi olan “LÂ İLÂHE” ile nefy ü reddetmek, Allâh Azze’ye mutlak olarak îmân etmenin; ve O’ndan başka “ilâh, tanrı, vâzı-ı kânûn ve bilmem ne” aslâ tanımamanın mutlak kânunları, lâ teşbîh iblis dünyânın diliyle “kırmızı çizgileridir!” Büyük Allâme ve Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“ALLÂH’A ÎMÂNDAN EVVEL KÜFRE TEVBE ETMEK ŞARTDIR. BU TEVBENİN ŞARTI DA, TÂĞÛTLARI ASLÂ TANIMAMAYA AZMEYLEMEKDİR.”
1789 ihtilâl-i müşrikânesinden i’tibâren de bu çizgiler aşındırılmıya öyle bir başladı ki, daha 87 sene geçer geçmez, 3000 yıldır (tek devletli dünya) ütopisi peşindeki yehûdiyyet; sonra bunu onlarla berâber devralan, o, Osmanlı içindeki “yeni dünyâ düzeni” içün amele (ırgat) yapılan (Hırant Usta takımı) masonlar, (Midhat, Zıyâ ve N.Kemâl) gibi üçlü mason triumviranın da zorbalığı ve Abdülmecid’e dayatmaları netîcesinde, vahyin “edille-i erbaası” yerine “Kânûn-ı Esâsî” denen (bugünün kurbağacasıyla anayasa) şirknâmesini oturtmıya muvaffak oldular… Bunun 5. Maddesi ise, bugüne de kanalizasyon akıtır şekliyle “dokunulmazlıkla tanrılaştırma” şirknâmesidir…
Bu “dokunulmazlıkla tanrılaştırma” şirki, Îsâ Aleyhisselâm Hazretleri Şerîatı’nın ve İncil-i Şerîf’in ortadan kalkmasından sonra peydahlanan Katolik Papalarının “Lâ yuhtî ve lâ yüs’el=hatâsız ve gayr-i mes’ûl=dokunulmaz” oldukları i’tikâd-ı müşrikânesi ile başladı… Adamlar, Roma putperestliğinden kalan inançlar istikâmetinde, bu putperestlikden pek çok artıklar toplıyarak, tanrılarının oğlu olan Jesus’un (Îsâ demeye dilimiz dönmüyor) yeryüzündeki vekilleri olduklarını; ve insanların kanını ve iliğini sömürmek içün de “hatâsız ve dokunulmaz” oldukları inancını religionlarının temeli yapdılar!
Yoksa o kadar arâziler, paralar pullar, mâlikâneler, endülijans muâmeleleri ile cennetden parsel parsel arâzî satışları, şatolar nasıl ortaya konulabilir; ve taciz görecek kadın, kız, çoluk-çocuk, sömürülecek kıt’alar, dize getirilecek krallar, boyun eğdirilecek ins ü cin ve neler ve neler, ele geçirilib ruhbân sınıfının ayakları ucunda kuzular gibi yumuşak meler hâle nasıl getirilebilirdi!?
1789 ihtilâlinin yehûdî ve ateist müşrikleri de her hâlde enâyi değillerdi!.
Onlar da, papa ve ruhbân sınıflarının bu binbir gece masallarının bile içine edecek kadar hayâl çatlatan ihtişam ve saltanatı, artık neden onlara geçmesindi; ve o “din görevlileri=ruhban sınıfları” yerine, biraz da onlar, neden bu nimet-i uzmâdan nasîbedâr olamasınlardı?.. İhtilâlcilerin, bu ruhbândan ne eksikleri vardı ki, neden “dokunulmazlık tanrılaştırması” ile onlar da “lâ yuhtî velâ yüs’el=dokunulmaz” olamasınlardı!? “Dokunulmaz tanrılar” olsalar, bu iş ne güzel yoluna girivermiş olurdu!. Milletin vekilleri (!?) korkusuzca her şeyi söylemeli, dillerine gelen her erâcif ve çamuru, küfür, şirk ve nifâkı hatta kenefi, biribirlerinin yüzüne gözüne bir güzel sıvamalı; ve “kürsü dokunulmazlığı”, yok “kürkcü soyulmazlığı” adı altında Kılçıkdâroğlu gibi “ananı, ana, a, a..” yollu iğrenç küfürlere kadar herşey, sövüb sayma ve yaka paça her çukur, havalarda uçuşmalı; ve halkda da böylece “ahlâk iflâsı” son haddine vararak çürüme hızlanmalı; ve böylece sürüleştirilerek, muhâkeme, ahlâk ve îmânı boşaltılan “ulus”, kolayca güdülebilir hâle getirilmeliydi… Evdeki hesab bu idiyse de, bunun çarşıya uymadığı, terör, darbe, muhtıra, kargaşa, soygun, vurgun, gezi, tozu, bilmem ne ve binbir belâ yağarak nihâyet anlaşılır oldu… İnsanların sürüsü, koyun sürüsünden farklı oluyormuş; hiçbir nizam tanımıyan, meğer vampir sürüleri hâline geliyormuş; yakıb yıkıb, öldürüyor, kendisini bile patlatıb ortalığı kan gölüne çeviribiliyormuş!
Basîret nasibsizleri ve Allâh tanımaz heykel ve putlar bu netîceye vâsıl olmadan, gözlerini hep “dokunulmazlık tanrılaştırmasına” takıb, herşeyin, sonuna kadar böyle “iç ba’de güzel sev varsa akl ü şuurun” kuduruşuyla gideceğini sandılar!
1789 ihtilâlcilerine dönersek:
Şii âyetullahlarında bile papaların Jesus’u yerinde bir “Ali îcâdı” olurken; ve onlar da Ali soyundan gelen “Mehdi-i Muntazar”ın vekîli olarak “lâyuhtî velâ yüs’el=dokunulmaz” tanrılar bulunurken; ve onlara, haramları helâl, helâlleri haram yapma salâhiyyetleri de tanınırken, Fransız ihtilâlcisi yahudi ve ateistlerine “tanrılaşmamak” yakışır mıydı?.
Büyük Müfessirimiz Muhammed Hamdi Efendi Merhûm bu noktada, şu muhalled altın satırları kalemine söyletir:
“….Nasrâniyyet târîhinde ruhbânın mukaddes tanınması ve papaların lâhuhtî sayılması daha resmî ve daha zâhir ve meşhurdur. Bunların emr-i dînde bile diledikleri gibi tasarrufa salâhiyyetdâr olduklarını, rüesâ-yı rûhâniyyenin kararları ve papaların emriyle dînin ahkâmı, Kitâb’ın en sarîh hükümleri bile değiştirilecek derecede te’vîl ve tahrîf olunabileceğini, namazlar, oruçlar ve bütün haram ve helâl, hakk u hukûk mesâili istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahların afvedilebileceğini, hatta Cennet ve Cehennem’in anahtarları papaların ellerinde olub dilediklerine satabileceğini ve buna hiç kimsenin i’tirâza hakkı olmadığını iddia ve kabûl edecek kadar İMTİYAZLARINI tanımışlardı ki, bu âyet bütün bunları ihtâr ile muâheze etmekde, hadîs-i şerîf de bunun asgarî mertebede menâtını tefsîr eylemektedir. Nasârâ’da sınıf-ı ruhbânın böyle bir İMTİYÂZ VE HÂKİMİYYETLE min dûnillâh ERBÂB ittihâz edilmesine “klarikalizm” ta’bîr edilmiş, ve sonra bundan şikâyetle Protestanlık zuhûr etmiş ….. ve bil’âhare BU İMTİYÂZ-I RUBÛBİYYET, SINIFI RUHBANDAN PARLÂMANLARA GEÇMİŞDİR.” (Tab’-ı Evvel,c. 4, s. 2514-15)
Apaçık görülüyor ki, 1789’a kadar “tanrılık imtiyâzı Papalarda ve ruhbân sınıfında” iken, artık bu târihden sonra Laik dembokratik cumbokrasinin temellerini atan Fransız yehûdî ve ansiklopedistlerine Allâhsız (ateistlerine) geçmişdir… Bâlâda zikretdiğimiz gibi bu “dokunulmazlıkla tanrılaştırma”, Tanzimat masonu triumvira tarafından, 1876 “kutsal metnine” geçirilecek ve 5. Maddeyi aynen şöylece okuyacağız:
“MADDE 5—Zât-ı Hazret-i Padişâhînin nefs-i hümâyûnu mukaddes ve gayri mes’uldür.”
Bu “mes’ûliyyetsizlik=dokunulmazlık” rezâletini Hazret-i Ömer Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretlerini o kumaş mes’elesi sebebiyle sîgaya çeken ve “seni kılıcımızla düzeltiriz” diyen sahâbî manzarasının yanına koy ve müslümansan seyret! Sonra da o K.Esâsî maddesini gene müslümansan, ayağının altına alıb çiğnemeden dur!
Aynı o rezâlet (5.) maddeyi, Fâtih Cennetmekân Hazretlerinin bir rum mimarla mürâfaa oluşunun yanına koy; ve müslümansan, gel de suratına tükürme… Yavuz Cennetmekân Hazretlerini muhâkeme eden Zembilli Merhûm’un, “karara i’tirâz ederse haddini bildireyim” diye minderinin altına sakladığı HANÇERLİ manzaranın yanına, bu “nefs-i hümâyunlu mukaddes (!) dokunulmazlık” şirkini koy; ve gene müslümansan, gel de bu maddeyi yerin 7 kat dibine geçirme!..
İslâm târihinde bu misâllerin haddi hesâbı yokdur!
Manzarayı görüyorsunuz: Osmanlı, ne zaman Osmanlı imiş; ne zaman haçlı Avrupa ve içdeki mason hâinlerin baskısı ile “ilerleme ve terâkkî” herzeleri yenmiye başlanılarak (Osmanlı) olmakdan çıkıb¨ (Ormanlı) olmuş, işte apaçık ortada…
Ve işte, târîhi manzara bu…
Fâtih ve Yavuz Cennetmekânlar zamanına “ilticâ ederek” i’tilâ ve şereflenme yerine, (3. Selim ve 2. Mahmud) ile başlıyan, 1839 “Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu”, yok, 1856 “Islâhât Fermânı”, yok 1876 “Kânûn-ı esâsîsinin mukaddesli mes’ûliyyetsizlik=dokunulmazlık” herzeleriyle devam eden, Haçlı Avrupa’nın şirkine (dömelme) ıkınışları…
Feto’nun, bugün Üstâd Merhûm’un beytini adîce ma’nâ saptırmasına iterek ve utanmazca da ıkınarak, “Sur’da bir gedik açdık” dediği hendekler, bin beter hâliyle1939’da, tâ o zaman kazılmıya başlamışdır!… “Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu, Islâhât Fermânı” çukurlaşmaları.. derken, 1856’dan 20 sene geçince de, 3 mason tiriumvirasının getirdiği o “mukaddes dokunulmazlık” şirki… (5.) maddesiyle K.Esâsî herzesi…
Buradaki “nefs-i hümâyûnun mukaddes ve gayr-i mes’ûl” oluşunun kabûlü, bu kânûn-ı esâsî denen şirk çıkınını devletin başına belâ eden o zamanki “yeni dünyâ düzeninin” eyâlet vâlisi üç mason birâderin buna gerçekden inanmasından değil; Osmanlı hânedân sistemini kaldırmayı gözlerine kestiremeyişlerinden ve fakat avuçlarına aldıkları ve almayı düşündükleri padişahları, bu “mukaddes gayr-i mes’ûllük” narkozu ile uyutarak, bunu, onlar içün değil, padişah adına hareket ediyor görünen (kendileri) içün kullanmakdı…
“Kânûn-ı esâsî”cilik üzerinden döndürülen mason fırıldağı, o zaman EN CAN ALICI NOKTASIYLA işte bu idi… Böyle bir ŞİRKİN olduğu yerde, ne İslâm’dan ve ne de O’nun (adâletinden) bahsedilebilirdi! İlahlığa kalkışanların olduğu yerde İslâm mı olurdu? Bu soytarı hâinliğini de, Abdülhamîd Cennetmekân Hazretleri içi sızlıyarak görüb idrâk etdiği içün, 76 şirknâmesi, 78’de (Büyük Halîfe Sultan) tarafından, 93 harbi sıkıntıları arasında büsbütün başa belâ olmasın, ileride de milleti çürütmesin diye, derhâl çöplüğe fırlatılıb atılmışdır… Artık 1908’e kadar, “tanrılıkları” çöpe giden “mason, jöntürk ve ittihadç ve haçlı eşkıyâların” nasıl salyalı ağızlarıyla HALİFE-i MÜSLİMÎN aleyhinde çalışacaklarını bir tasavvurl ediniz!
Anayasalı ve parlamentolu bütün dünyâ merkezleri, 1789 “Yeni dünya düzeni” diyen ve binlerce seneden beri “yeniliği” bir türlü bitmiyen (!) ve eskimiyen kadîm şeytanî DÜZENİN birer şûbesi ve masonik-ateist servislerinden başka bir şey değildir… Büyük ŞEHİD ve ÂLİM İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri ise, dünyâdaki bütün İslâm HÜKÛMETLERİNİN ne olduğunu, müslümanlarla içdeki gâvurların anlıyacağı bir dille şöyle beyân buyurmuşlardır:
“O’ndan sonra yeryüzünde ne kadar İslâm hükûmetleri gelmiş ve bundan böyle gelecek ise, cümlesi, işte o Peygamber-i Zîşân Efendimizin (Medine-i Münevvere’de te’sîs eylediği hukûmet-i İslâmiyye)nin ŞÛBELERİ; ve onun bir kolu olmak üzere meydâna gelmişlerdir.” (Mir’atü’l-İslâm, s.45, Tab’ı tarihi 1332)
Bu hakîkata, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi ile Müfessir Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazerâtının eserlerinde de aynen rastlamaktayız…
Medîne’de müesses hükûmetle onun dünyâdaki şûbelerinin bütün âmir ve idârecileri, islâmî edille karşısında “Nefs-i hümâyunları hiçbir zaman mukaddes ve gayr-i mes’ûl kabûl edilmemiş”; tam tersine, “Her zaman ve her mekânda HESAB verme MES’ÛLİYYETİ” ile yaşamışlardır. Târih, bunun en canlı ve bedâhat derecesinde şâhididir…
1876 Kânûn-i Esâsîsi denilen şirknâmenin tanzîmi, Mason Midhad Paşa’nın kurduğu “Cemiyet-i Mahsûsa” denilen ve 3 âzâsı haçlı gayr-i müslim, 10 âzâsı ise tanzîmâtçı herifden meydana gelen bir şebekenin uhdesine tevdî’ edilmişse de, mason Namık Kemâl’in uydurduğu ilk taslak, mason Midhad’ın hukukçu kâtibi ermeni (Kirkor Odyan) tarafından elden geçirilerek hazırlanmışdır… Bu şeytanın örnek aldığı anayasalar da, Fransa ve Belçika (anayasaları) ile, 1863’deki Ermeni anayasasıdır… Şu manzara, İslâm Târihindeki en netâmeli ve iğrenç bir yüzkarasıdır. Bugün, en basit bir mes’elede bile kendilerine aslâ güvenemiyen ve maymun taklidçiliğinin en pespâye şekillerini yaşıyanların ve “Batı’da böyle, falan Avrupa ülkesinde şöyle” diyerek haçlıların kuyruk altlarına sığınan böcek takımlarının bu cibilliyeti, işte tâ o zamanlarda başlamış, hâlâ da bütün iğrençliği ve şahsiyyetsizliği ile sürüm sürüm süründürerek devam etmektedir…
Bu işler içün dünyanın hiçbir yerinde görülmiyen “Avrupa Birliği Bakanlığı” gibi vekâletler ihdâs edib uydurmanın ma’nâsı nedir?. Kimlere nasıl (yaranılmak) hesab edilmekde ve fakat bunun binde bir fâidesi hani hangi hâdisede görülmektedir?. Böyle bir aşağılık duygusu ile haçlılara ayakları seviyesinden kafayı gökyüzüne kaldırarak bakmak, onlara “senin patronun, hatta senin ilâhın benim ulan gerinin de gerisinde kalmış güruh” dedirtmiyecek midir?
Bütün bunca rezâletlerin iç yüzünü, bir de en doğru şekli ile Merhûm Müfessirimiz Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin muhalled tefsîrden görelim:
“Allâh nûrunu, hakk-ı ulûhiyyet tecelliyâtını hoşlanmıyorlar. Sanki püf deyib söndürüvermek arzu ediyorlar. Ağızlarına bakmadan böyle bir CİNÂYET peşinde koşuyorlar. ALLÂH OLMASIN VE İŞLERİNE MÜDÂHALE ETMESİN, Hakk nûru parlamasın, cihânı tenvîr eylemesin, HÜKÜM KENDİLERİNİN OLSUN ARZU EDİYORLAR, YALANLA, İNKÂR İLE ALEYHİNDE BULUNMAK PROPAGANDA YAPMAK İLE HAKK U HAKÎKÂT SÖNER, HÜKMULLÂH ZÂHİR OLMAZ GİBİ FARZEYLİYORLAR DA KELİMETULLÂH’I KALDIRMAK, DÎN-İ TEVHÎDİN İNTİŞÂRINA MÂNİ’ OLMAK, AHKÂM-I İLÂHİYYENİN CEREYÂNINI DURDURMAK, ALLÂH’IN KİTÂBI’NI VE RASÛLÜLLÂH’IN RİSÂLETİNİ İBTÂL EYLEMEK, ALLÂH’IN KULLARINI LÂF İLE KENDİLERİNE KUL EDİB HAKSIZLIK ZULMETLERİNDE BOĞULMAK İSTİYORLAR.” (A.g.e., c. 4, s. 2516)x
Müfessir Merhûm, târîhî seyrine bâlâda kısaca temâs etdiğimiz 3. Selim zamanından günümüze kadar geçen 200 seneden ziyâde bir zamandır HAÇLININ ve ona taparlığın “Liberallik, LAİKLİK ve insâniyyet (hümanizma) kelimeleri altında” dünyâyı nasıl sömürmek ve çürütmek üzere bulunduğunu, iktibâs edeceğimiz satırlarıyla, “daha mükemmeli olamaz” dedirterek bervechi âtî şöyle tesbit ve teşhis buyurmaktadır. Bu satırlar, bugünki “GÖÇMEN PROBLEMİ” dedikleri kepâzelik ve rezâleti anlamak istiyenlerin de, Haçlı Avrupa’nın kapılarında sürünen müslüman garib gurebânın nasıl aşağılanarak istismâr ve istiskâl edilişini GÖRMEK (okumak) insâfında bulunanların dahî mürâcaat etmesi mutlaka ELZEM olan satırlardır… “Dinler arası diyalog ve Maryland denen yerlerde çift minâreli mescid-i dırâr” küşâdı gibi hâdiselerin nelere delâlet etdiğine de, yine bu satırlar ışık tutacakdır… Öyle ki, bunlar görülmeden, “dünya siyâseti” denen iblisleşmelerin hakîkatını ve derinlerdeki sırlarını ve perde arkalarını anlamak, bir müslüman içün aslâ mümkin olamaz…
Okuyub anlamıya çalışacaklar içün, işte o muhteşem TEFSİR satırları:
“…DİĞER DİNLER İSE, LİVÂ-YI TÂBİİYYETLERİ (hâkimiyyet ve idâreleri) ALTINDA DİYÂNET İ’TİBÂRİYLE KENDİLERİNDEN BAŞKALARINI YAŞATMAZLAR, HUDÛD-I VİCDÂNÎLERİ DÂR VE KISADIR. BUNLAR, KENDİLERİNDEN BAŞKASINA BİR HAKK-I HAYAT TANIMAMAYI DİYÂNETİN MUKTEZÂSI BİLİRLER. TANIRLARSA, YALINIZ SİYÂSETEN BİR ISTIRÂR (mecbûriyyet) İLE TANIRLAR. YAKIN ZAMANLARA KADAR HIRİSTİYAN DEVLETLERİN İÇİNDE, KENDİLERİNDEN BAŞKA BİR MİLLET YAŞATDIĞI GÖRÜLMEMİŞ VE BU SEBEBLE BUNLAR, BAŞKA DİNDEN OLAN AKVÂMA (kavimlere) HÂKİM OLAMAMIŞDI. SON ZAMANLARDA BU VİCDÂN DARLIĞINDAKİ MAZARRAT-I SİYÂSİYYEYİ GÖREN AVRUPA DEVLETLERİ, KATOLİKLİK VE PROTESTANLIK MÜBÂREZELERİNDEN (çatışmalarından) DOĞAN BİR HÜRRİYET-İ VİCDÂNİYYE DA’VÂSIYLA FRANSA İNKILÂB-I KEBÎRİNDEN SONRA, LİBERALLİK, LAİKLİK VE İNSÂNİYYET KELİMELERİ ALTINDA KELİME-İ NASRÂNİYYETDEN İNHİRÂFA (hıristiyanlıkdan uzaklaşmıya) DOĞRU YÜRÜMÜŞ; VE O ZAMANDAN BERİ DİĞER AKVÂM ÜZERİNDE HÜKÛMET TE’SÎSİNE YOL BULABİLMİŞLERDİR. FAKAT BU KELİMELER MÜSBET VE MERHAMETLİ UMÛMÎ BİR VİCDÂN-I HAKK TE’SÎSİNE DEĞİL, DİNSİZLİĞE VE HODGÂMLIĞA DOĞRU MENFÎ BİR GİDİŞ İSTİHDÂF ETDİĞİNDEN, TERAKKİYÂT-I İLMİYYE VE SINÂİYYESİNİ HAKKA RAPTEDECEK YERDE, BEŞERİYYETİ HAKK’DAN TEBÂÜDE, (uzaklaşmıya) VİCDANSIZLIĞA VE İHTİRÂSÂTA SÜRÜKLEMİŞ VE NETÎCESİ, İSLÂMİYYET’İN HAKÎKÎ VE MÜSBET HUKÛK-I HÜRRİYYET İLE İNSANLIĞA TE’MÎN VE TA’MÎM EYLEDİĞİ CİHANŞÜMÛL HAYÂTI, HAKK’DAN UZAKLAŞTIRMAK VE ISTIRÂBÂT-I HAYÂTI ARTIRMAKDAN İBÂRET OLMUŞDUR.” (Tab’-ı Evvel, c. 1, s. 196-97)
“Müslümanım” diyen her kademedeki süs tavuğu sahtekârlar, (Cübbeli ve sarıklı, hoca ve politikacılar da dâhil), bu satırları hece hece okuyarak anlamalı; Müslümanlığı nasıl şerefsizce kullanıb istismâr etdiklerini görmeli; “liberallik, LAİKLİK ve insaniyet kelimeleri altında DİNSİZLİĞE VE HODGÂMLIĞA DOĞRU gidilerek”, bunların, “beşeriyetin HAKK’dan uzaklaşmasına, VİCDANSIZLIĞA VE İHTİRÂSÂTA NASIL SÜRÜKLENİB HAYATDAKİ ISTIRABLARI DA ARTIRMAKDAN” başka bir halta aslâ yaramadığına akıl erdirebilmelidirler!
Meclislerinin duvarlarına
“Hakimiyyet bilâ kayd ü şart milletindir!”
Bâtılını asanlar, yürekleri yetiyorsa Müfessîr Merhûm’un yukarıda zikretdiğimiz şu gerçek HÜKMÜNÜ, onun da üstüne altın harflerle hâkkedebilmelidir:
“İMTİYÂZ-I RUBÛBİYYET, SINIF-I RUHBÂNDAN PARLEMANLARA GEÇMİŞDİR!”
Parlamanter Dembokrasi tanrılarına!
Büyük Halife Ömer Radıyallâhu Anh Efendimiz Hazretleri’nin sözü olan:
“ADÂLET MÜLKÜN TEMELİDİR!”
Hükmünü duvarlarda çürütenler de, yürekleri yetiyorsa şu sözü bunun altına hakkedebilsinler:
“HER İNSAN, YAPDIĞINDAN VE SÖYLEDİĞİNDEN MES’ÛLDÜR, DOKUNULAMAZ OLAMAZ. AKSİ HÂLDE BU, REZİL BİR TANRILAŞTIRMADIR; VE İNSANLIĞIN YÜZ KARASIDIR. VE O DOKUNULMAZLIK (MES’ÛLİYYETSİZLİK) ŞİRKİ KALDIRILINCAYA KADAR MUHÂKEME DURDURULDUĞU VE İŞLETİLMEDİĞİ (KALDIRILDIĞI) İÇÜN DE, BU, ZULME VARAN İĞRENÇ BİR CÂHİLİYYEDİR.”
Nasibi olanlar içün çok bile yazdık!
Nasîbi olmıyanlara ise, ne kadar ne yazsak, topu da boş!
(İlk intişârı: 04.04.2016)