“Kutlu Doğum Haftası!” denen ve laik dembokratik rejim (yaftası), bir müslüman tarafından kabûl edilemez!..
1) Asırlardır, 12 Rabiulevvel olarak bilinen ve o tarihde tes’îd edilen “Velâdet-i Nebeviyye”, neden islâmî zaman ve mekânları olan câmilerden alınıyor; ve haçlılara âid takvim başlangıcı ile taayyün eden bir zamana ve süflî mekânlara kaydırılarak sâbitleniyor?. DİB denen “laik dembokratik” bir rejimin müdüriyeti ve hökûmet-i Tayyibe, bu suâlin cevâbını mutlaka vermelidir…
2) Bu müdüriyet, neden haçlı ve yehûd dinlerine müdâhale edemez de, Müslümanların dinlerine burnunu sokarak tecâvüz eder?. “Ben laikim, dembokratiğim, kamalistim, dinsizim!” diyen bir sistem, nasıl oluyor da, Müslümanların Allâh’ında, Dîninde, amelinde, ahlâkında, câmisinde, Peygamber’inde, Kitâb’ında, kıblesinde, namazında, hutbesinde, imamında, vâizinde, kürsüsünde, haccında, orucunda, mukaddes ve mübârek günlerinde, cenâze namazlarında, mezarlıklarında, vakıflarında ve daha yüzlerce mes’elesinde, nasıl kendisini sâhib-i salâhiyyet bir merci’ görüyor?. Laik yani dini olmayan bir devletin DİB denen müdüriyeti, İslâmiyyet’in lâzım-ı gayr-ı mufârıkı (ayrılmaz) unsuru olan devlet-i İslâmiyye’nin meşîhat-ı İslâmiyye makâmı gibi bir makâm olmaya nâmütenâhî uzak ve ondan tamâmen ayrı, popolitik bir müdiriyet değil midir?…
3) Hele hele “fetvâ usûlü!” ile zerre kadar alâka ve ciddiyet noktasına mâlik olmadığı halde, “alo fetvâ!” hattı ve haltı gibi karıştırmalar ve parazitlerle, o müdüriyet, Müslümanların tepesinde kendisini nasıl dînî bir makam görüyor?.
4) Anayasaları ile DİB denen yerin başkanları, bu DİB denen yer içün “idârî bir birimdir!” derken; ve aynı “kutsamalı” kitabları yani anayasaları, DİB denen yere vazife veriyor ve şöyle diyorken:
“-DİB, Din hizmetlerini anayasanın laiklik ilkesi doğrultusunda yürütür!”
Evet, anayasaları böyle diyorken, akıl, insaf, vicdan, adâlet ve mantığı çarmıha gerici tenâkuzlara düşmüş olmuyor mu? Bu ne rezâletdir, ey uykudaki ehl-i tarîk ve ehl-i torik?.
5) Bu uykudakiler ve DİB’in her bid’atine kavuk sallayan ve boyun kıran ve hoca geçinen “âkil böyyükbaşlar,” Büyük Dâhî ve Mücâhid Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri’nin 85 sene evvel kaleme aldığı şu satırlarını hiç okumamışlar mıdır:
“-………… Geçen gün Türkiye gazetelerinde Diyânet İşleri Riyâseti tarafından tertib edilmiş Türkçe Hutbeler meyânında müdâfa-yı vatan mevzûuna âid bir hutbe gördüm. Bunda “düşmanlara karşı elinizden gelen her kuvveti hazırlayın!” meâlinde bulunan (…………………Enfâl 60) âyet-i kerîmesine istinâd edilerek mezkûr âyet-i kerîmenin muhtevî olduğu nükte ve işârâtdan uzun uzadıya bahsediliyordu. Fakat hutbeyi tertîb eden bu yüksek anlayışlı alçak âlimler, âyetdeki hıtâbın, müslümanlara ve hükûmet-i İslâmiyye’ye âid olduğunu ve dinsiz laik (A..ara hükûmetinin) bununla me’mûr ve muhâtab olamıyacağını neye düşünememişler?. Dinsiz (A..ara hükûmeti), müslüman dîninin kitabında mensûbînine tevcih etdiği emirleri, kendi üzerine almak hakkını hâiz değildir. O, Müslümanlığın düşmanları tarafındadır. Binâenaleyh âyet-i Kerîme mu’cebince, kuvveti ve silâhı o hazırlayacak değil, belki müslüman, kuvveti ve silahı onun kendisine karşı haz..layacakdır. Şu halde demek ki (di.siz Diyânet işleri Riyâseti), âyetin ma’nâsını utanmadan, ve Allâh’dan korkmadan aksine kalbediyor. Ve âdetâ müslüman dîninin harb planını, düşmanlarına teslim etmek denâatinde bulunuyor.
Lâkin böyle Ankara Diyanet İşleri reisi gibi, Bosna Reisü’l-ulemâsı gibi (sah..kâr din âlimlerinin mel’anetkârâne hareketleri), müslümanlara dalâletde kalmak içün hüccet-i berâet ve tesliyet olamaz. Çünki Dîn-i İslâm kendilerinin de dinidir. Ve mes’ûliyyeti ulemâya mahsus ve münhasır değildir. Şeytanın vücûdu, ehl-i dalâlet ve ma’siyete nasıl medâr-ı ma’zeret olmazsa, böyle münâfık ve müdâhin hocaların şaşırtıcı sözleri de, huzûr-ı hakk ve hakîkatde mes’ûliyetden necât te’mîn etmez. Çünki âkıl ve bâliğ olan her insan bizâtihî mükellefdir.” (15 Receb 1346-9 Kânûn-ı sânî 1928 Pazartesi- Yarın Gazetesi)
5) 1960 darbeci paşası “Cemâl Ağa’nın,” (1961anayasası) içün, Şengül Hamamı’nın Paşa eğlencesi (F.R.Atay veya Yatay), o zaman “yerin dibine geçsin bu anayasa!” diye Dünyâ gazetesinde başmakâle yazıb tozu dumana katmamış mıydı?!. NETEKİM, darbeci Evren’in 82 anaavratyasasının da, nasıl bir mal olduğu, işte yukarıda yazdığımız gibi değil midir?! Bu da yerin dibine geçsin denilemiyecek midir?. Zaten, darbeci Kenan’ın “deldirtmem!” diye sıkmalarına rağmen, deline deline ırzı peşpara bile etmez olub, o kazan kaldıranlar anayasa ve bilmem nesi, paçavraya dönmedi mi?!. Yeni yapacakları anaavratyasa da evvelkilerden kaç milim farklı olur, o da ötekiler gibi nasıl, nerede, ne kadar ve kaç paralık işe yarar göreceğiz! Hangi anaavratyasayı da yapsalar, ALLÂH diyemiyen bir oyuncak olmakdan kurtulamıyacak; ve tam tersine şunu diyecekdir:
“- Hem laikim, hem dembokratiğim, hem de Müslümanlığın yakasını aslâ elimden bırakamam! İpin ucu dâimâ bende olacakdır; ve bu din, kendisine, “Allâh’ın Dîniyim, yeryüzünde hiçbir dine, ideolojiye, devlet ve hukûmet şekline ve doktrine, bu arada Nasrâniyet ve Yehûdiyyet’e de zerre kadar benzemem; ve ben, mutlak ve münezzeh yegâne dînim; ve hâkimiyyetime hiçbir yaratılmışı şerik ve ortak tanıyamam!” der… Anınçün, onun eline ve bileğine kelepçe takmadan duramayız!”
Ayrıca üçüncü şef Bayar Birâder şöyle dememiş miydi:
“- Biz, Lozan’da Batılılara söz verdik. Müslümanlığı Türkiye’den belli bir zaman içinde kaldıracağız. Ben de bunun takibçisi olacağım. Benden sonrakiler de bunu takib edeceklerdir!”
Böyle olunca da, değişen bir şey olmayacak; ve “yeni anayasa ile kurtulacağız!” nâraları, müslümanlara üç paralık fâide veremiyecek; ve tâğûtîlik, bir başka şekil ve renk altında devam edib gidecekdir!
6) Şu laiklik denen dinsizlik, 1937’de anaavratyasalarına girdiği günden beri, tam bir ateistlik (dinsizlik) olarak işletilmişdir. Bu dinsizliğe hangi müslüman ters bakmışsa, o, dâimâ “mürteci!” olarak damgalanmış; ve cüzzamlı muâmelesi görerek süründürülmüşdür. Lâkin gerçek bir müslüman da, Fransız ihtilâli ile uydurulan bu tür idhâl malı mefhûmların taşıdığı dinsizliği, dâimâ gözler önünde olduğu halde görmüş ve ondan nefret etmişdir.
Ancak, bir takım müslüman geçinici münâfıklar, son 20-30 sene içinde ve gitdikçe artan bir hızla, bu laiklik denen ateizme (dinsizliğe) çok çeşitli ve onu sevimli gösterici ma’nâlar yüklemeye, enâyi ve ham softaların şehvetini gıdıklayıcı ve kendini pazarlayıcı urbalar giydirmeye başladılar!. Dembokrasi Dîninin muhâfazakâr dembokratlar i’tikad mezhebi ve bunun da (AB, BC, DE, FG ve YZ) gibi amelî parti ve pırtıları gibi… Okyanus Ötesi Diyalog ve Hoşgörü mezhebleri, DİB’li BİB’li yerlerin baş ve kelle takımları, ilâhiyât denen yerlerin bir takım soytarı şeytanları gibi… Hatta bazı ehl-i tarik geçinen ehl-i torik, beyin fosforu iflâs etmiş kazmalar ve kulaklarına fitnevizyonları küpe olarak takan nice sürü ve sürüler gibi…
7) Dünyanın neresinde böyle bir rezâlet vardır?. Bu DİB denen yer, “laik ve dembokratiğim!” diyebilen bir sistemde, o sistemin bir müdiriyeti olarak, nasıl Müslümanlığın “idârî bir birimi!” olabilir?. Böyle laikliğin içine de dışına da edilmezse, neresine ne edilir?.
8) Diyelim ki (bilfarz), bu DİB denen yer idârî bir birim!. O zaman idârî bir birim, nasıl oluyor da “din hizmeti” yapmaya salâhiyyetli olabiliyor?
9) Hadi bilfarz, bunu da kabûl etmiş olalım!. Bu “din hizmetini” bu “idârî birim,” nasıl “laiklik ilkesi doğrultusunda yürütmek!” gibi bir rezâlete bulaşabiliyor?
10) Dünyâ’da, diyalogcu ve beşer kafasından beşerîlik bulaşmış ne kadar din denen religion varsa, bütün bunların “laiklik ilkesi doğrultusunda yaşamaları mümkin olsa” bile, İslâmiyyet gibi devlet ve dünyayı tamâmen içinde bulundurmak ve idâre etmek gibi mutlak bir hikmeti ve keyfiyeti olan dîni, laiklik denen ateizmanın kuyruğuna bağlamak, nasıl mümkin olabilir?. Ve bu, nasıl, o DÎNE en büyük hakâret ve aşağılama olmaz?
11) İşte İslâmiyyet’in üzerinde kendisini âmir olarak gören laiklik denen dinsizlik dini, o dine “hizmet etmek!” gibi bir muhâli nasıl yerine getirebilecekdir?
Netice olarak görülüyor ki, bunca cendere, bukağı, işkence, kelepçe ve ikrâh ile kuşatılan Allâh Azze’nin Dîni, keyfe göre şekillendirilib, yamuk yumuk bir hâle getirilecek; ve aynen yahudi nefsi ve müdâhalesi ile beşerîleştirilen yehûdiyyet ve nasrâniyyete döndürülecekdir… Zaten kamalist ve ateist Prof. Mümtaz bir TV proğramında, aynen şu hakîkatı i’tirâf etmişdir:
“- Diyânet İşleri Başkanlığı, DİNİN, cumhûriyet lkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!”
İşte Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin tebliğleri, bu ne kurumu ise orası tarafından sansürlenecek, “cumhuriyet ilkelerine!?” göre tahrîf, tağyîr ve tebdîl edilecek, kuşa çevrilib bugünki hâle, sonra da gitgide daha beter hallere sokulub çıkarılacak; ve beşerîleştirilmemiş hiçbir noktası kalmayıncaya kadar, insî şeytanların keyiflerine göre değiştirilecekdir…
İşte adına, “Kutlu Doğum Haftası!” ve yaftası, şirinlik muskası olarak takılan; ve ne zamanı ve ne de mekânları Müslümanlığa uyan o uydurma ve bid’atların iç yüzü, DİB denen yerin iç yüzünü görmeden kolay anlaşılamaz… Bu kabil bid’at ve uydurmaların altında, İslâmiyet’in sulandırılması yatdığını göremeyib, bu hafta ve yaftalara medhiyeler düzen hoca kılıklı heriflerin cümlesine, Allâh Azze ve Celle akıl ve hidâyetler nasîb buyursun…
(Mâba’di var)
(İlk intişârı: 14.05.2013)