AKÂİDDE BÜYÜK İMÂM VE MÜCÂHİD ŞEYHÜLİSLÂM MERHÛM MUSTAFA SABRİ EFENDİ HAZRETLERİ’NİN 62 SENE EVVEL (12. MART. 1954) TÂRÎHİNDE İRTİHÂL-İ DÂR-I BEKÂ EYLEYİŞLERİ MÜNÂSEBETİYLE…
25) (Altı .oklu) ve (kurt totemli) şebekeler eline düşmüş derme çatma ÇATI (kerestelerini) aşağılamak ve kulaklarından duvara çiviliyerek delik deşik etmek uğruna, isim, künye ve aslına bile sâhib çıkamıyan; öz babasının azılı düşmanlarının kucağına oturacak kadar baba çizgisinden nasibsiz ve o ata hatırâsına bevleden adamı tutduğu partiler hesâbına tokatlamaya, Merhûm Şeyhülişlâm Mustafa Sabri ve o adamın muhterem ve kıymetli pederi Merhûm Muhammed İhsân Efendileri de şamaroğlanı yapmak, bir müslümanın irtikâb edeceği rezâlet ve denâat olamaz…
“Çatı adayı” adı altında yemlenen o zavallı, adından utanacak kadar hâlet-i rûhiyesi sıfırın altında ve buna rağmen agorada sırıtan; ve aşşağılık duygularına batarak başörtüsü lüzumsuzluğunu bile ağzına sığdırabilecek kadar birilerine yaranış içine giren; ve cibilliyetini böyle teşhîr eden bir zavallı…
Ve o, böylece, aslından utanma içine girerek, soy, zihin ve ruh lekesi taşımadığını birilerine isbât sıkıntısı ve çukuruna düşen; ve bu tür pespâyeliklerle “kendisini takdîm” ahmaklığı irtikâb ederek ve beleş makam sâhibi olma şehvetine kapılarak orada burada sürtüb duran; ve bu kadar basitleşerek harc-ı âlem olan zavallı ve kukla bir adam…
Şu anda o adam, (îmânî ve fikrî) hiçbir beraberliği olmadığı halde, yakını imiş gibi gösterilen politik teşekküllerin içine sığınan, en doğrusu yamanan; ve Âhıret’e irtihâl etmiş O Şerefli ve Büyük Şeyhülislâmı; ve yine aynı keyfiyet içindeki rahmetli babasını aşağılayıb i’tibarsızlaştırma içinde bir vitrin süsüdür… Gene o, beşerî kelimelerle tavsîfi mümkin olmıyan bir fâcia, gaddarlık, zulüm malzemesi; ve İngiliz gâvuru ile onun noteri yahudi çıfıtına bile gîran gelebilecek kadar diplerde, insanlıkdan öte, mahlûkiyet dışı bir keyfiyet ortaya koyandır…
26) Merhûm Şeyhülislâm Hazretleri, bütün bir ömrünü, mücerred (Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat) çizgisinde, İslâmiyyet’i muhâfaza ve müdâfaa içün binbir çile ile geçirmiş; ve şimdi Kahire’deki mezâr-ı şerîfinde ve âlem-i berzâh içre ve dünyâdaki şeyâtînü’l-inse karşı da, hukûkunu muhâfaza ve müdâfaa edemiyecek bir mevki’de bulunmaktadır! Artık her mazlum müslüman gibi bu allâme ve mazlum Şeyhülislâm’ın hakk ve hukûkunun muhâfaza ve müdâfaası da, takiyyeden ve üçkâğıtçılıkdan münezzeh ve “Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat” hakîkatına gönül vermiş her îmân ehlinin, su götürmez vazîfesidir; ve şer’an “kul hakkı” noktasından da îfâsı şart, akâiddeki ifâdesiyle “vâcib”, fıkıhdaki şekliyle ise “farz!..”
27) Bu vaz’iyyetdeki mücâhid, allâme ve akâidde “imam” bir Şerîat âlimini, bu kadar îmân, ahlâk ve edeb dışı bir vahşetle Mübârek Ramazan’da yalan ve iftirâlarla ve kamalist ağzından bin beter bir hırs ve gayz içinde, O’na “hâin” diyerek hırpalamak, mütacâsirlerini dünyâ ve âhıretde ebediyyen hâsırînden edebilecek bir rezâletdir… “Elfâz-ı küfrün”, “Şerîat Ulemâsına” çevrilen hezeyânlar babı ve netîceleri de, artık mâ’lûm holdingcilerin ırgalamadığı ve kamalistleşmiye böyle imbiklendikleri vesîkasını dünyâya sallandırıyor!. Binâenaleyh bu yiğit, fakat şu anda dilsiz kalmış büyük Şeyhülislâm’ın hukûkunu bu nasibsizlere karşı muhâfaza ve müdâfaa etmek, kendisini seven, takdîr eden, son derece azim ve kararlılıkla devam etdirdiği mücâhedesinin hayrânı olan, Merhûm’a vefâ ve sadâkat müflisliğinden Allâh Azze’ye sığınan, son asır ehl-i Sünnet Osmanlı ulemâsının çekdiği acı, işkence ve ıstırabların ve darağaçlarında mukaddes ve muazzez dinleri içün verdikleri canların ne demek olduğunu binbir âh u enîn ile yâdeden; Muazzez ve Mukaddes İslâmiyyet’in kökünü kazımak içün kudurmuşcasına asan-kesen firavunlar karşısında, o mazlumların, döneklik, tabasbus ve kalleşlikden münezzeh olarak nasıl kahramanca direndiklerini TAKDÎR makâm ve şuurunda olan kaç nasibli kişi kalmışsa, adı geçen muhâfaza ve müdâfaa, işte bugün, tüy sıklet de olsa, onların omuzlarında kalmışdır!
28) Ne olursa olsun, Büyük Şeyhülislâm’ın buyurduğu gibi “Hakk ve hakîkat, aded-i ârâ ile ölçülmez; ve dâimâ ekseriyet tarafında da bulunmaz.” Rasûl-i Rusül Aleyhisselam Efendimiz Hazretlerinin emânet, tebliğ ve izini, lâf, gösteriş ve riyâdan mutlaka uzak kalarak takib edenler, târih boyunca, bunu, O Şâh-ı Rusül Aleyhisselâm’a ittibâın en ana umdesi bilmiş; ve ancak bu istikâmetde ömür tüketmişlerdir…
Onlar, dembokrasi şirkinin o kupkuru kalabalıklarına âid (oyları), tanrılaştırmakdan münezzeh yaşamışlardır…
Merhûm Şeyhülislâm’ımızın yine Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm’dan aldığı feyizle irâe buyurduğu bir başka hakîkat de: “Hakk ve hakîkat yolundaki mağlûbiyeti, bâtıl yolundaki gâlibiyete tercih ederim!” kelâm-ı hâkîmânesidir… Mağlûbiyet, hiçbir zaman “hakîkate” âid olamaz; bu kat’iyyen muhaldir!. Ancak, lihikmetin ve cilve-i rabbânî iktizâsı, “beşere” âid olabilir…
29) İşte bu Büyük Zâtı, bir tek sahîfe eserini okuyub tanımadan ve çalakalem hezeyannâmeler püskürterek yalan ve iftirâlarla cihâna “hâin” tanıtmanın denâat ve şenâat çukuruna düşenler, bu zikretdiğimiz iki prensibden asla ayrılmadan bir ömür harcıyan adamın nasıl bir demir leblebi olduğunu da bilemez ve takdîr de edemezler! Yoksa O demir leblebiyi ağzına alıp ısıran nice iblisler, Merhûm’un sağlığında, kendi lâğım kazanı ağızlarındaki dişlerinin kırıldığını görerek onları çöpe fırlatmak zorunda kalmışdır… Ve Merhûm, onların hazım cihazlarına kadar da topyekûn rûhî ve bedenî hortumlarını kezzab içmişden beter, paçavra hâline getirmişdir!. Çünki O’nun sırtını, ne İngiliz ve ne de o İngilizin dünyâya serpiştirilmiş nice kapıkulları yere yatırabilmişdir!. O, tek başına tâğûtî ve ahbesî nice rejimlerin sırtını ve sırrını kaleminin ucunda patlıyan hakîkat bombalarıyla hurdahâş ve (fâş üstüne fâş) ederek, heriflerin ciğerlerine kadar çekdiği veremli ve kanserli filimlerini yalınız dünyaya değil, Kainat’a kadar herkesin önüne sermiş; ve insanlık şeref, haysiyet ve nâmûsu taşıyan adam gibi adamları da, mutlak ma’nâda iknâ, teshîr ve tatmîn buyurmuşdur!
30) Hakk ve hakîkat ne ise, onu, DÎNİNİN esas ve zarûretlerinden zerre kadar tâviz vermeden son derece cesâretle ve “takiyye” denilen nâmussuzluk ve şerefsizliğe iğne ucu kadar hayat hakkı tanımadan, hiçbir ittihadçıya, masona, ateiste, erracülüssanem veya ahbes-i lâin cinsi mahlûkâta, zerre kadar baş ve boyun eğmeden, dimdik, dosdoğru ve ilminin haysiyet ve şerefini sonuna kadar muhâfaza ederek yaşamış; ecnebî maddesi sıfır, geçdiğimiz asrın hakîki bir İSLÂM (Osmanlı) âlimidir… Bütün bunlar, gerek, 1922’de Anadolu ihtilâlini yapan ve yaptıranların şerrinden Cennetmekân Vahîdüddîn Hân ile aynı sene “hicrete” mecbur bırakıldığı zamana kadar yazdıklarında; ve gerekse ömrünün sonuna kadar yâd ellerde yazdığı makâlât ve kitablarında apaçık görülür ve ortadadır…
31) Bu babdaki misâlleri, Merhûm’un (23 T.Sânî 1928/10. C.Âhir 1347) târihli Yarın Gazetesi’ndeki “İmâmet-i Kübrâ” serlevhalı seri yazısından okuyalım:
“….benim gibi bir adam, yarı ömrünü ve bütün kuvvetini, aramıza girmiş olan din düşmanlarının düşmanlıklarını müslümanlara anlatmak ve kendilerini iknâ etmek yolunda tüketirse, bu düşmanlıklara karşı tedâbîr (tedbirler) ittihâzına nasıl kuvvet bulacağız?” (Defter:101)
……………………………………………..
“İşte içinizdeki Dîn-i İslâm düşmanlarının bütün maskeleri yüzlerinden düştüğü ve şapkalarına varıncıya kadar kesb-i aleniyet etdiği (açıklık kazandığı) bir zamanda yazdığım âsârımın (eserlerimin) bir çok sahîfelerini hâlâ kemalistlerin dinsizliğinde şübhe eden müslümanların izâle-i şübehâtına (şübhelerini gidermiye) âid delâil ve vesâikle (deliller ve vesîkalarla) doldurmak mecbûriyyetinde kalmalı mı idim?. Böyle adamların Âhıret’deki vaz’iyyetini Cenâb-ı Hakk şu âyet-i Kerîme ile beyân buyuruyor: “Ve kâlû lev künnâ….” (Mülk 10)= “Bir de şöyle derler: “Biz işitir veya akl eder kimseler olsaydık, bu azgın ateşe atılanlar arasında bulunmazdık!”
………………………………………
“Şirzime-i Kemâliyyenin (bir avuç kamalistin), hükûmeti hılâfetden ayırırken DİN’den de ayırmış oldukları gerek îcâbât-ı mantıkiyye ile ve gerek DÎN ile dünyâyı veyahud DÎN ile siyâseti ayırmak gibi yarı açık, yarı kapalı ta’birler altında kendi i’tirafları ile sübût buldukdan sonra, bunun mahzûrunda bu kadar i’zâm edilecek (büyütülecek) bir şey değilmiş gibi telâkkî olunduğunu görüyor; ve kemalcilerin DÎN-İ İSLÂM’a müteveccih sû-i kasdına karşı bu derece mütegâfil davranan Âlem-i İslâm’ın intibâhından (1) me’yûs (ümitsiz, üzüntülü) oluyordum. Heriflere, “dünyâdan ve siyâsetden ayırdığınız DÎNİ Âhıret’e mi gönderiyorsunuz?” diye bağıran bir müslüman sesi duyulmaması ne kadar gücüme gidiyordu… Dünyâyı ve siyâseti yani hükûmeti, DÎNİN müdâhalesinden kurtararak, DÎNİ hukûk-ı medeniyye ve siyâsiyyesinden iskât etmiş (düşürmüş) olan bir memlekete DÂR-I İSLÂM denilebilir mi idi?. Başı Şerîat’a bağlı olmamak üzere müteşekkil bir hükûmet, İslâm Hükûmeti olamıyacağı gibi, o hükûmet bir hükûmet-i ecnebiyye değil de; ehâlinin, milletin kendi kendine teşkîl etdiği bir hükûmet-i milliyye ise, öyle bir milletin de efrâdca (ferdleri i’tibâriyle) isimleri Ahmed, Mehmed olmasına rağmen DÎN-İ İSLÂM ile alâkaları, hükûmetleri vâsıtasıyla toptan münkatı’ olmak (kesilmek) zarûrî idi. Yalınız bu hâllere karşı içinden kan ağlıyan ve elinden bir şey gelmediği gibi memleketden HİCRET imkânını da bulamıyan (2) acûze-i ehâli içün bir hakk-ı ma’zeret kalıyor. (3) Fakat, bunlara bedel Türkiye hâricinde, Ankara hükûmetinin DÎN ve dünyâyı biribirinden ayırmaya ve bu sûretle DÎNİ Âhıret’e bırakarak dünyâdan vücûdunun izâlesine (kaldırılmasına) ma’tûf icrâat ve mukarrerâtındaki (kararlaştırılmış olan) cinâyeti, Mustafa Kemâl’in hatırı içün kapatmaya veya hafif göstermiye çalışan müslümanların ve bilhassa ukalâsının vaz’iyyetleri, kavâid-i İ-islâmiyye (îmân) nokta-yı nazarından pek tehlükeli bir hâlde bulunuyordu. Demek ki (he.if), Anadolu’nun ortasında kurduğu dinsiz hükûmetle, bir tarafdan 600 seneden beri ve belki daha ziyâde bir müddetle DÎN-İ İSLÂM’a göğsünü kal’a yapan bir milleti TOPDAN İLHÂDA terkederek, DÎN ve dünyâlarını tahrîb etdiği gibi, bu icraatı kendilerine tasdîk etdirdiği uzakdaki müslümanların vaz’iyyet-i dîniyyelerini de tehlükeye sokarak, onlara da az zarârı dokunmuş olmuyordu.” (Defter:102)
…………………………………………………………………..
DİP NOTLAR:
(1) Millî Dünür Sadık Bey Hazıretlerinin bu “intibâhından” kelimesi yerine, o “sâdeleştirme” veya “üryânîleştirme” yaparak neşretdiği Seyhülislâm satırına, “dalgınlığından” kelimesini oturtmuş!. Yani Şeyhülislâm Hazretlerinin kitâbetini beğenmemiş olacak ki, “öyle yazılmaz böyle yazmalıydın” dercesine, o allâme-i cihânı rahle-i tedrîsinden bile geçirivermiş! Evet, Merhûm “intibâhından” diyor, Sadık ise bunun yerine “dalgınlığından” kelimesini oturtuyor!. Ne alâka derseniz, Sadık’a sorunuz?
x(2) Büyük Allâme ve Mücâhid Şeyhülislâm Hazretlerini küçültmek içün “âilesiyle birlikde Mısır’a kaçdı” diyen Saydıray ve Besicileri, O büyük ve mücessem cesâret âbidesi Zât-ı Şerîf’e atdıkları bu bühtan ve iftirâların, dünyâda kendi başlarına gelmeden son nefeslerini vermiyecekleri de şer’î bir vâkıadır! Bir müslümanın, zâlimlerin zulmü elinde perişân ve haysiyetsiz olarak yaşamasının câiz olmayıb, “HİCRET” emr-i ilâhîsine Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm gibi tasdîk, tahsîn ve tatbîk göstermesi vâcibdir. Takiyyeci ve kamalistleşen kesân bunları da aslâ anlıyamaz!. Bu ehlileşerek vasatın hizmetkârlığına tâlib kesânın religion anlayışına göre (hâşâ) “Dârü’l-harbde kâfir hükümetlerinin kânunlarına uymak da, Müslümanlığın i’cablarındandır!”
(3) Tavizsiz Büyük Şeyhülislâm burada Nisâ Sûresinin 97 ve müteâkıb iki âyetini kaydediyor. Biz Meallerini yazalım: “O kimseler ki, nefislerine zulmetmekte iken canlarını alacak melekler, onlara, “Siz ne işte idiniz” derler. Onlar, “Biz bu yeryüzünde zayıf kimselerdik” cevabını verirler. Melekler: “Ya Allâh’ın yeryüzü geniş değil mi idi, oraya HİCRET etseydiniz ya!” derler. İşte bunların yeri cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir.”
Ancak erkek, kadın ve zebun olanlar, hiçbir çâreye gücü yetmiyen ve HİCRET içün yol bulamıyanlar müstesnâ.”
Çünki Allâh’ın bunlardan o günâhı afvetmesi umulur. Allâh çok afveden ve bağışlıyandır.”
Merhûm’un, 3. Makâlemizde geçen şu aşağıdaki ibâresine bakdığımızda, kamalist dili ile konuşan bir takım Saldıray ve Besicilerinin rağmına, “Hicret” etdiğini apaçık anlıyoruz:
“Hakikaten benim Mısır sergüzeştim ve oradaki vaz’iyyetim görülecek bir şey idi. Mısırlılar Mustafa Kamal’a kulakdan âşık olmuşlardı. O sebeble ulemâsının ve cühelâsının ağzında bu isim “Esmâ-yı Hüsnâ”dan biri gibi dolaşıyordu! Onun husemâsından (hasımlarından) olduğum içün de, beni, müsâfirliğime ve muhâcirliğime rağmen, pek nezâketsiz ve belki pek terbiyesiz bir sûretde karşıladılar.”
Evet, Merhûm’a zerre kadar utanmadan “kaçdı” iftirâ ve hakâretini revâ gören saldıray ve besicileri, “muhâcirliğin” ne demek olduğunu hiç duymamış olacak kadar İslâm akaid, fıkıh ve târihinden nasibsiz olabilirler… Ancak onların içinde bulunduğu partili dembokratik CÂHİLİYYE, hiç kimseye şer’î bir meşrûiyyet kazandırmıyacakdır… Son Şerîat’da HİCRET, şartları tahakkuk etdiğinde “FARZ-I AYN BİR TÂAT” olub, edâ etmiyen tembel ve yumuşakçaların cehennemi müstahik olacakları kütüb-i fıkhiyyemizde musarrahdır…
(Mâba’di var)
(İlk intişârı: 25.07.2014)