Laiklik denilen belânın lûgat ve gâvurcasıyla “terminolojik” ma’nâları üzerinde durarak eveleyip geveleme ile ömür tüketecek değiliz; ve hele bir takım medya liboşları gibi “şeyhimiz, hocfendimiz, partibaşımız ne yapsa bir hikmeti vardır, kerâmet buyurmuşlardır, anamıza küfretse küfredilmeyeceğini bilmediğinden değil, küfretmesi yalancık ve mecâzîdir, küfrediyorsa bunda anamın nice menfaatı vardır!” gibi hebenneka mantığından ve böyle bir dalkavukluk resmine alabildiğine uzaklığımız, kalem şahsiyetimizi tanıyanlar içün ma’lûm…
Dünyâ’ya bir kere geliyoruz; ve ikinci geliş, bir gün azâbı görünce istenecek olmasına rağmen tahakkuku (muhal!)
O halde şer’î akıl ile yaşamak ve bildiğimiz haqq’ı, mücerred Allâh Azze’nin hatırını en başa alarak ve hiç kimseden çekinmeden söylemek ve vahyin bu ana hattı üzerinden milyarda bir sapmadan yürümek yegâne kârlı yol…
Üstad Merhûm Necib Fazıl Bey’in şu çarpıcı ve bir o kadar da hakîkat satırlarına dikkat:
“-Biz, dâvâmızdan ne döner, ne de kıblemizden milyarda bir derece fedâ ederiz. Ancak, şahısların gâyeden inhirâfı nisbetinde onlardan çevriliriz. Bu da, orospu vicdanlar dünyâsında en keskin fikir nâmûsu îcâbı…” (Rapor 4, sh:25, 1978)
Bunun dışı, nefis denen zâlim ve en baş düşman ne kadar te’vil ve kıvırtmalara tenezzül etse de, mutlak ma’nâda (lâ’netlenmiş iblisin) yolu!. Yoksa, ölümü, işkenceyi, sürgünü, hakâreti, tekzîbi, iftirâyı ve binlerce yıl içinde müteselsilen ezâyı göğüsleyen nice Peygamberân-ı ızâm Hazerâtının yolu ve çizgisi, (sonsuz kere hâşâ) abes olurdu!
Yaradan: “Hayâtım da memâtım da senin içün de!” demişse, ve “mücerred benden korkun insanlardan korkmayın!” buyurmuşsa, o halde biricik yol, devletden, hükûmetden, partiden, şebekeden, mafyadan, sokak ve meydandan, ideoloji ve doktrinden, hısım-akraba ve çevreden yana olmak değil, Haqq’dan yana olmakdır; ve “HERŞEY ALLÂH İÇÜN!” diyebilmek…
Türkiye denen hududlar içinde bu nokta iflas etmiş, istisnâlar kâideyi bozmaz noktasından Haqqı söyleyeceksek, iblis, büyük ekseriyyeti ile düşünce ve yazı erbâbını gırtlağından esir alarak sürüsüne eklemişdir. Bu sürülerde uyuşturma ve uyutma formülü de şu:
“- Her doğru her yerde söylenmez! O halde bu da, şu da, o da, öteki de, beriki de, her yerde söylenmiyecek doğrudur, öyle ise sus, sus, sus ve söyleme, rahatın kaçar!.”
Bunun neticesi, Rasûl-i Rusül (Peygamberler Peygamberi) o Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın mübârek, mukaddes ve muazzez diliyle, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytan olmak!”
Müslümanları, devletlerini dinsizleştirerek onların üzerinde Allâh ve Râsûlü’nün hâkimiyyetini dolayısıyla bütün dünyada izzet ve şerefle yaşamalarını istemeyen haçlı-yehûdî cebhesi ve onların içimizdeki kuyrukları, bu mel’anetlikleri içün “laiklik” denen dinsizliği ısrarla ve zorla Anadolu’ya dayatmışlar; ve böylece de, 15 asırlık intikamlarını haddinden bin katıyla fazla almışlardır. Hâl böyle iken, yıllarca “müslüman kalemler!” olarak tanınan heriflerin pek çoğu, Mısır, Tunus ve Libya’da R.T.E’nin korkunç beyânlarına bir tek yazılarıyla bile reddiye yazabilmekden geri durmuşlar; ve onlar da, takkeleri düşerek kellerini apaçık görünür eylemişlerdir…
Şeytân-ı ahras (dilsiz seytan) olmak istemeyenlere evvelâ Merhum Elmalılı’nın Tefsir satırlarını okutmak mevkiindeyiz:
“- Ebû Hureyre Radıyallâhu Anh Hazretleri çok hadîs rivâyet etdiği söylendiği zeman, “Kur’an’da iki âyet ki, biri Bakara 159, diğeri iki sahife sonra gelecek olan bunun nazîri âyet olmasa idi, hiçbir hadîs rivâyet etmezdim” buyurmuş ve bu âyetleri okumuşdur. Binâenaleyh emr-i dîne müteallık hiçbir ilim gizlenmemelidir. Zirâ Allâhu Teâlâ buyuruyor ki: “Bizim inzâl etdiğimiz beyyineleri ve Allâh’ın emrine, ahkâmına, irşâdına ve bunlara îmân ve ittibâın vücûbuna delâleten ve aynı hidâyet olan âyât ü edilleyi o kitabda veya bu kitabda, gerek Tevrat ve gerek İncil ve gerek Kur’an cinsi kitabda nâsa beyânımızdan sonra, o insanlar içinde bunları KETMEDENLER (saklayanlar) yani ikrâr u i’tirâf etmeyib vakt-i hâcetde söylemeyen veya neşretmeyen veya neşrine mâni’ olan veya onu külliyyen veya kısmen tahrîf ve telbîs etmek (hile ile ters göstermek) gibi herhangi bir sûretle gizleyenler kim olursa olsun, işte bunlar, bu ketimlerinden dolayı muhakkak Allâh bunları lâ’netler, lâ’net edebilecek ve lâ’net duâsı yapabilecek olanlar da bunları lâ’netler…. Şübhesiz ki Haqq’dan sükût eden dilsiz şeytandır…… Hâsılı haqq’ı sarîhi ketmetmek küfürdür ve îmân da ızhâr-ı Haqq’dır. Ve ba’del küfür (küfürden sonra) ızhâr-ı Hakk ile tevbe ve îmân makbuldür…. (Cild 1, s: 559-60)
İslâmiyyet gibi Mutlak Hakîkât bir dînin kökünü kurutmak planları karşısında “şeytân-ı ahras” olup, bir takım fer’î mes’eleler karşısında vakvak kesilen “müslüman yazar çizer!” takımları, mes’ûliyetlerini müdrik olamıyorlarsa, bunların artık i’rabda yerlerinin olamıyacağı ve şuur ve derecelerinin beş para edemiyeceği de artık iyi bellenmelidir…
Arap dünyasına “laiklik misyonerliği!” yapmak ve onları İslâm yerine “laik-dinsiz” bir devlet ve anayasa çizgisine çekmek üzere turlara çıkarılan ve “laiklik dinsizlik değildir!” diyen ve bu hususda söz söylemek liyâkat ve ehliyetine de din âlimi olmadığı içün aslâ sâhib olamıyan Ankara Başvekîlinin, cedel ve cerbezelerle süslü beyânlarına en güzel cevabları Büyük İslâm Âlimi ve Mücâhidi, Akâidde İmam, Allâme ve Dâhî, Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerinin satırları verecekdir. Kemâl-i edeb ve’l-ihtirâm ve îmân tâzelemek üzere okunsun:
“- Ne garib haldir ki, Türkiye’nin bu yeni d…..nin Müslümanlıkdan çıkmak ve bütün Türkleri de çıkarmık içün bu kadar çabalamasına karşı bir takım sersem ve sırnaşık müslümanlar (!) hâlâ kendisinin yakasını bırakmıyorlar. İşte Türkiye inkılâbının mâhiyyet-i meş’ûmesini hakkıyla anlamaya başlayan Arabistan ve Hindistan gibi Büyük İslâm Âleminin matbuâtında (……..)in nutku esnâsında tasrîh etdiği deminki sahtekârlık i’tirâfına âid fıkra, husûsî telgraflarla çalkalandığı ve kemâl-i te’sîr ve teessüfle karşılandığı halde, Balkan devletleri idâresinde bulunan bazı küçük İslâm muhitlerinde Türkiye’nin dinsizliğini nâtık olan bu sarâhat bile, bazı taraflardan bize yazıldığına nazaran hükûmetin dinden tecerrüdü (ayrılması) ile tefsîr olunarak, ehâlînin dînine bundan zarar gelmediği iddia olunmakda imiş.
Bir kere (devlet) ve (hükûmet) ta’birleri biribirinden farklı olarak (devlet)de ehâlî dâhil oldukdan başka, farzen ve takdîren kânûn-ı esâsî (anayasa) maddesindeki (devlet)den hükûmet ma’nâsı maksûd olsa bile, hükûmet-i milliyye, halk hükûmeti, cümhûriyyet hükûmeti nâmlarıyla bâhusus böyle millete izâfe edilen bir hükûmetin, açıkdan açığa dinsizliğini ve Müslüman hükûmeti olmadığını i’lân etmesi üzerine de, onu hâlâ kendisine hükûmet ve metbû’ tanıyan ve onun din kânunları yerine kasden ikâme etdiği dinsiz kânunlara birrızâ itâat eden millet, teker teker efrâd i’tibâriyle değil de, topdan irtidâd etmiş olacağı gibi, dindâr millete dinsiz hükûmet-i milliyye teşkîl etmelerini tecvîz ve tavsiye eden hâricdeki te’vilci müslümanların (!) kendileri bile, dâhildeki milletle berâber dinden çıkmış olurlar ki, bunu kabûl etmemek, küfr-i inâdî değilse, budalalığın hadd-i gâyesidir (son derecesidir.)
Milletin dîni var imiş de, kendine muzâf (kendine bağlı) olmak üzere neye dinsiz hükûmet teşkîl etmiş? Hükûmet-i milliyye, milletin mümessili olduğuna nazaran, dindar millet nasıl olur da kendisine dinsiz mümessil ta’yîn ederek kendi nâmına ve kendi üzerinde dinsizce icrâ-yı ahkâm olunmasını kabûl eder? Bu açıkdan açığa küfre rızâ değil midir?
“Hükûmetim benim üzerimde ahkâm-ı dîniyye ile hükmetmesin de, başka ahkâm ve kavânîn ile hükm etsin, ben üzerimde Şerîat’ın yani Allâh ve Rasûlü’nün hâkim olmsını istemem!” demek ne demekdir?”
(Yarın Gazetesi,16 Cemâziyelevvel 1346—10 Teşrin-i sânî 1927)
Dînin esas ve künhüne vâkıf olmayan ve bugünki şartlarda olması da pek zor görünen laik politikacıların, mütehassısı olmadıkları mevzularda fetvâ verircesine “Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır.” Demesi, haddi tecâvüz ve milletin dînine de bühtân sayılmaz mı?…
Kendilerinin ne kadar “müslüman!” olduklarını ölçmek ve tartmak isteyenler, nasıl kalb ameliyatlarını hayvan hekimi olan baytarlara yaptırmıyorlarsa; gönül ve îmân hastalıklarının teşhis ve tedâvîsi içün de, bir takım ilâhiyâtçı veterinerlerin kuru masalarına yatarak (gönül) ameliyatlarından bir netîce alamazlar!
Kendisine güvenenler, eğer gerçekden yiğit, te’vil ve kıvırtmalardan meded ummayan ve adam gibi adamlarsa, çıkarlar Koca Şeyhülislâm’ın terâzisine, boylarının ölçüsünü ve kaç gram geldiklerini okur, akılları da varsa eğer, tevbe ve istiğfârın en ağırına tevessülle, îmân ve İslâmlarını tecdîd, temdîd, takyîd, tahkîm ve takviye ederler… Bunun ebedî kârı evvelâ kendilerine, sonra da bütün milletedir!
Ebedî azâbın yolunu açıp, insanlara orayı gösterenlerin mes’ûliyyeti, en ağır ve elîm bir mes’ûliyyet olup, saptırılan milyonların ebedî vebâli de, bunların omuzlarında olacakdır…
(İntişârı: 29.09.2011)