Dağıstânî
“KADER MES’ELESİ ALLÂH AZZE VE CELLENİN İLİM SIFATINA RÂCİDİR”; VE “EN MÜHİM MESÂİL-İ KELÂMİYYEMİZDENDİR…”
Kürsülerde, tv’lerde ve vidyolarda zaman zaman şehevî ve nâmahrem harc-ı âlem karıların modaratörlüğünü (buyurganlığını!) veya yularlarını, boyunlarına geçirerek gûyâ ŞER’Î mevzu’ları pek derin (!) bir vukûfiyyet ve bilgiçlik ve kibr ü ğurûr ile hançerelerine malzeme edenler, cübbeli veya püsküllü gevezeler; veya mâlâyânî tellâlları, o cayırtı ve bağırtı koparan (Kitâb yüklü eşş..ler), Allâh’ın Dîni ile şeytanî ve mülevves politikaları harmanlıyarak; ya’ni mukaddeslerimizi kâzûrâtla telbîs ederek yediren o süfehâ, Şerîatımızın en MÜHİM=EHEM noktalarını kendi aşşağılık ve politik hesâbları ve hevâ ve hevesleri istikâmetinde yamuk yumuk ve çarpık çurpuk hâllere sokmakda; ve en büyük cinâyet olan ALLÂH irâdesini TAHRÎF, TAĞYÎR ve tahrîb etmektedirler… Modern câhiliyyenin echel kalabalıkları da, AKÂİD ilmi ile uzakdan yakından alâkaları olmadığından, bu şeytanlıkları görüb ayıramamakda; ve gâyet rahat yiyib-yutarak, imânlarını kaybetmekde, hatta kendilerini en iyi ve ileri müslüman zann ve zu’mu içinde kabûl edib, yapılacak tashîh ve îkazları (hakâret) telâkkî ederek de, şiddetle reddetmektedirler. Çünki insî ve cinnî şeyâtînin şartlandırmaları, onları bu mefluc ve muannid hâle getirmişdir…
x
4)xx Ehl-i Sünnet AKAİD kitablarımızda Kadere ne kadar ve nasıl inanılması îcâberse o kadar ve o keyfiyet ve ma’nâlarda inanılmaması hâlinde bu, Allâh Azze ve Celle’ye îmânın butlanına kadar varır ve yapılan bu SAPMALAR, ebedî vebâl ve felâkete müeddî olur… ÖMER Nasûhî Efendi Merhûm da “KADER mes’elesi EN MÜHİM mesâil-i kelâmiyyedendir….. Bu mes’elenin KÜNH ve MÂHİYYETİNİ BİHAKKIN ANLAMAK BEŞERİYETİN DÂİRE-İ İKTİDÂRINDAN HÂRİCDİR….Müslümanlar bu mes’eleyi uzun uzadıya TA’MÎK etmekden (kurcalamakdan) ESRÂR-I KADERİ KEŞFE ÇALIŞMAKDAN MEMNÛ’DURLAR” buyurmaktadır. (Muvazzah İlm-i Kelâm, 1959, s.224) BİNÂENALEYH HİÇ KİMSE, “KADERİNİ ELİNE ALIB” onu ta’yîn edemez; ve LEVH-İ MAHFUZDAKİ YAZISININ DIŞINA ÇIKAMAZ, BU yazının DEĞİŞMESİ MUHÂLDİR… Çünki lâyezâlde olacakları da Allâh Azze ve Celle, ezelden, zerresine ve ânına kadar mutlak olarak bilmektedir… Târîhe gömülmekle berâber bugün bazı muhitlarda hortlatılmıya çalışılan cehmiye, cebriye, şîa, KADERİYE ve Mu’tezile (Rasyonalist kafa dedikleri şey)ler, v.s.nin, bu bir takım ASIL ve ESASLARDAN rûh ve zihinlerinin nasîbleri yoksa, püsküllü gibi fazla zorlanıb kafayı kemirmeden, NAKLE ve hakîkî ulemâya tabî’ olub kurtulmaları tek çaredir!.. Rasûl-i KİBRİYÂ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri de, -bilâhare hadîs-i şerîfi tam yazacağız- kader husûsunda: “SİZDEN EVVELKİLER DE, BU MEVZU’DA MÜNÂZAA ETDİKLERİ ZAMAN HELÂK OLDULAR, SAKIN SAKIN BU MES’ELEDE MÜNÂZAA ETMEYİNİZ.” buyurmaktadırlar…(Aynı eser, aynı sahîfe.)xx
5) Bunca şiddetli memnû’âta rağmen “Kader mevzuu ile ÇOK UĞRAŞDIM” diyen Püsküllü, bu babda öylesine ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmışdır ki, her konuşmasında kadere, murâd-ı ilâhîye, zâtullâh, sıfâtullah ve esmâ-yı ilâhîye kendi çarpık AKIL haçmi ve keyfiyeti ile temâs ve gevezelik cür’eti göstermiş, onda bu, bir alışkanlık, bilgiçlik, keskin zekâlılık, eşsizlik, erişilmezlik, allâmelik malzemesi ve derinlik gösterişi hâlini almışdır… KADERİN, (hâşâ ve kellâ ve binlerce estağfirullâh) değişeceğini, üzerine basa basa ve bütün edille-i şer’iyeye rağmen ve masaları yumruklaya yumruklıya söylemekden de EDEB ve HAYÂ etmemiş, haddini pek ziyâde aşmışdır… Hatta o kadar ileri gitmişdir ki, Allâh Azze’den başka (Peygamberlerin) bile bilmesi muhâl olan KADER içün, (29.1. 2005-Ders: 1, dakika: 1.03.00 da), aynen şu korkunç hezeyânları savurmuşdur. “Kendi kaderini tanımıya da, kendi hayâtını TAHLÎL etmek sûretiyle ULAŞABİLİRSİN!” diyebilmişdir!. Bu kabil zırvalar, “Kaderin, kazâ olmadan anlaşılıb bilinmesi veya ona ulaşılması muhâldir” müteârifesine ters olduğunu bilmek de, Kadere îmânın ANA esaslarındandır… Eslâfdan hiç kimsenin eserine dayanmadan, bu kabil temel KADER i’tikâd esaslarına ters yâveler ihtirâ’ etmek, KADER mevzuunu TAHRÎF, tağyîr, tahrîb ve tebdîl etmekdir; sonra da, bunun taallûkâtı üzerinden, 6 îmân esaslarına kadar sirâyet edecek saptırmalara sebeb olmak tehlikesi melhuzdur ki, bundan âzâde kalmak da düşünülemez… Usûl-i i’tikâdiyye, TECEZZÎ KABÛL ETMİYEN BİR BÜTÜNDÜR. Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Hazretlerinin KADER mevzuundaki YASAKLARI, bugün, adı geçenlerin üzerinde elîm bir manzara çizen MU’CİZE olarak tecellî etmiş bulunmaktadır. Mübârek, Mütebahhir ve Müdakkik Ulemâmızın nasslara dayanarak: “Kaderin künh ve keyfiyetini anlamak ve onun sırrını keşfe çalışmayı men’edib YASAKLAMALARINI” kâle almamak da, mürtekiblerine, kerâmet çapında büyük ve çarpıcı bir ders bilinmelidir. Onlar, Püsküllü gibi: “Keskin zekâ kerâmete k.ç atdırır” gibi Topane ağzıyla mukaddesâtı tezyîf ve tahkîr etseler de, bu, onların sâdece dereke-i sukûtlarını gösterir. KADER’e ÎMÂN, nasslarla ortaya konulan ilmî ve îmânî hakîkatının dışına çekilerek, beşerî üç paralık AKLIN eline verilirse, işte misâllerimizde görüldüğü gibi iki cihân perîşâniyyeti ve rüsvaylığından başka hiçbir netîce de ortaya koyamıyacakdır…
xx
6) Bay Başkan BM’de ikinci olarak: “Kendi kaderine bırakmamak….” dediler… Bir şey kendi KADERİNE bırakılmayınca, bay Başkana göre acebâ o şey, kendi nesine veya bir başka şeyin nesine bırakılmaktadır??? Cidden pek merakâver bir suâl… Tabiî buna, ihtisâsı olmadığı içün bay Başkanın veya KADER üzerinden ileri geri konuşanların hiçbirinin cevab vermesi beklenilemez, bu muhâldir. Allâh Azze ve Celle’nin ilmine, irâde, kudret ve tekvîn sıfâtına taâllûk eden ve değişmesi muhâl olan kazâ ve KADER’i, kim, nasıl eline veya kucağına alacak veya oturtacaksa.. ve bir şeyi kendi kaderine nasıl bırakmıyacak, levh-i mahfûzdan yürütüb, kenar-köşede onu nasıl Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret, irâde ve TEKVÎN sıfâtından çekib, çaktırmadan benzetecekse (!) pek acîb ve garib!. “Güncellemeci” bir i’tikâd mezhebi muktezâsı gibi bir manzara!.. Cumhûriyet ataizma ve ateizması elindeki rasyonel kafanın, (mu’tezile) denen mezhebi, ehl-i sünnete (karşı-çıkış istikâmetinde) kullandığı bir İDLÂL usûlü; veya, onların gâvur seviciliğini de aksetdiren lâfızlarıyla dersek “Metodolojisi!.” Kaderi doğrudan redd ve inkâr değil de, (mu’tezile kafasının anbalajı içinde), ona islâmî bir hava vererek, akıllarınca, gene onu, “İslâm’a reddetdirme” sihirbazlığı!. Bütün güncellemeci, reformcu, tecdidci, yenilemeci ve yamamacı kalabalıkların yapdığı, İslâm dışı bir kâideyi, islâmî bir müteârife (aksiyom) gibi kabûl edib, sâir hükümleri bunun üzerine binâ etmek, sonra da bu binâyı İslâm’ın binâsı gibi göstermek… 200 yıldır İslâm’ı bu katakülli ile sulandırıb buharlaştırmanın peşindeler…
xx
7) Bay Başkan bir şeyi “Kendi KADERİNE bırakmamak….” derken, kader’i hangi beşerî dîne veya felsefî bâtıla göre diline almaktadır?. Çünki İSLÂM’da: “HER ŞEY BİR KADER İLE HALKEDİLMİŞDİR.” Allâh Azze ve Celle Kamer Sûresinin 49. âyetinde böyle buyururken, buna kim karşı çıkarak, “Biz, şu şeyi kendi KADERİNE bırakmıyacağız” diyebilir?. Cumhûriyetin rasyonalizma- pozitivizma-mu’tezilizma (!) v.s. gibi felsefî halîtalarının pençesindeki (imam lisesi) çarklarından geçer olmak, bu babda nazarî veya amelî bir hüküm sâhibi olmak içün kâfî müktesebâtı ne zaman ve nasıl elde etmiş olabilir; ve bunu da nasıl ortaya koyma cür’etinde bulunabilir?. Bu babda edeb ve terbiye iktizâsı SÖZÜ dinlenecek olanlar, bu mes’elelerin mütehassısı bulunan ULEMÂ-YI ŞERÎATDIR. Yoksa gülünç olmakla kalınmaz, şeytana maskara olmak da ruznâmeye gelebilir!. Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûmun Tefsîrinden mes’eleyi öğrenmek ve cehilden kurtulmak istiyen olursa, onların îmânlarını da kurtaracak şu satırlar, eşsiz bir tiryâk (zehirden kurtaran ilâç) yerine geçecekdir: “İnnâ külli şey’in halâqnâhu bi-KADERİN.” (Kamer-49) “Çünki biz, her şeyi bir kader ile halketmişizdir.- Her şeyin vukû’undan evvel, ezelde, ilm-i ilâhîde mukadder olan bir kaderi, ya’ni haysiyyet-i ılmiyyesi vardır ki, kazâsının cereyânı, fi’len yaratılışı o KADERE göre vâkı’ olur. Onu başkası, istediği gibi îcâd ve ta’yîn (determine) edemez. Onun içün mücrim, kendi keyf ve irâdesine göre cür’mün mâhiyyet ve mukadderâtını değiştiremez. Kaderde, âkıbeti bedbahtlık, mes’ûliyyet, mahkûmiyyet ile Cehenneme götürmek olan cürm ü meâsî, sevâb ve seâdet vesîlesi yapılamaz. Onun içün mücrimler, mücrim oldukları haysiyyetden dalâl ve nîrân (ateşler) içindedirler. KADER, abdin irâde-i cüz’iyyesine münâfî (zıd) da değildir. Çünki ihtiyârî fiillerin vuku’u içün irâde-i cüz’iyye dahî KADER cümlesindendir……..illet vâkı’ olunca, ma’lûl de hemen olur. Onun içün o cem’iyyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, müc’rimler o mukadderâta nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahâl de yokdur. “OL!” deyince hepsi olur.” (c.7, s.4654-55)
Görüldüğü gibi, Bay Başkanın dediği şekilde “Bir şeyi kendi kaderine bırakmamak” diye bir şey kullar içün muhâldir, böyle bir şey düşünülemez… Bütün medyâ, pek çok ilâhiyatçı, nice ham softa kaba yobaz, DİB’çi ve hele POLİTİKACI, kader mevzû’unda o kadar abuk ve çarpık lâflar etmektedirler ki, 6 ana îmân şartlarından biri ve “Mes’ele-i kelâmiyyenin en MÜHİMİ olan” KADER’e îmân, son derece bâtıl ve çarpık i’tikâdlarla ortaya konulmaktadır!. Üstelik de bu, diğer 5 ana îmân esasına da sirâyet ederek, onları da bozmakda ve netîcesi korkunç olmaktadır… Modern câhiliyye ve onun İSLÂM adıyla ihtirâ’ etdiği (uydurduğu) RESMÎ, CUMHÛRÎ, İLKESEL ve DEVRİMSEL DÎN, layık, seküler, ateist-ataist karması rasyonalizma istikâmetini, bir ma’rifet ve müteârife (aksiyom) gibi kabûl etdiği içün, vahy esaslarını temel alıb buna göre bir hayat ve dünyâ kurmakdan bütünüyle fırlamış; ve 15 asırlık MUTLAK HAKK’I yaşatmamayı kendisine ilelebed “ilke ve devrim ve bunları muhâfaza ve müdâfaa” bilmişdir. Cumhuriyet kazanımları diye 100 yıldır en büyük hedef, bir şeyi yaşatmak değil de, o şeyin zıddını YAŞATMAMAK esâsı, varlık sebebi olarak yepyeni bir “ulus ÎCÂDININ”, Haçlı Avrupa tasdikli ana prensibi olarak çakılmışdır…
xx
8) Ümmetin Lideri ismiyle de ma’rûf Zât-ı Devletleri (7.mart.2001) târihinde de şöyle buyurmuşlar:
-Ülkenin iktisâdî vaz’iyyetine temasla- “YOKSULLUK TÜRKİYA’NIN KADERİ DEĞİLDİR.” İyi de, yoksulluk neyin nesiymiş o zaman aceb? Kâinâtda, KADERE taallûku olmıyan, kaderin dışında kalmış herhangi bir hücrenin nukleusundaki kromozomun üzerindeki bir GEN’den bahsedilebilir mi?. Veya, bütün atomların bir tek elektronu, protonu veya nötronu var olsun ki, onun varlığının, değişmiyen KADERİNE taâllûku bulunmasın?… Zerre kadar hayır ve şerri zapta geçiren meleklerin RABBİ, acebâ hangi ZERRENİN mâzî, hâl ve istikbâlini bilmekden UZAK kabûl edilebilecekdir?. Bunda sağlam bir îmân, akıl ve kalbin nasıl şübhesi olabilir?. Türkiya’nın başına gelen tepeden tırnağa ne varsa, en küçük cüz’üne, hücre ve atomuna, hâl ve keyiyetine kadar o, TÜRKİYA’NIN MUTLAK KADERİDİR… İlm-i ezelîsiyle, o şey, o mahlâk, esmâ-yı hüsnâsından biri de Allâmü’l-ğuyûb olan Azze ve Celle’nin MUTLAK ma’lûmudur. En mükemmelinden en berbâdına kadar her hâl ü keyfiyet, Türkiya’nın kaderidir… Yoksulluk varsa, bu, kulların (Frenk cumhûriyet felsefesine göre, onların vatandaşlarına âid) bir kusûr yani tembellik, tedbirsizlik, küfür, şirk, nifâk, putçuluk, heykelcilik v.s. gibi sayısız haramların bir netîcesi olarak meydana gelmiş, “Hallâk-ı Âlem de, bu sebeblere binâen onu öyle yaratmışdır” denir… Neyi nasıl yaratacağında da O, muhtardır; O’nun irâdesine tahdîd getirib, O’na te’sîr edecek bir varlık düşünmek muhaldir. Kayyûmiyyet (Ezelî ve Ebedî oluş) O’na âiddir, her an istediğini istediği gibi yapar=“Fa’alün limâ yürîd” ancak O’dur ve âyet bunun delîlidir… Türkiya’daki kullarının irâdelerini Hakk’ın rızâsına ne zaman, nerede ve nasıl uygun kullanmıyacaklarını veya aksini, Allâh Azze ve Celle, tâ ezelden bilmektedir… Bu kul irâdeleri netîcesi olarak ortaya yoksulluk çıkacağı mukadderse, bu dahî vukû’undan evvel tâ ezelde Rahmân’ın ilmi dâhilindedir, hâricinde olması muhâldir… İşte KADER, MÂLÎK’in bu ilmidir; ve O, bunu LEVH-İ MAHFUZ’da yazmış, tesbît ve takdîr eylemiş, sâbitlemişdir; ve o, o yazı istikâmetinde aynen ve mutlaka olacakdır… Onun ne zaman olacağı, yaratılacağı da, Rabb Teâlâ Hazretlerine mutlak ma’lûmdur… Değişmesi düşünülemez, bu muhâldir. Püsküllü gibilerin “sihir ve dua kaderi değiştirir” demesi, iğrenç bir bâtıl ve mutlak bir hakîkâtdışılık olub, mürtekîbi kim olursa olsun (tecdîd-i îmân) iktizâ eder… Bâlâda me’hazıyla geçdi, tekrarında pek fâide vardır ki: “HER ŞEY YAZILMIŞ BİTMİŞDİR, KALEM KURUMUŞDUR. YENİDEN YAZILACAK HİÇBİR ŞEY YOKDUR.” Kader, Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücûd Azze ve Celle Hazretlerinin ILİM sıfâtına RÂCÎ olub, zâtında, sıfâtında ve esmâsında teğayyür (değişme) muhâldir. Mahlûkâta âid olan cevher ve a’raz olma hâli değişikliğe ma’rûz olub, Hâlık Teâlâ bunlardan münezzehdir. 15 asırlık ehl-i SÜNNET ve’l-CEMAAT i’tikâdı budur, ulemâmızın tamâmı da bunda icmâ’ etmişdir. Kaderin değişmesi demek, yeniden yazılması demekdir. Yeniden yazılması ise, NEÛZÜBİLLÂH onu, Hakk Teâlâ’nın beğenmediği veya bilemediği içün yeniden yazması ve yenilemesi gibi ma’nâlara gelir ki, bu iki şık da, SÜBHÂN olan ve noksanlıkdan 24 saatde 540 kere tenzîh etdiğimiz ALLÂHU ZÜLCELÂL Hazretleri içün muhâldir, mümteni’dir, müstahildir. Tâbiînin Güneşi ve en Büyük İMÂMI Ebû Hanîfe Rahmetullâhi Aleyh Efendimiz Hazretlerinin sabah akşam okunması hâlinde Kıyâmet Günü Azabdan kurtulma duâsı olan “Sübhâne’l-ebediyyi’l-ebed, Sübhâne’l-Vâhidi’l-Ehâd…..” tertîbi, bu hususda pek büyük bir İ’TİKÂDÎ TENZÎH şâheseridir… Anınçün: “Kader değişir, HAKK içün muallakdır, mechuldür, mübhemdir” gibi, beyân, iddia ve i’tikadlar, mutlak sûretde merdûd ve bâtıldır… Bu i’tikadlarda olanlar, ya echel, ya tam sapık, ya muharrif veya serseri ve muvâzenesiz takımlarıdır… Bunları dinliyenlerin de sapıtacakları, îzâhdan vârestedir… Bir müslüman içün her şeyden EVVEL en mühim=EHEM husûs, doğru, sahih ve makbûl bir ÎMÂN=AKÂİD’dir. Püsküllü gibi her dakika KAMALİZMAYA vurub sallansa da, şer’an i’tikâdî bir RÜKÜN, bir kânûn=ZARÛRÂT-I DÎNİYYEDEN bir ESAS bozuk olsa, her amel habt olmuş, her hasene zâyi’, her (ahlâk sevâbı) hebâ olmuş bulunacakdır… KADER noktasındaki küfr ü dâlâl ve SAPITMALAR, mutlaka TECDÎD-İ ÎMÂN VENNİKÂHI ŞART kılar… Kader’i, çocuk oyuncağı gibi ağzının, mugâlâta, mubâlâğa ve palavralarının malzemesi gibi olur olmaz yerde ve kendi NEFSÂNÎ akıl ve mantığı çerçevesinde kullanan ve işletenler, hem dall ve hem mudill kesân-ı süfehâdır. Sûret-i kat’iyyede GAFLET olunmayıb, netîcesi ebedî hüsrân olan böyle bir vartaya düşmekden Hakk AZZE ve CELLE’ye sığınılmalıdır…
xx
9) Zât-ı DEVLETLERİ imam lisesi ma’lûmât-ı şer’iyyesi (!) ile, (1.mart. 2018) tarihinde ise, dünyâ çapında ve pek orijinal bir KADER nazariyesiyle de, cihânın karşısına ş’ol vechile büyük bir “şecaatla” çıkmaktadırlar:
“196 dünyâ ülkesinin KADERİNİ 5 tane ülke belirleyemez; ve 5 ülkenin her birinin dudakları arasında sıkışmış böyle bir KADERİ artık dünyâ taşıyamaz.” Fe sübhânallâh.. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.. Ve min’el garâib.. KADER, Allâmü’l-Guyûb olan Allâh Azze ve Celle’nin her şeyi kuşatan ezelî ve ebedî ilmi muktezâsı, mahlûkâtının her hâlini gene ezelden bilib, ebede kadar bunu aslâ değişmiyecek şekilde LEVH-İ MAHFUZDA tesbîtidir. BM’deki o adı geçen 5 gâvur devletin de, Allâh Azze gibi, böyle “KADER belirleme” ilâhlığı nereden çıkıyor?!. Kaderin, Allâh Celle tarafından bilinmesi dışında, başka bir kul veya mahlûk tarafından tesbîti veya bilinmesi muhâldir, mümteni’dir, müstahildir… Sonra, “5 ülkenin dudakları arasında sıkışmış KADER” nasıl oluyor?. Allâh Azze ve Celle’nin İLM-İ EZELÎSİNE RÂCÎ olan KADER, 5 gâvur devletin DUDAKLARI ARASINA nasıl SIKIŞMIŞ; ve kim, 2. bir tanrı olarak kaderi oraya sıkıştırabilmişdir!?. Tam 196 ülke, Kader eğer dudaklar arasına sıkışan bir nesne ise, o 5 ülke NEDEN: “Bizim KADERİMİZİ dudaklarınızın arasına sıkıştırıyorsunuz?” dememiş de, dilsiz şeytan olub susmuş?.. Ve Mine’l-GARÂİB ü ECÂİB.. ve KADER, İSLÂMİYET’deki mutlak ve fevkal’âde kıymetine ve mukaddesliğine rağmen, O, onun bunun dudakları, kulakları, parmakları v.s.’si arasına (SIKIŞAN) bir söz, ses veya oyuncak gibi ucuz-basit bir şey mi zannedilmektedir?. Ve bunu, “Dünyâ, artık bu kaderi taşıyamaz hâle geliyor?” ise, KADER, belli bir zamandan sonra gayr-i menkûller gibi (TAŞINAMAZLAR) listesine de girebilen bir şey midir?. Pek akıl almaz, islâmî îmânın aslâ kabûl edemiyeceği güncelleme felsefesi… Püsküllü Müftünün ba’zı vidyolarında pek medh ü senâ etdiği (İmam Liselerinden) mezûn olanların, Haltettin Karamanlis mezheb-i ılmâniyyesi îcâbı olarak (KADERE ÎMÂNLARI) böyle İslâm dışı birşeyler ise; ve 5 gavur ülkesinin “belirlediği”, onların dudakları arasına sıkışabilen ve îcâbında TAŞINAMAZ hâle bile gelebilen, yani değişebilen… bir nesne ise, böyle bir şeye, “Cenâb-ı Hakk’ın ılmine RÂCÎ’dir; O’nun Kudret, İrâdet ve Tekvîn sıfatlarına da taallûk eder” demek mümkin midir?. “Kader, kazâ olmadan bilinemez” müteârifesine îmân etmeden, KADER’e îmân edilmiş olamıyacağı îzahdan vârestedir… Aklı başında kim olursa olsun, Şerîatın KADER ÎMÂNINI hiç bir politikacı ve püsküllü, mevcûd politikaların malzemesi yapmak üzere ağzına almamalı, ona, onun dışında keyfiyet ve ma’nâ yüklememeli, onu diline dolamamak ve onunla gevezelik etmemek üzere onun SIRRINA a’zâmî hürmet ve hassâsiyet göstermelidir. Aksi halde büyük vartaya düşmek kaçınılmaz oluyor…
xx
10) Târihler (24 Ekim 2020) olunca, kader anlayışı 196 ülkeden sâdece iki ittifâka inerek küçülmüş ve şöylece beyân buyurulmuşdur:
“Türkiya’nın KADERİ ile AK partinin ve Cumhûr ittifâkının KADERİ âdetâ bütünleşmişdir.” Hangi politik sivri, (KADER) mevzuunda ağzını açsa, mutlaka hem sapıtıyor ve hem de saptırıyor… Şerîat, bütün edillesi ile, “kazâ olmadan Kader’i bilmek muhaldir” derken, cübbelâsından püsküllüsüne “bilinir” noktasındaki çukura dalıb, kimisi küfür, kimisi dalâlet, kimisi kehânet, kimisi cehâlet püskürtmektedir. Bir mahlûk, TÜRKİYA’nın, AKAP’ın ve cum ittifâkının kaderlerini bilmeli ki (!) bu üçünün kaderleri bütünleşiyor mu, yoksa içden içe tepişiyor ve ilk fırsatda biribirini YOK ETMEK içün fırsat mı kolluyor, yoksa başka neler var, bunları bilebilsin!. Ö. Nasûhî Merhûm gibi nice ulemâ-yı İslâm: “KADER, en mühim mesâil-i kelâmiyyemizdendir.” buyururlarken, politikacı esnâfının bu 6 İMÂN esâsından ve Allâh Azze’nin İLMİNE RÂCÎ olan bu pek mühim MUKADDESİ, böyle zırt pırt süflî politikanın âlet, edevât ve malzemesi yapması, cidden ürkütücü, lâübâliyâne, egnostik (ulûhiyyet ve rubûbiyyeti umursamaz) bir keyfiyetdir. Kaderi karıştırmadan, “Üç tarafın da hedef ve gâyesi aynıdır” dense, bu neden kâfî görülmüyor da; “Allâh Azzenin EZELÎ İLMİNDE DE BU ÜÇ MAHLÛKUN BÜTÜNLEŞMESİ VARDIR” gibi şeyler fırlatılarak, o ilme ORTAKLIK gibi bir zıvanadan çıkış peşine düşülüyor; ve dîn-i CELÎL-İ İSLÂM’ın temellerine tecâvüze kalkışılıyor?. “Üçünün de kaderi bütünleşmişdir” denilince, hükme mutlaklık mı kazandırılmış olacakdır?. Bu aynı zamanda mukaddesleri istismâr ve onları süflî politikalar içün kullanmak basitliği olmıyacak mıdır?. Bu noktada en TEMEL ÎMAN ŞARTI: KADER KAZÂ olmadan bilinemez müteârifesidir. Bu, bütün politikacı esnâfında görülen korkunç bir alışkanlık ve “politik literatürün” de sanki olmazsa olmazı, ne acı ki, onun, lâzımeden bir oyuncağı hâline getirildi… HOCA kılıklılar da hiçbir şey yokmuş, olmamış gibi ve şeytân-ı AHRAS olarak susuyor, dînimizin böyle tahrîflere uğramasından hiç rahatsız bile olmuyorlar! Buradaki ana sebeb, cehâlet mi, gaflet mi, ihânet mi, mefsedet mi, tahrîfât mı, tahrîkât mı, tezyîfât mı, ne ise, HAKK’ın ve HALKIN HAKKLARI bâbında HESÂB GÜNÜ elbetde apaçık ortaya çıkacakdır. Zerre kadar hayır ve şerrin ortaya çıkacağı o GÜN!.
11) xx (26.ocak. 2022) târihine gelince ise, bir başka kader rengi ve anlayışı veya keyfîliği ortaya konuldu!
“Biz, İstanbul’umuzu KADERİNE terk edemeyiz.” diyerek pek büyük bir ıstırâb ızhâr buyuruldu; ve elemnâk olduklarını, pek sevgili vatandaşları (!) ile bu hissiyât-ı ulviyyelerini (!) pek kardeşçe paylaşmış oldular!… TEDBÎR TAM alındıkdan sonra KADERE RIZA İBÂDETDİR. “Kadere terkedemeyiz” demenin içinde, kader, o kadar kötü bir şeydir ki, “falan ve filan ne olursa o şeyi ona, aslâ terk edemeyiz” ma’nâsı yatmaktadır. Halbuki ve üstelik, iki cihân bir araya gelse, KADER ne ise, ONA, ONDAKİNİ TERKETMEMEK MUHÂLDİR… KADER ne ise, o, MUTLAKA O LA CAK DIR… Hani “Fosfor bombalarıyla” Gazzelileri imhâ ve itlâf eden, hastane bombalayıb yüzlerce ma’sumu katleden “İsrail cânîlerinin eline Filistini TERK EDEMEYİZ” dense, bu, anlaşılır; ve buna kim eyvallah demez?.. Fakat, Cenâb-ı Hakk AZZE ve CELLE’nin İLİM, İRÂDE, KUDRET VE TEKVÎN SIFATLARINA TAÂLLÛK EDEN KADER VE KAZÂYI KİM TASARRUFUNA ALACAK DA, ONA: “EY, KADER! SANA İSTANBUL’UMUZU TERK ETMEYİZ!” diyebilecekdir?. Kaderi ve sıfâtullâhı inkâr eden Kaderiye, şîa ve bilhassa Mu’tezile (rasyonelizma aşısı yemiş) mezâhibin te’sîrinde kalarak sapacak Ankara “din uydurma mekteblerinin” ürünleri böyle olacakdı ise, o mektebleri açanların ervâh-ı cümhûriyye ve berzâhiyyeleri de nasıl azab çekiyordur, îmânı olanlar tasavvur ede… EMR-İ Nebevî’yi dinlemeyib kaderi olur olmaz yer ve mevkii ve mevzii dışında kullanmak, bunu da kendi fikirlerinin mutlak doğru imiş gibi gösterilmesinde vesîka diye sallamak, çok çirkin bir mukaddeslere hakâret cürmüdür… Ulemânın “Kaderi ta’mîk etmek memnû’dur” hükmünü tanımıyanlar bile, bu ısyânlarının elbetde bedelini bir gün ödeyeceklerse, kaderi çığırından çıkararak istismâr edenlerin hâli nasıl olur, kıyâs edile…
12) Daha bitmedi ve ba’dehû 2023 târîh-i efrencîsinde Malazgirt Cihâd-ı Şer’îsinin sene-i devriyesinde de böyyük bir cûş u hurûş içre i’lânâtda bulunarak:
“Aziz milletimizin KADERİNİ DEĞİŞTİREN, târîhin akışına yeni bir yön veren…..vatandaşlarımızı Malazgirt’e bekliyoruz.” beyânâtı verildi… Bunu dahî ins ü cin bütün cihân duydu, arz u semâ da hayret ve dehşetden ihtizâza gelib tiril tiril titredi ve YARADAN’a sığındılar… ÇÜNKİ KADERİN DEĞİŞMESİ MUHÂL İDİ… Hulâsa-yı KELÂM: KADER, levh-i mahfuzda yazılıdır ve aslâ değişmez; ve Allâh AZZE ve CELLE’nin EZELÎ ilim, irâde, kudret ve tekvîn sıfalarına MÜTEALLIK bir keyfiyet ve mâhiyet olmakdan BÖYLECE çıkarılmış, insanların beşerî İRÂDESİNA (cüz’î irâdeye) tâbi’ ve onun vücûd verdiği bir keyfiyete sokulmuşdur… Böyle bir i’tikâda İslâmiyyet’de aslâ yer olamaz…
xx
13) Cumhûr ittifâkının ikinci büyük şerîki ya’ni ortağı olan MEHEPE fırkasının reis-i umûmîsi ve internetlerde “ermeni” soyu meşhurlarından olduğu kayıtlı bulunan, fakat nice parti başı madamlar ve Türk olmanın mutluluğunu vecizeleyenler gibi TÜRK ve TÜRKÇÜ bilinen Bay Bağçeli dahî, (10.10.2023) günü yapdığı grup toplantısında, ÜMMETİN LİDERİ Bay Başkan’ın yukarıda (5.) maddede naklatdiğimiz KADER sözünün çok yakın bir kopyasını, askerî bir disiplin ve ülkücü ciddiyyetiyle ve tam da bozkurtça tekrarlıyarak aynen şöyle demişdir: “Türk milletinin KADERİ cumhûr ittifâkıyla aynıdır.”
xx
14) Aynı Bay Bağçeli (23.10.2023) târihli gup konuşmasında da KADER bâbında gene kendisini SONSUZ derecede aşan şu ecâib cümleyi cihâna patlatmışdır: “
Cumhuriyet demek, cumhurun bizatihi kaderine ve geleceğine egemen vasfıyla sahip çıkması demektir.” Demek ki, “piskevit” deyişiyle de çok sevimli hâtıralara imzâ ve mühr-i TÛRÂNÎ atmış olan 2. BAŞBUĞ BAĞÇELİ HÂN, LEVH-İ MAHFUZA ÇIKARAK (!) veya oralara erişib vâsıl olarak; veya, bir takım rûhânî istihbârât gücü ve eşsizliğiyle “Türk milletinin kaderini” okumuş ve cihâna i’lân etmiş bulunuyor!. Cumhûr, doğrudan doğruya LEVH-İ MAHFUZDAKİ o değişmesi MUHÂL olan yazıya, “HÂKİMİYYET BENDEDİR” diyerek SÂHİB olacak, yani o yazıyı kendisi yazacak ve bunun adı da “CUMHÛRİYET DEMEK” olacakmış!!!. Ah, cumhuriyetin (rasyonalist ve ateist) maarif ve felsefesi ah!. KADERİ ne hâle sokdu ki, Allâh Azze ve Celle’nin ILM sıfatına RÂCİ olan kader üzerinden HÂLIK TEÂLÂ’ya ÎMANI da ne karanlık inkâr dehlizlerine savurdu!!!… Zaten kim kaderi ağzına alsa, münkirliğiyle ins ü cinnin AĞZINI bir karış açık bırakmadan rahat edemiyor!..
CÜBBELÂ denen sakallılığı ve cübbeliliğiyle KAMALİSTLEŞTİRİLEREK müctehidleştirilen (!) İsmailağa matrûdu adamın dediği ise, çok daha (modern ve internet çağı normlarına ve uzaylı (!) efsânelerine) çok daha uygun!. Pek geveze de olsa, PREVEZE zaferi kazanmış gibi TÂZE-HERZE ne varsa mitralyöz gibi döktürüyor: “Kader, kazâ olmadan, onu, F-16 gibi bir şey daha havadayken kapıb, aşağı inmeden iptâl ediyormuş” ve yerine, gıcır gıcır, yepyeni, sıfır kilometre yeni bir kader îmâl ediliyormuş!… TEVBE YÂ RABBİM, Estağfirullâhe’l-Azîm… Püsküllü ve “Osmanlı Münevveriyim” diye yumrukladığı masalarda mecâl bırakmıyan (fes-cıgara-gravato) teslisli ve târih dedikodularıyla meşhûr müteveffâ Müftü Efendiye göre de: “Sihir ve duâ, KADERİ DEĞİŞTİRİYORMUŞ!” (Hâşâ)… Bunu daha evvel de yazmışdık… KADER’e îmândaki SAPITMALAR, îmânın diğer 5 şartını da çıkmaza sokuyor… Anınçün Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz (bervechi âtî) 27. maddede zikredilecek Hadîs-i Şerîf ile, bu mevzu’da “münâzaa eden kavimlerin HELÂK olduğunu” beyân buyurmuşlardır. Püsküllü gibi “Bu kader mevzuunda ben çok uğraşdım” diyenler, emre muhâlefetle hem (helâke gidiş) kapısını açmışlar; hem de, Muvazzah İlm-i Kelâm’da sarâhaten beyân buyurulduğu gibi bu mes’elenin künh ve hakîkatına aslâ erilemiyeceği ve müslümanlara bu YASAK olduğu içün ona varamamışlardır… Püsküllünün, her vidyo veya konuşmasında sık sık: “Kader Perspektifinden bakmak, Murâd-ı ilâhî şudur, zat ve sıfat tecellîleri, 3000 esmâ vardır, kader bilinmez ammâ işâretler, emâreler, gidişat-gelişat ile SEZİLİR, v.s.” demek gibi indî, i’tibârî, gayr-i ilmî ve pek mütenâkız ve yanlış, söz ve hezeyânları, mevcûd ruh ve akıl muvâzenesinin raydan çıkışının da bir isbât ve tezâhürüdür… KADER hakkında ne kadar bilib, ne kadar îmân edileceği, eslâfımızın akâid, tefsîr, hadis, hatta fıkıh müdevvenâtı ile de, bilmünâsebe pek hassâs ve müstakîm olarak ortaya konulmuşdur. Bunu, her müslümanım diyenin, Mu’tezile (kaderiye), cebriye, şia ve sâir mezâhib küfür ve bid’atlarından; felsefî, politik ve keyfî bataklıklardan kurtulmuş şekli ile kabûllenmesi şartdır. Bu mîzân ve miktâr içinde ele alınmaması ve işin çığırından çıkarılması hâlinde, adı geçen heriflerin düşdüğü varta ve helâke yuvarlanacakları îzahdan vârestedir…
Ulemâ-yı Osmâniyye ÂLEM-İ BERZÂHA GÖÇÜNCE, meydân-ı İFTÂ ve ulûm-ı şer’iyyemiz, bu kabil kerâmeti kendinden menkûl nevzuhurlara kaldı. Püsküllü, “Tahrîf Hareketleri” diye kütük gibi kitablar yazsa da, kendisi her vidyosunda birkaç îmân eriten çukura düşüb, saf ve gârîbân gençleri, (TAHRÎF) içine çekerek, uyuşturmuş ve saptırmışdır… Bu tahriflerin neler olduğuna nasîb ise ve yeri geldikçe temâs edeceğiz…
KADER meczuunda daha nice sapıtmalar vardır ki, bu noktadaki misâl ve beyanlar daha da çoğaltılabilir… Bizim vazifemiz, ESLÂFIMIZ ehl-i sünnet Osmanlı ULEMÂSININ, muhalled eserleriyle ortaya koyduğu Hanefî-Mâtürîdi hattını kat’iyyen muhâfaza etmekdir. Aksi hâlde, her geçen gün sulandırılan aziz dînimize en büyük HIZMETDEN mahrûm kalmış oluruz; bu da, pek büyük bir mes’ûliyyeti mu’cib bulunacakdır…
Bu kabil kader ile alâkalı mezâhib çoksa da, Türk resmî ideolojisi “İslâm’da Rasyonel Mezheb” dedikleri (akliyyûn-entel-dantel-Kur’âniyyûn-ilâhiyatçı-diplomacı-politikacı-külâhlı-püsküllü- cübbeli-kaftanlı ve kamaliyyûn) v.s. gürûhunun havalı zihniyetini yani Mu’tezile fırka-yı dâllesini kullanmalılardı! İslâm’dan (ehl-i Sünnet İslâm’ından) kurtulub, laikliğe sıçramak içün, aklı, vahyin önüne ve üstüne çıkaran mu’tezile çizgisi, en elverişli atlama taşı olabilirdi… Üstelik bu mezheb, ehl-i sünnetin çok tehlikeli bulduğu ve ürkdüğü bir tarikdi!. “Gökden indiği sanılan Kitabların dogmaları” artık geçmezdi; ve “İlhamlar da gökden ve GÂİBDEN alınmamalıydı!” Devrimlerin ilâhları bu çizgidelerdi, bu çizgi (nass hükmünde bir başka dogma idi…) Halbuki KUR’AN-I KADÎM, GAYBA ÎMÂNI en başa oturtmuşdu. “Gökden indiği sanılan Kitâb” dedikleri Kur’ân-ı Kerîm, ateistlerin sandığı gibi gökden inen metaor taşı benzeri bir şey değil, VAHY yolu ile Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a nâzil olmuşdu…
xTürk kamalizması, (19. asır Haçlı Avrupa) pozitivizmine, materyalizm, sosyalizm ve determinizmine yanaşmayı, ateizma devrimlerine daha uygun bulmuşdur… İslâm’dan tamâmen çıkılamıyacağını görünce, Ankara oligarşisi, asrın pozitivizma- ateizma modasına (mu’tezile) ile ayak uydurmayı, dinden kurtuluşda ehven-i şerreyn gördüler! DİB’i de 1924’de bu iş içün kurdular. Kader ve GAYBA îmân, ateizmada olmadığı ve bu i’tikâd onların kalb ritmuslarını bozduğu içün, bunların zaman içinde îmân ve zihinlerden atılması lâzımdı… İnsanların nefes alışına kadar her anlarının KADER adı altında Allâh Azze ve Celle’nin İLMİ, İRÂDESİ ve KUDRETİ ile kuşatılmış oluşu, ataizmanın “halk hâkimiyyeti adı altında kulun kula kulluğuna mutlak ma’nâda mâni’ oluyordu!.” Kadere îmânı şart koşan da “GÂİBDEN” gelenler ve GAYBA îmân idi… Allâh Azze ve Celle’nin KİTÂBI ise, Fâtiha-i Şerîf’den hemen sonra Bakara âyetleriyle insanları üç sınıfa ayırıyor; ve mü’minleri 4, kâfirleri 2 ve münâfıkları 13 âyetle TAVSİF edib vasıflarını sayıyor ve CİHÂNA duyuruyordu… Bakara’nın 3. âyeti, MÜ’MİNLERİN EN BAŞ VASFININ GAYBA ÎMAN OLDUĞUNU APAÇIK NAZARA VERİYORDU… VE, müşâhedeye, gözün, kulağın, havass-ı hamsenin haber verdiği şeylere değil; edille-i erbaa ile öne konulan ve dördü de, ilâhiyatçı deist, determinist ve reformist nicelerinin inanmadığı GAYBA îmânı, mü’min olmanın pek büyük ve olmazsa olmaz ŞARTI olarak istiyordu… Bu ise, Batı pozitivizma ve determinizmasıyla ters düşüyordu!. Kader’e imanı yok saydığı içün ehl-i sünnet ulemâsının (kaderiyye) de dediği, mu’tezilenin selefi, yabana atılmamalı, onunla bu müşterek nokta kullanılmalıydı. Onun çün, Cumhûriyet ve ateist devrimler Türkiya’sı, “din mektebleri” diye açdığı imam liseleri, enstitü ve ilâhiyat gibi tezgâhlara, mu’tezile kafasını heykelleştirib dikmeyi kendine usûl bildi!. Bunu, kendini müslüman görenler hâlâ akletmez, adı geçen yerleri, (kader ve gayba îmân) içinde bilirler… “Protestan İslâm, hoşgörü-diyalog” deyişlerin altında, “Aydın din adamı ve madamı” gibi uydurmaların derûnunda da, böyle fitne ve iblislikler yatar da, bunları, bu ümmet bakiyesinin görecek hâlide kalmamışdır!… Püsküllü cum müctehidinden RAİZ Beyfendiye kadar nicelerinin, (KADER) mes’elesini, acebâ sık sık dile getiriyor olmaları nedendir?. Bunu ele almıya değer!. Meydana getirmek fi’lini unutdurub, “Yaratmak” kelimesinin yaygınlaştırılmasının altında da neler yatıyor? “Kul fi’lini kendi YARATIR” diyen mu’tezile ile, bir karâbeti (!) ve bir soy birliği var mı?. Akla tapan ataizmanın, “rasyonel mekteb” dedikleri mu’tezileyi de, tanımak babında aşağılarda biraz ele alacağız, inşaÂllâh…
Fakat İslâmiyyet’in SON ŞERÎATINDA KADER’e ÎMÂN, çocuk oyuncağı olmanın nâmütenâhî uzağında, ALLÂH AZZE ve CELLE’nin İLM sıfatına râcîdir dedik… Hakk Teâlâ’nın bütün sıfatlarında ise değişiklik düşünülemez, O, a’razdan münezzehdir; O’nun içün bunlar, mümteni’dir, muhâldir, müstahildir… Binâenalâzâlik, KADER mes’elesine edille-i erbaamızdaki şekli ve keyfiyeti ile ÎMÂN edilmezse, sıkıntısı, EBEDÎ BEDEL ödemeye kadar gider… Çünki işin içine “Allâh Azze ve Celle’ye îmân” giriyor… Hafazanâllâh…
“Ben de bu kader bahsinde çok uğraştım bu kader bahsiyle çok uğraştım.” (link aşağıda)
Şerîat’ın: “Ta’mîk etmekden, esrâr-ı kaderi keşfe çalışmakdan MEMNÛ’SUN” emri apaçık ortada iken, (YASAKLAYICI HADÎS de ileride gelecek) püsküllü ve târihçi cumhûriyet müctehidi (!) ise, üstüne basa basa ve şecaat arzetme havalarına da gire çıka ve câhil cesur olur fehvâsınca da, üstelik 2 kere tekrar ederek: “BEN BU KADER BAHSİNDE ÇOK UĞRAŞDIM” deyiş bâtıllarını savuruyor! MEMNÛ’ olanla çok uğraşdığı içün de, çırpındıkça batmış, batdıkça da çırpınmış ve çarpılarak “Kader perspertifinden bakarsak” der hallere ve perişanlıklara düşer hâllere DÛÇÂR olmuş; yüzme bilmeden ummâna atlayıb boğulub gitmişdir… Aklî, îmânî ve ahlâkî muvâzeneyi kaybetmenin işte asıl ana sebebi “UĞRAŞMAYIN EMRİNİ HİÇE SAYARAK UĞRAŞMAK” olmuşdur…
26. Çok ve hele irticâlen ve hiçbir kitâb, âlim ve disipline bağlanmadan saatlerce (din-politika-târih) KARMASI konuşma hastalığı, aslâ bir meziyet değildir, tam tersine, tenâkuzlar, keyfîlikler, hatâyâ ve dalâletin ana sebebidir. Bu riâyetsizlik sebebi iledir ki, bütün konuşmalar düzinelerce TENÂKUZ, abartı, kabartı ve aşırı mübâlâğalar, i’tidâlsizlik, vekârsızlık ve mahalle kahvesi ağzı taşımakdan bir türlü uzak kalamamışdır. Ancak, Hakk, hakîkat ve doğruyu, islâmî edeb ve vekarla, kabadayı havasından uzak olarak anlatmak, İslâm’ca mu’teber ve müstahsen olandır!. Hele bâtıl bir takım saplantıları doğru kabul etdirmek içün, onları bir takım doğruların içinde takdîm etmek; (-Siyâseten katli ma’sumlara da teşmîl etmek gibi-) Mukaddes ve Muazzez Şerîatı TAHRÎF fazîhasını irtikâb olur… “Siyâseten katli ilk tatbik eden Peygamberdir” deyib, siyâseten katlin içine hiç suçu olmadan katledilenleri de katarak, “Peygamber, siyâseten katli Ka’b İbni Eşref’e tatbîk etdi” denilirse, bu Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine İFTİRÂ olur… Bunun vebâlinden ebediyyen kurtulmak imkânı da olamaz. Zîrâ Fahr-i Kâinât Aleyhisselâm aleyhinde binbir yalan, iftirâ ve putperest tahrikâtına cür’et edib EN BÜYÜK SUÇLARI İRTİKÂB EDEN Ka’b İ. Eşref denen Yahudi Hahamı bu MEL’ÛN-I MELÂÎNE tatbîk edilen cezâ, ma’sûma verilen HAKSIZ katil cezâsı aslâ değildir, bu muhâldir. “Ka’b, katli icâbetdirecek bir suç işlemediği hâlde siyâseten Peygamber tarafından katletdirildi” gibi ma’nâları açık gizli tazammun eden beyânlar, “Peygamber âdil değildi, zâlimdi” gibi (sonsuz kere hâşâ ve kellâ) bir netîceye müncer olur ku, bu, nâmütenâhî vebâl ve mes’ûliyyeti mu’cib bir belâ ve felâkete yol açar…
27. KA’B denen o mel’un, ALLÂH SEVGİLİSİ Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerine karşı işlenen en BÜYÜK SUÇLARI irtikâb etmişdir. Dolayısıyla o mel’una verilen cezâ bin kere haketdiği TA’ZÎREN KATİL CEZÂSIDIR… Bunu, ma’sum insanların en âdî katline de (siyâseten katil) kılıfı geçirmek üzere, “işte Peygamber de Ka’b İ. Eşref’e (siyâseten katil) tatbîk etdi” demek, şer’î adâlet ve hukûk esaslarıyla oynamak ve cihânın aklıyla da alay edib göz küllemek demekdir ki; aynı zamanda bu, Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerinin de, ma’sum katletdiğini ileri sürmüş olmayı içine alan cinnetlik bir hâl-i bühtân, denâet ve şenâetdir…
28. Târihde, beşikdeki bebeklerin veya 5-10 yaşındaki çocukların veya bazı vezirlerin ma’sûm olmalarına rağmen “ileride ısyân İHİMÂLİ TAŞIYORLAR” diye katlediliş cinâyetlerini meşrû’ göstermek üzere, bunlarla KA’B mel’ununun katlini aynı keyfiyetde ve “siyaseten katil” maskesi altında aynileştirmek, gerine gerine ve kan kokusu almışcasına “Cellâd! Vur bunun kellesini” gibi lâfları da mes’eleye tuz biber diye serpiştirmek, îmân, vicdân, ahlâk ve akıl kârı değil, cinnetlik bir hâl kabûl edilir… Allâh Azze ve Celle’nin DÎNİ, bu kabil rezâletler ve redâetlerden mutlak ma’nâda münezzeh olub, mutlak merhamet, şefkat, adâlet, hukûk ve hakîkat dînidir. Âdem Aleyhisselâm’dan beri İslâmiyyet’in hiçbir şerîatında, KAVLEN veya Fİ’LEN işlenib tahakkuku isbât edilemiyen bir suç düşünülmemiş, “Berâet-i zimmet asıldır” kâidesi bu mes’eledeki esaslardan biri olmuşdur. “İleride suç işleme İHTİMÂLİ var” gibi mevhûm bir suç ihdâs ederek ve buna istinadla cezâ verilmemişdir. İhtimâller üzerine suç binâ edilecek ve buna cezâ da terettüb edecek olsa, o zaman hiçbir insan şuç işleme İHTİMÂLİ dışında kalamıyacağından, herkesi suçlu kabûl edib cezâya çarptırmak gâyet meşrû’ olmuş olu ki, bunun netîcesini aklı çürüyüb taaffün etmemiş herkes ürpererek tahayyül edebilir… Beşerî ve şetânî sistemlerin i’tibârî ve izâfî hukuklarında bile böyle bir vahâmet ve sakâmet görülmemekde ve buna yer verilmemektedir.
29. Hânedân asabiyyetini temel almanın İslâm’da hiçbir zaman şer’î bir mesnedi yokdur, olamaz. Hulefâ-yı RÂŞİDÎN (Rıdvânullâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtının tatbîkatları ortadadır. “İslâm’da hükûmet şekli yokdur, yeterki başa geçen ZÂT şu dört vazîfeyi yerine getirsin” gibi lâfların da kıymeti olamaz. En şümûllü ve mutlak GÂYE olan Hükûmet şekli HILÂFET olub, bu da zârûrât-ı dîniyyedendir; ve cihâd, namaz, ukûbât, münâkehât, verâset, v.s. gibi, ahkâm-ı Sultâniyye tesmiye edilerek de, edille-i erbaanın dördüyle de kat’iyyen sâbit bir emr-i dîn ve hakîkatdır. Hılâfet-i İslâmiyye, İslâm’ın olmazsa olmazı (zarûrât-ı dîniyyesi)nden en mühim ve dâire-i şümûlü en geniş olanıdır; ve sâir usûl ve fürûa taallûk eden bütün her mes’elenin kemâliyle ve rızâ-yı ilâhîye mutâbık cereyânı, HILÂFET emri yerine getirilmeden aslâ edâ ve îfâ edilemez. Ancak hılâfete gidiş usûlleri, hulefâ-yı erbaanın biribirinden farklı iş başına getiriliş yollarıdır. Beşincisi ise, “Hakk-ı Seyf” denilen usûldür ki, bu, asıl olan 4 usûlün tatbik edilememesi, iğtişâş ve asâyişsizliğin çığırından çıkdığı bir zamanda kuvve-i kâhireye sâhib olan zâtın, istikrârı, sulh ü sükûnu ve hakk ve hukûku ipkâ içün kuvvet ve silâh kullanarak ümmeti BAŞSIZ bırakmamak adına tatbik etdiği aslî değil, fer’î ve ârızî bir yoldur. Ancak bu usûlün tatbîkinde de aslâ hukûk çiğnenib zulme gidilemez, suçu sâbit olmadıkça hiç kimseye cezâ verilemez, hele “ileride ısyân etme İHTİMÂLİ VAR” diyerek, püsküllü müctehidin ictihâdı (!) mu’cebince suçu SÂBİT olmıyan kişiler içün de “Cellâd! Vur kellesini” dedirten bir ruh marazına mübtelâ adamlardan, ehl-i hâl ve’l-akde, ümmet içün veliyyülemr (halîfe) nasbedib ona bey’at etmeleri aslâ dü.şünülemez…
30. Püsküllü müctehidin (!) hılâfet kitabında Prof. Hamidullâh (Üstâd N.Fâzıl Merhûm’un baîdullâh dediği herif) gibi oryantalist ve ne idüğü belirsiz adamlardan derlediği uyduruk ve haçlı taklidi hılâfet teşkîli usûllerinin, İslâm ile zerre kadar alâkası olabilir mi?. Adam, bu gülünç maskaralıkları Hılâfet gibi en ciddî bir mes’elede kitâb diye yazmıya bin kere hayâ eder… “Dünyadaki İslâm devletleri (!) bir araya geleceklermiş” ve BM genel sekreterinin seçilişi gibi bir usûlle, her 2 seneliğine içlerinden birini münâvebe ile BAŞKAN yapacaklarmış; ve İslâm târihinde hiç görülmiyen bu hılkat garîbesi sekreterial herif, nerenin kralı, nerenin cumbaşısı, nerenin cumbabaşısı, nerenin tâğûtu ve hangi çukurun melikü’l-muazzamı ise, Halife olmuş olacakmış! Mevcûd 3-5 düzine monarşik, oligarşik, demokratik, teokratik, republiq, laik, şefokratik düvel-i şeytaniyye ya’ni İslâm bakıyesi milletlerin tepesindeki gravatolu ve madamaları kolundaki çağdaş Böyyükbaşlar, 1-2 saatlik ictimâ’da cemîan ıkınıb, nur topu gibi HALÎFE-İ İSLÂM doğuracaklarmış!
31. Böylece, “İslâm dünyâsının işte başı=halîfesi” diyerek, bu ihtiyâc-ı uhrevîyi, kürevîyi ve dünyevîyi demputratik, laikratik ve republematik normlar üzerinden ve rızâ-yı yehûdiyyet üzre yerine getirmiş olacaklarmış!. Birbuçuk milyar kendini müslüman zanneden ehâli-i müslimîn ve müslimât da, her 2 senede bir ESSULTÂN Zıllullâh-ı filard Hazretlerine BEY’AT tâzeleyib, dünyâ ve Âhıretini ma’mûr eyliyecek ve bu günleri ihsân eden tanr-ı teâlâya şükranlarını arzedeceklermiş… Yani karikatür halîfe oyuncakları ile Rasûl-i Kibriyâ Aleyhisselâm’ın halîfesi diye, (bin kere tevbe estağfirullâhe’l-azîm…) bir takım soytarılar peydahlanacak ve bunlarla, küreselcilerin gölgesinde Allâh’ın DÎNÎ iyice sulandırılıb, iyice tanınamaz ve demokratikleştirilmiş hâle getirilivermiş de oluverecekmiş!. Zaten püsküllü müctehid “Küreselcilerin Ilımlı bir hılâfet projesine” de çok sıcak bakmakda, arkasından da “Hılâfet nasıl gelirse gelsin, ister ılımlısı gelsin, sonra onun arkasından doğrusu gelir” yollu kehânetlerini de sıralamaktadır!. Hele mes’eleye bir de “Kader perspektifinden bakarsa”, 2050’de İslâm’ın hakîmiyyetinin mutlaka tahakkuk edeceğini de söylemeden duramaz! Hatta o kadar gâibden haber verişlerinde EMÎN ve kendisini de inandırmışdır ki, “2050’de İslam’ın hâkimiyyetini görmezseniz, gelin MEZARIMI ÇİĞNEYİN!” bile buyurmakda ve gâibden HABER MERKEZİ olarak 1000 mumluk AKAP ampulü gibi keskin zekâ veya kerâmet sinyalleri vermektedir!
32. İslâmiyyet’i yeryüzünden kaldımak istiyen küreselci çeteler, demekki müslümanları o kadar çok sevmekteler ki, onları evvelâ (ılımlı ve fetosal hılâfete), sonra da ondan hakîkî HILÂFETE zıplatmak üzere projeler yapıyor; ve müslümanları, müslümanlardan bin kat daha çok düşünüyorlar! “Kader hakkında çok uğraşdım” deyen adamların kafa tahtası çatlaklarıyla ne kadar uğraşılsa, ne kazanılır bilemiyoruz… Ancak nice desise, gevezelik, cerbeze ve gözboyamalar, ma’lûmât-ı iptidâiyye ve evveliyesi olmıyan saf ve gariban gençlere PEK CÂZİB GELİYOR! “Üstâd” makâm-ı a’lâ ve muallâlarından bir takım hılâf-ı hakîkat ıvır zıvırları şifâ niyetine içiren adamların iç yüzünü bilemeyib, gençlerin, o tiplerin peşlerine takılmaları cidden elem verici…
33. İslâm’da hükûmet, hiçbir kavmin, mahlûkun, soyun, sopun, ırkın, decâcilenin, cebâbirenin, tâğûtun, zorbanın, diktatörün, eşkıyânın, zenginin, beşerî bir sistemin, serseri veya manyağın, deli veya zırdelinin, haçlı kuyruğu olanların veya herhangi bir HÂNEDÂNIN hükûmeti değildir, olamaz… Târihdeki bütün İslâm hükûmetleri ve Kıyâmete kadar teşkîl edilecekler de dâhil, Allâh Azze ve Celle’nin SEVGİLİSİ RASÛl-i Kibriyâsı, Aleyhi Ekmeli’t-tehâyâ Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretlerinin MEDÎNE MERKEZLİ HÜKÛMET-İ İSLÂMİYYESİNİN SÂDECE ŞU’BELERİDİR… Bu mahrekden dışarı çıkan hükûmetlerin Allâh Rasûlü ile alâkası bulunamaz…
34. Sadede şürû’ edüb, Kader mes’elesine avdet edersek…
İslâm’da Merhûm Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri Hakkında dehşet veren edeb ve terbiye dışı ifâdeye devâm edelim, aynen:
“Şeyhülislam Mustafa Sabri’nin bir kader kitabı var, diyor ki:
Hayra ve Hakk’a meyil herkeste vardır ama, engeller vardır. Allah bazı kulunun Engelini kaldırır o gider ulaşır. Bazısının kaldırmaz, o cehennemlik olur.”
Bunları, Şeyhülislâm Hazretlerinin Kitâbından okumadan, kendi anlayışına göre aklında kalanlar ne ve nasıl şeylerse, veya nereden, nasıl uyduruyorsa ki bunlar belli değil, onları kendince naklediyor… İbâre tam ortaya konulmadan akılda kalanlarla onu tahlîl etmek veya ondan hüküm çıkarmak, gayr-i şer’î ve gayr-i aklî ve gayr-i ahlâkî bâtıl ve merdûd bir USÛL ve ÜSLÛBDUR. İlimden biraz behresi olanlar bunu mutlaka teslîm edeceklerdir.
35. Kader mevzuu gibi künh ve keyfiyeti bilinemiyen bir mes’elede, tarihle ve dedikodularla ömrü geçen bir adamın, Şeyhülislâm Merhûm gibi ÖMRÜ Şer’î İLİMLER ve tefekkür içinde geçen dünyâ çapında bir İSLÂM âliminin satırlarını anlamaması son derece tabiidir. Bunu teslîm edecek yerde, püsküllü müctehidin (!) Merhûm Şeyhülislâm’ı aşağılaması, bir RUH MARAZINDAN başka bir şey midir?“Böyle şey olur mu” diyerek, o KOCA Şeyhülislâm’ı techîl etmekle kalmıyor, “bunu diyen şeyhüislâm olamaz” ma’nâsını mutazammın bir tahkîr ve tezyîf de fırlatarak, “Şeyhülislâm mı bunu diyen” zehrini zerkediyor! Buyrun:
“Öyle şey olur mu, Şeyhülislam mı bunu diyen?”
Abdülhamîd Hân’ın musâhibliğini, bir ara sadrazam vekilliği, iki def’a şeyhülislamlık yapmış bulunan, 4 yaşından beri Kur’an-ı Kadîm ile iç içe yaşayan, bütün ömrü ulûm-ı şer’iyye tahsîli, dinsizlerle mücâdele ve mücâhede ve iftâ ile geçen, Şam ve Mısır vilâyetlerine yapdığımız seyyahatlerde pek çok âlimden bizzat duyduğumuza göre AKÂİDDE İMAM olduğu bilinen; ömrü, tahammülfersâ mücâhedât ve yabancı diyârlara hicret ederek nice mahrumiyetlerle geçen bir ŞERÎAT BÜYÜĞÜNE KARŞI kafa tutarcasına: “Ben de ona KARŞI diyorum ki” diye başlıyan edeb, terbiye, îmân ve ahlâk keyfiyeti, BUYRUN:
“Ben de ona karşı diyorum ki, Öteki de der ki hıristiyanın selâse mes’elesinde olduğu gibi benim kabahatim neydi, benim önümden de kaldırsaydın. Sen benim de rabbimsin. Onun önündeki engeli kaldırıyorsun da, benim önümdeki engeli niye kaldırmıyorsun? Bu şikayet Allah’a karşı yerinde olurdu. Böyle bir şey yok, böyle bir şey yok…”
https://youtu.be/1IyVPSjJpx4?si=8uWN6R4QHWjzlctP
36. Bu adam, yıllarca evvel tertîb etdiği bir vidyosunda ise: “BEN ŞEYHÜLİSLÂM MUSTAFA SABRİ’NİN DEVÂMIYIM” diye sıkıyordu!. Ne oldu şimdi?. Ciğere yetişemeyince ciğer pis oldu öyle mi?! Son maceraları da böyle bitdi!. Zavallı ve saf, dinliyen ve ta’kibçileri ise, bu kabil yüzlerce TENÂKUZ ve asılsız düzmeceleri, nice temel ma’lûmâtları olmadığından aslâ görüb mütenebbih olamıyorlar… Pek çok konuşmalarında “Kader perspektifinden bakmayı” diline pelesenk ederek, nice şer’î mes’elelerde bile kendi indî ve i’tibârî görüş ve zanlarını HAKÎKATMIŞ gibi göstermek üzere, bu “KADER ve Murâd-ı ilahî” klişesine sarılmışdır. Bu klişeleri olur olmaz yerde pek sık kullanmış, nefsini bu kullanmalarla yüceltib gûyâ hayranlık toplamışdır! Ve kerâmeti kendinden menkûl şeyhler (müteşeyyihler) gibi, bazı zavallılar indinde: “ÜSTÂD, hatta Üstâd-ı a’zâm” bile oluvermişdir!…
(Mâba’di var)