Üstâd Merhûm’un “Çöp Bidonundaki” Kedi, Köpek Ve Kubur Fâreleri!
25 Mayıs 2024
-2- Tahrîfe Karşı Çıkarken (İslâm’da) Tahrîfât!
27 Haziran 2024

 TAHRÎFE KARŞI ÇIKAR GÖRÜNÜRKEN (İSLÂM’DA) TAHRÎFÂT!

-1-

Ahmed SELÂMÎ (Dağistânî)

 

ORTADA OSMANLI’DAN KALAN ULEMÂ (lâ teşbih-TABİB-İ HÂZIK-I MÜSLİM-İ ÂDİL) KALMADIĞINDAN, PÜSKÜLLÜ VE ÇEYREK HASTA BAKICILAR, KALB VE BEYİN AMELİYÂTI YAPAR OLDU!

Bazı püsküllü ve ağlâlli, duhanlı ve dumanlı ALLÂMELERİN (!) âlimlikle ve Ulûm-ı ŞER’İYYE tahsîli ile ciddî hiçbir alâkaları olmadığı, bizzat kendi i’tirafları ile de bilinmektedir. Şu halleri ile ne acıdır ki bu kabil herifler,  Hazret-i Osman, Ali, Amr İbnü’l-As, Muâviye (r. anhum ecmaîn) gibi ekâbir-i ashâba, Muhammed Hamdi ve Muhammed Vehbi Efendi gibi son asır Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat müfessirlerine, Mustafa Sabri Efendi gibi Şeyhülislâmlara (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn), Salâhaddîn Eyyûbî ve Târık bin Ziyâd gibi sultân ve kumandanlara, Merhûm Necib Fâzıl gibi son asır mütefekkir ve mücâhidlerine  dil uzatıb, onları zaman zaman tahkîr ve tezyîf de edecek kadar haddini bilmiyen, cehl-i mürekkeb sâhibi ve kendisini nice ulemâ-yı kirâmımızın üstünde gören, kerâmeti kendinden menkûl, şişirilme ve çakma, echel-i cühelâ tiplerdir…

Bunların ömürleri TÂRİHÎ dedikodular, yalanlar, iftirâlar ve kîl ü kâl ile bomboş geçdiğinden, Allâh’ın DÎNİNİ hakîkî Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat ulemâsından ta’lim ve tedrîs edememiş, bu çok büyük ni’metden mahrûm yaşamışlardır. Bu cehl-i mürekkebleri sebebi ile de, usûl-i DÎNE müteallık pek çok hususda işkembe-i kübrâdan saçıb savurmuş ve nice akâid mes’elesini yamultub TAHRÎF ve tahrîb etmişlerdir. Bunların şirretliklerinden korkan nice zevât da, onların karşısında şeytân-ı ahras olma pahasına susmuş; ve bunlar meydanı boş buldukça daha da azgınlaşıb tuğyân derekelerine gömülmüşlerdir… Halbuki müslümanın îmândan sonra  birinci vazîfesi, Dirâyetli ve Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’un ifâdesiyle şudur: “..hayra da’vet, emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapacak BİR ÜMMET VE İMÂMET TEŞKÎLİ, BA’DE’L-ÎMÂN MÜSLÜMANLARIN İLK FARÎZA-YI DÎNİYYELERİDİR.” (1936, c.2, s. 1154-55) Bu hele bugün, içinde yaşadığımız dâr-ı riddede “müslümanım” diyen ve öyle de olan herkesin (kaç kişi kalmışsa) kulağını ve kalbine küpe olmalı, nazarına da tek istikâmet bulunmalıdır…

İşte “Hayra da’vet ve emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” vazîfesi bu kadar ehem ve elzemdir. Îmândan sonra ilk VAZÎFENİN ne olduğunu bugün, onbin müslümandan bir kişi bile biliyorsa kendimizi bahtiyâr addetmeliyiz. Bunun içün de müslümanlar, her taraflarını saran cehâletleri sebebi ile, sarık CÜBBELİ, PÜSKÜLLÜ, makamlı, rütbeli, kerâmeti kendinden menkûl cerbezeli ve desîseli, boynu ağlâlli, çenesi demokrasili, îmân nesebi gayr-i sahih ve din güncellemeci-reformist-luterist-sistem beslemesi nice hoca kılıklı ba’zı EŞİRRÂ ve şeytanların gönüllü köle ve câriyesi olmuşlardır da, bundan zerre kadar haberleri bile yokdur… Binâenaleyh bunu bilen insan kılıklı çakal ve tilkiler, halkı: “Dîn, mezheb, tarîkat, şeyh, râbıta, tevhîd, diyanet, Osmanlı, devlet, hılâfet, Şerîat, vatan, millet, sakarya, v.s.” deyib, bu kabil kelimelerin hakîkî ma’nâ ve delâletlerini de hakîkatinden çıkarıb FELC EDEREK, mefluc hâle getirdikleri bu mefhumlar üzerinden saf kitleleri aldatmakda, onlardan, kendilerine menfaat tabanı sürüler meydana getirmektedirler!.

Bu i’tibarladır ki, müslümanın en mühim vazîfesi, bu kabil hem DALL, hem MUDİLL herifler karşısında SUSARAK DİLSİZ ŞEYTÂN olmamak, ÎMÂNÎ ve ŞER’Î hakîkatları her ne pahasına olursa olsun ortaya koymakdır. Bundan bile bile kaçınanlar, HACI HOCAYIM, ŞEYHİM, ALLÂMEYİM, müceddidim, müctehidim, seyyidim, pırasasörüm, bilmem ne DİBİNİN reisiyim, v.s. de deseler, ma’nâsını kaybetmiş ve sahteleştirilmiş bu sıfatların, İslâm ve Müslümanlar nazarında üç para etmiyecekleri mutlaka bilinmelidir. Bugün İSLÂMİYYET’in en büyük müşkili, dinsizler değil, bu dinli gibi görünen mukaddesât eşkıyâlarıdır.

Susan dilsiz şeytanlar, İslâmiyyet dediğimiz Allâh Azze ve Celle’nin irâdesi demek olan azîz dîne İHÂNET eden HÂİNLER cümlesindendir. Hakk, zaman ve mekânında muhâfaza ve müdâfaa edilemediği takdirde, onun zıdd-ı kâmili ve nakîzi olan BÂTIL, mutlaka hakkın yerini alacak, bununla da kalmayıb onu ifnâ edecekdir… Onun içündür ki, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm “Haksızlık karşısında SUSANLARI DİLSİZ ŞEYTÂN OLARAK” aşağılamış, şeytan derekesine indirmiş ve alçak ve lâ’netli mahlûkât olarak cihânın önüne koymuşdur…

Vasat, dünyâ çapında, ÎMÂN-I ŞER’ÎNİN tamâmen zıddına bir ideoloji, doktrin, safsata, felsefe, tapınma, tuğyân, tâğûtluk, İLKE, ÜLKÜ, hayât tarzı, kudurma arenası, zulüm, şirk, nifâk MEŞHERİ hâline gelmişdir. Bütün “sosyal medya” dedikleri lâğım çukurları, haberleşme-medya-matbuat ağları, siyâsî, iktisâdî, ictimâî, idârî, âilevî, cinsî, askerî, tıbbî, v.s. her türlü sınıf ve noktalar, ÎMÂN-I ŞER’Î zıddına bir çürüyüşün, girdab ve anaforun içine girmişdir. Dolayısıyla bir müslüman 24 saati içinde, yüzlerce îmân-ı şer’îsine ters idrâklerden telâkkîlere sürüklenmektedir. Bunlar karşısında kalbî RAHATSIZLIK duymıyan bir müslüman, îmânını kaybederek müslümanlığına da elvedâ demektedir. Îmân varsa, o îmâna ZID, TERS ve MUKÂBİL DURAN ne varsa, zarûrîdir ki müslümanı RAHATSIZ ve huzursuz edib yaralıyacakdır. Böyle olması, eşyanın tabiatı iktizâsı şartdır. Herkes kendisini bununla mîzân edebilmelidir. Aksi halde o, küfr, şirk ve nifâk denizinde yüzmeyi kendisine fıtrat dışı fıtrat kabul etmiş ve o sularda RAHATÇA yüzüb yaşamayı en tabiî hâl olarak kabûl etmiş demekdir.

En basit ve meşhur nice ilmihâl ve AKÂİD ma’lûmât-ı evveliyesinden bile mahrûm olan nice “ÜSTÂD” geçinici, purof bilinici, şeyh tanınıcı, mücâhid damgalanıcı, ülülemr diye çakılan, nice sahte kesân, v,s. adamlar, şu devr-i câhiliyye-i uhrâda, ortalığı basmış, baskın (dominant) bir halde bulunmaktadırlar. Büyük mürşid-i kâmil Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî (Kaddesallah u sırrahül Âlî) Hazretleri, 1273 hicrî (1857) de (tam 167 sene evvel) te’lîf bulurdukları “Câmi’ul-Mütûn…” nâm eserlerinde mevzûu en mükemmel şekliyle şöyle îzâh ve ihtâr buyurmaktadırlar:

“HUSÛSİYLE ISYÂN, İFSÂD VE CEHÂLET DENİZİNİN TAŞDIĞI, YERYÜZÜNÜN HER YERİNDE HAKKI İNKÂR CEREYANLARININ YAYILDIĞI, AZĞINLIĞIN VE İÇİ ÇÜRÜK DIŞI YALDIZLI GÜZELLİKLERİN VE BİD’ATLARI MÂHİR ELLER TARAFINDAN SÜSLENEREK TAKDÎM EDİLDİĞİ, BÖYLESİNE ÇETİN BİR ZAMANDA ÎMÂNI KURTARMAK KOLAY DEĞİLDİR.”( Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî, Câmiul Mütûn…., 5. tab’, 1409-1988, s.29)

Evet, tam 167 sene evvel manzara ve TEŞHÎS bu ise, bugünki her türlü tâğûtîlik, siyonistlik, kamalistlik, laikçilik, dîni GÜNCELLEMECİLİK, TELFİKÇİLİK, LUTERCİLİK, cumputrasicilik, lgbt’cilik, heykelcilik, lider ve partilere tapıcılık, şirk ilkeleri üzerine AND içicilik; (DÎN, dil, âile ve târîhi) RESMEN ve ALENEN SAPTIRICILIK devri veya ÇUKURUNDA îmânı KURTARMAK, 167 sene evveline göre, acebâ kaç milyon kat daha KOLAY DEĞİLDİR?.

Bunun mukâyesesini yapabilecek babayiğit veya “üstâd-müstâd” kabilinden, püskülü soldan çarklı bir azametfürûş veya gözbağcı (illizyonist) varsa, buyursun kelâm eylesin!  

Bunların yegâne sermâyeleri, içi boş, dışı süslü ve ağdalı lâf kalabalıkları, mantık oyunları, fâsid kıyaslar, cerbeze-desîse, gözkbağcılık (gavurca illüzyon) ve kelâm aldatmacaları ile sâmiîn üzerinde hâkimiyyet kurmak, onları düşünmiye vakit bulamadan teshîr edib, kendilerinin dümen suyuna çekme kurnazlığıdır…

BUNLAR, şahıslarını bir numaralı “ÎMÂN müdâfii gösterdikden” sonra, nice îmânî mes’eleleri öyle bir tahrîf ve tahrîb ederler ki, aklı başında olub da mevzûa hâkim bir insan şaşırır kalır!. Erbâbı anlar ammâ, hüsn-i niyet sâhibi, tecrübesiz ve ma’lûmât-ı evveliyesi omıyan nice heyecanlı ve samîmî GENÇ ve zavallılar ise, ağlara takılır kalır! Aşağıya alacağımız sözler doğrudur, ancak, bunlar, ma’nâsı çok umûmî, geniş, ihâtası yüksek ve içine yüzlerce binlerce kûnun ve kâide alan HÜKÜM ve mefhumlardır. İçlerine aldıkları o yüzlerce  veya binlerce olmazsa olmaz CÜZ’LERDEN biri, (zarûrât-ı dîniyye) olarak bu umûmî çerçevenin dışında bırakıldığı zaman, onun bağlı olduğu BÜTÜN de YOK HÜKMÜNE girer…

“İman oyuncak değildir” şeklindeki umûmî bir kabûlün içinde yer alan “Kur’ân Arabça DEĞİLDİR, duâ ve sihir  Kaderi değiştirir, Mûsâ Aleyhisselâm kâtil oldu, Îsâ Aleyhisselâm’ın Şeriatında ahkâm-ı ictimâiyye yokdu; melekler yoruldu, kavga etdi…” gibi yüzlerce sapma, sapdırma ve zırvalar, o “îman oyuncak değildir”i, “ÎMÂN OYUNCAKDIR” butlânına saplar; ve ortaya, hem inkâr ve hem de Taksim Anıtı veya Putu gibi koskoca bir TEZÂD ve TENÂKUZU çıkarılmış  ve çakılmış olur!..  Dolayısıyla nice politikacılarla berâber bunlar da: “Ben soldan püsküllü fesimle ve Osmanlıca ve Arabça bol terkibli lisânımla   isbât ederim ki, BEN, evet BEN..münevverân-ı Osmâniyândan kalma, adam gibi adamım, pek nâdîde bir eser-i atîkayım” havaları basar, takibçi ve dinliyenlerine gözbağcılık yaparlar ki bu, (gavurcasıyla onları bir nevi İLLÜZYONİST çukuruna, muhâtablarını da bunun tuzağına) düşürmekdir..

İşte bahis mevzuu etdiğimiz o umûmî, içine pek çok (zarûrât-ı dîniyyeyi=İslâm’ın olmazsa olmazlarını) alan ve canbazlar elinde yuvarlaklaştırılan lâflara misâller:

1– “Fiilen teslim olmayı bırak, kalben teslim olan bile kâfir olarak gitmişdir bu âlemden. BU ÎMÂN OYUNCAK DEĞİL. ÎMÂNÎ MES’ELELERDE ŞAKA OLMAZ, ATEŞLE OYNAMAYA BENZER. KALBEN İSLÂM’A AYKIRI BİR PRENSİBİ, O NE OLURSA OLSUN, KAMALİN PRENSİBİ, CEMALİN PRENSİBİ, FARK ETMEZ. KALBEN ONU KABÛL EDEN KÂFİR OLUR. Sabaha kadar namaz kılsa da, her sene hacca gitse de.. Müslümanın îmânı İslâm nizâmıdır, Kur’ân nizâmıdır. Bunu câhillikden yanlış anlıyabilir, o başka şey. Peygamberin bir sözünü bu evet Hadisdir, ama ben kabûl etmiyorum diyen adam kâfir olur. Çünki o kendi nefsinden söylemez.” ( https://youtube.com/shorts/BOCFtqjk7Ss?si=Y4muqQECy8DoS4oS )

Aslında dışdan doğru gibi görünseler de, şu lâf kalabalığı içindeki ba’zı cümleler dahî ilmîlik ve hakîkatdan uzakdır. Söylediği her söz yanlış olmasa da, bir çok yanlış, batıl ve hatta yalanlar, bazı doğrularla maskelenib, onlar da doğru imiş intibâı verilince, işin iç yüzünü bilmiyenler, bu yanlışlarla doğruları tefrîk edemeden tamâmını KABÛLLENMİŞ ve dalâlete düşmüş olacaklardır. Meselâ:  “İslâm’a aykırı kimin prensibi olursa olsun, ne olursa olsun, onu kabûl eden KÂFİR olur.” sözü gayr-i islâmî ve gayr-i ilmî bir lâkırtıdır. İnsanı kâfir eden ancak zârûrât-ı DÎNİYYENİN inkârıdır. Muhkem âyât, mütevâtir hadîs ve mütevâtir icmâ’ ile sâbit HÜKÜM ve HABERLER (ki bunlar zarûrât-ı dîniyyeyi teşkîl ederler.) BUNLARIN DIŞINDAKİ ictihadlar, küfre müeddî olmıyan bazı bid’atlar, pek çok kerâhet ve müfsidât, şahısların kendisini bağlıyan keşif ü kerâmet, ru’yâ, zuhûrât, v.s. daha vardır ki, bunlar, Püsküllü Mısırzâde’nin dediği gibi “İslâm’a AYKIRI da olsalar, ne olursa olsunlar,” bunları “kalben kabûl eden,” akâid ve ilm-i kelâm kitablarımızda “kâfir olur” diye bir hükme bağlanmamışdır… Fırâk-ı dâlle ve onun içindeki (Hâricî-selefî-Suûdî-şii, v.s. kafasının tekfirciliği veya mürcie-ibâhiyye ve bazı mes’elelerde şii kellesinin değişik (müteferrik) noktalarda tamâmen ibâhaya veya takiyyeye kaçan kolaylaştırıcılığı ve sapkınlığı-dalâletleri) gibi pek çok mes’elenin hükmü, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat esaslarına ya’ni (Sünnet ve cemaat ehli Müslümanların kalbindeki NEBEVÎ “İSLÂMİYYET’e AYKIR” ve ters-zıd ve ONUN mutlaka dışındadır… ANCAK, bunların bir kısmı küfr ü şirk ve NİFÂKA müeddî olmakla berâber, bir kısmı da bid’at ve dalâlet kabilindendir. Akâid imamlarımıza TÂBİ’ olmadan, ceffelkalem yazıb, delilsiz konuşmalar, Aziz dînimizi o zaman “OYUNCAK ETMEK” sayılır; ve asıl tehlike de, bu mübâlâtsız abuk sabuk beyanlarla ortaya çıkar… Evet biz de deriz ki, îmânî mes’eleler lâfla-palavra ile oyuncak olmakdan kurtarılmaz; AKÂİD İMAMLARIMIZA, mürşid-i kâmil ehl-i sünnet mütekellimîn ve ulemâmıza TÂBİ’ olmakla oyuncaklıkdan kurtarılır. Gerisi, azîz dinimizi kullanmak ve lâf u güzâfdan ibâretdir. Birçok âyet ve hadîsi bile i’râb ve tecvîdine riâyet ederek okumakdan âciz azametfürûş ve kendini birşey zanneden çakma adamların, müctehidmiş gibi fetvâlar verib ictihâdlar yapar hallere girib çıkması, adamın hem cehl ü süfliyâtına, hem de dîni oyuncak edişine ve îmanının da zîr ü zeber oluşuna kadar korkunç delâletler ortaya koyacakdır.

Politikacıların, veya bazı sapık mezheb veya hiziblerin “müslümanım diyen herkes müslümandır, müslümanlıkda birleşib ayrılmıyalım, toplu kalalım” cinsinden yusyuvarlak ve bomboş lâflarla birliğe da’vetleri, kendileri etrâflarında birleştirme kurnazlığı ve her tarafın oylarını kendi tuzaklarına çekme propagandası olub, tam şeytânî bir gözbağcılık kabûl edilmelidir…

Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat îmân ve kelâm esasları, Matürîdî ve Eş’arî çizgisinde en sağlam TARÎK olarak ve müctehid İMAMLAR süzgecinden  en hassas ve ehliyetli ihtisâs, tahkîk ve tedkiklerle tedvîn edilerek,  dünyânın gözü önüne vaz’edilmişdir. Bunlar, ilâhiyatçı (F.Beşer makûlesi) modernist, kamalist, reformist, yobaz ve DİB’çi ba’zı hevâperestlerin dediği gibi asla (vaz’-ı beşerî) değil (VAZ’-I İLÂHÎDİR) ki; Kitâb, Sünnet ve İcmâ’ MÜSBİT, müctehid imam ictihadları ise muzhirdir. (Elm, 1936, c.1, s.88) Aksi halde, müctehid İMAM ictihadlarının üç ana delîlden istinbâtını kabûl etmemek, ya’ni vaz’-ı beşerî kabûl edilmeleri, bizi, o ictihad sâhiblerinin -hâşâ- Allâh Azze ve Celle’nin dışında tanrı ittihâz edilmelerine götürür ki, bu da şirk ve en büyük ZULÜM, felâket ve helâket olur…

Mezhebsizlik üzerinden İslâmiyyet’i yıkmak hedefinde olan dâhilî ve hâricî insî şeyâtîn tâifeleri, müctehid İMAM ictihadlarını vaz’-ı beşerî göstererek, onları silmek ve onların yerine de, kendi şeytanlıklarını oturtarak İslâm dışı bir “İslâm” uydurma peşindedirler!. Bu nokta anlaşılamaz da ihmâl edilirse, artık eldeki DÎNİN, bâlâda zikri geçen ifâdelerdeki oyuncağın nasıl bir “OYUNCAK DÎN” olacağını varın siz hesâb ediniz!.

Kerâmeti kendinden menkûl Püsküllü Mısırzâdenin birçok konuşmasında “İctihâd KAPISI AÇIKDIR” diye pek bilgiçce, cerbeze ve desîse ustası olarak hakkı bâtıl, bâtılı da hakk yapıcı ve sistemin felsefesine tâbi’ lâf kalabalıkları ile zırvalaması, aynı menhûs ve menkus hedefi ortaya çıkaracakdır… Müctehid Fi’d-dîn mertebesinde İctihâd yapacak bir müctehid İMAMIN bin seneden fazla ortada görülemeyişi, böyle bir müctehidi yetiştirecek şartların ortada olamayışı, ilm-i vehbî, meleke-i fekâhet ve akl-ı selîm gibi en temel ve kesbî olmıyan ilimlerle mücehhez (müctehid) ulemânın bu müddet zarfında bil’ittifak görülmeyişi apaçık ortadadır. Arzın, Dâr-ı ikrâh-dâr-ı azâb-dâr-ı riddeye ve ucûbe bir vasata doğru gitdikçe kayar oluşu ve günümüzde ise müctehidlik şartlarını imhâ edercesine butlâna mahkûm bulunuş vâkıası, on küsûr asırlık selef ulemâmızı pek haklı ve yerinde olarak TEDBÎRE zorlamışdır.  Mutlak değilse de  mukayyeden ve mücerred arzî olan ve ilâhî olmıyan ictihadlara aslında (teşehhîlere) kapıyı kapamak, Aziz Dînimizin tahrîfden uzak tutularak muhâfazasına kat’iyyen ve en büyük HIZMET demekdir. Muhâfaza edilmiyen bir ŞERÎATIN, geçmiş enbiyânın şerîatlarında olduğu gibi asliyetini kaybederek, İSLÂM dışı oyuncak din ve şeriatlara inkılâb etdiği BEDÂHATEN ortadadır. Binâenaleyh, selef ulemâmız nice hakîkatlardan hareket ederek, “İctihâd Kapısı Kapalıdır” hükmünde İTTİFÂK etmişlerdir. Böyle iken, onların RAĞMINA, azametfüruşluk, tepeden bakıcılık, cehl-i mürekkeb, tâğûtîlik (hakkı bâtıl bâtılı hakk yapmıya çalışmak) v.s. gibi sıfat ve  illetlerle ma’lûl olan püsküllü gibi sıradan kesânın, Şerîat hassâsiyeti ve ulemâmıza ittibâ’ ciddiyeti taşımadan “ictihâd kapısı açıkdır” yollu ulu orta, kabadayıca, câhilce, on küsûr asırlık ulemâyı hiçe sayarcasına; külhânbeyi edâlarına bürünüb, abuk sabuk zırvalamaları ve milleti başdan çıkarıcı idlâlleri, son derece zarara ve nice dalâletlere bâdî ve mu’cib olacakdır. Kendisi gibi önüne gelen herkesin de (müctehidlik-müftülük) postuna bürünmesine ve müthiş bir tefrîka fitnesinin sirâyetine zemîn hazırlıyacakdır…

Samîmiyyetle Müslümanlığa ÎMÂN edib onu cidden seven ve Kur’an-ı Mübîn mu’cebince “Benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve memâtım Âlemlerin Rabbi ALLÂH içündür” diyen her müslümanın birinci ve en mühim vazîfesi, SON ŞERÎAT’IN BİLÂ KAYD Ü ŞART MUHÂFAZA VE MÜDÂFAASI OLUB, BU HUSUSDA SON DERECE DİKKATLİ OLUNMAK İKTİZÂ EDER… 

  Asırlardan beri bütün HAKÎKÎ ŞERÎAT ULEMÂSININ üzerinde İCMÂ’ etdiği EN ANA ESÂSLARIN BAŞINDA bu gelmektedir… Bu ESASLAR dışında müslümanların, 2-3 asırdır herhangi bir partide, ideolojide, demputraside, ılmâniyyede (laiklikde), harhangi bir doktrinde, millî görüş gibi politikacı uydurması bilmem ne tür  6, 66 ok, bilmem 9, 99 ışık-mışık, 19 rakamına kadar Kelâm-ı Kadîm’i petrol arama arâzîsi yapmakda, ata-ana-baba ilkelerinde, ülküde, tilkide, türküde,  sahısda, mekânda, makamda, sapık mezheb veya hizib veya Kelâm-ı Kadîm rağmına şîa şia oluşlardan birinde veya sapık-bozuk-Şerîat dışı tarîkatlardan birinde, şeyhde, heykel veya tâğûtda, beynelmilel şeytan birliklerinde, C-7, D-8, E-9 bilmem ne KINAMA ve KINA YAKMA motorlarında, başkan veya taşkanda, belli bir ırk ve kanda, soy veya sopda, v.s.’de, TEVHÎD, BİRLİK, BÜTÜNLÜK ve ittihâd ortaya koyma düşünce ve tasavvur ve faaliyetleri, cehâlet-i mahzâ, câhiliyyet-i uhrâ ve mutlaka, eblehlik, dalâlet, pörsümek, sapıtmak, dinden çıkmak ve abes üstü abes bir  muhâliyâtla sürünmekdir… Bunlar, bu tür HAKKDAN uzaklaşmalar, KELİME-İ TEVHÎD’İN NE OLDUĞUNU KALBEN, zihnen, aklen ve rûhen BİLMEMEK, ONSUZ YAŞAMAK; lâ şerîkeleh diyememek, her gün 40 kere “İYYÂKE NA’BUDU” deyişi papağandan farksız yapmak  demekdir… Bunları Allâh Azze ve Celle’nin istediği gibi kalbe yerleştirmek içün de “Fe men yekfur bi’t-TÂĞÛTİ ve yü’min bi’l-LÂHİ” demek en baş MUTLAK ŞARTDIR…  Bu EN TEMEL ESÂSIN dışında ortaya konacak BİRLİK ve TEVHİD da’vetleri, sadece da’vetçinin, mücerred: “BENİ TANIYIN, BENİM ETRAFMDA BİRLİK OLUN!” deyişdir ki, bu da tâğûtlukdan başka bir şey olmayıb; insanlık târîhi boyunca aslâ TUTMIYAN ve mümkin olamıyan ve olamıyacak bulunan bir muhâliyâtdır; ve bu, insanların gözünü küllemek ve onları kendinde toplamak hedefine ma’tûf bir dessaslık, hilekârlık (illizyonistlik), sahtekârlık, lâf canbazlığı ve uyuşturma tuzağıdır… Bugünün “demokratik partili dünyâsı” da, ilm-i Hakk’ın, bâtılla TELBÎS edildiği ve insanların basîretinin kaybolduğu bir câhiliyyet-i UHRÂ devrinde bu TAKTİKLERLE yürümeyi, kendilerine en kârlı yol ve ticâret ittihâz etmişdir…

Adı geçenin AŞIRI MÜTECÂVİZ VE ASABÎ karekterindeki ifrâd ve tefrîd, azametfürûşluk (büyük görünme), herşeyi biliyor manzarası çizme, BUNUN İÇÜN de yanlış i’râbla tekrarlayıb okuduğu ve ezberindeki belli âyet ve hadîs ve arabî ta’bir ve kelâm-ı kibârlarla âlim görünme formülleri; ve, en az dile alınma emri altındaki KADER mes’elesini tam tersine her ağzını açışda sık sık dile getirib, cerbeze ve desîse ile ve ba’zı hülyâları hakk göstermek içün onları âlet ve istismâr etme taktik ve kurnazlığı; ve zaman zaman bazı partileri tutmanın “îmânın gereği olduğunu” söyliyecek kadar örtülü “demokrasi meddahlığına” soyunuşu; ve ba’zı beşerî sistemlerin hassaten demokrasinin, İslâm’a kapı araladığı gibi uydurmaları kulaklara sık sık sokması; ve i’tikâdî birçok sakatlık, çarpıklık ve yanlışlarının ortaya çıkmasından aslâ utanmayıb mahcûb olma hissi taşımayışı gibi ba’zı âmiller, ona, HER ŞEYİ, (sık sık tekrarladığı keskin ZEKÂ (!) sâhibi oluşuna istinâden) İSTEDİĞİ GİBİ KONUŞUB TAHRÎF VE TAHRÎB ETME YOLUNU AÇIYOR… Pervâsızlık, şer’î mesâildeki hadsizlik ve azametfüruşluk  (büyüklenmenin) hiç bir hudûd tanımadığı nice beyanları, bütün konuşmalarında apaçık nümâyân olmakda, cehâleti korkunç derecede nazara verilmektedir…

Mısırzâde’nin şu aşağıdaki konuşmasına bakan, onu bir numaralı îmân müdâfii kabûl eder. Ancak, biz, adı geçenin hangi ÎMÂNÎ mes’eleleri OYUNCAK  ve hangilerinde ŞAKA etdiğini, ATEŞLE oynadığını, kimin PRENSİBİNİ kalben kabûllendiğini v.s.’yi, madde madde vesîkalandırıb, nice  bâtıllarla zihinleri bulandırdığını kavl-i mücerredde bırakmıyarak, biavnihî Teâlâ ortaya koyub çürütecek ve dalâlin önünü vüs’atimiz nisbetinde kesmek üzere şiddetle redd ü nefyedeceğiz…

2–Adam, azametfüruşlukda (kendisini övüb uçurmakda ve büyüklenmede), mübâlâğa (abartıda) da öylesine  zirve yapıyor ki, acem palavrası bunun yanında enkâz gibi kalır! Siyah harfli satırlar ona, beyazlar bize âid olmak üzere buyrun:

“Ben Trabzon lisesinde oranın idâdî olduğu zamandan kalma 10 bin 15 bin kitab vardı. Çoğu osmanlıca. BEN BU KİTABLARI DEVİRMİŞDİM. SİZ OKUMUYRSUNUZ. Ben üniversiteye geldiğim zaman bugün bildiğim bilginin en az %80’i KAFAMDAYDI… BEN 54 senesinde hukuk fakültesi 1. sınıfındayken ÖVÜNMEYİ SEVMEM.. emsâl alın diye söylüyorum. (BİZDEN: O, övünmeyi o kadar şiddetle seviyor ki, bunun akla geleceğinden kat’iyyen emin olduğu içün de, bunu alenen ve şiddetle nefyetme ihtiyâcını hissediyor; ve saftirikler de “hâ övünmek içün değil, onu emsâl almamız içün ve bir hakîkatın ifâdesi olarak söylüyormuş” deyib, gözbağcılığına (illüzyonuna) düşeler!. (15.000 kitabın %80’ni de kafasındaymış!!!) Ali Fuad Beyle (Ord. Purof Dr. A.F. BAŞGİL’i kastediyor) münâkaşa etdim. İkisinde de Ali Fuad’ı mağlûb etdim, Ordinaryus profesör, bunu da yazdım… (BİZDEN:Nice halîfeleri, müctehid, müceddid, müfessir, fakih, mütekellim, şeyhülislâm, sultan ve kumandanları TENKİD hatta tahkîr eden bir adam içün, Ord. Prof. Ali Fuad Bey ne ki, ONU BİT GİBİ HAYDİ HAYDİ EZER GEÇER!!! (Ord Prof’u bile daha hukuk 1. sınıfda talebe olarak tam 2 kere MAĞLÛB etmek, dünyânın 8. hârikası gibi müthiş birşey!!! ) Ali Fuad bahsinde son kitabımda görürsünüz, Roma hukûkundan usûlü muhâkemeyi aldık diyor ders kitabında. Cevâb verdim ÂCİZ kaldı. Hocanızın fikrine saygı duyun dedi. BEN Trabzon lisesinde gece gündüz okuyordum. leyli (yatılı) okudum 4 sene. Millet YATMAYA giderdi ben okurdum. Hademelerle HARBEDEREK….(BİZDEN: İlim uğruna ne müthiş mücâdele ve hatta HARB!) bunu neye söylüyorum: O gün BEN İsmail Fenni Efendinin bir kitabını Trabzon lisesinde okumuşdum. Nûh tûfânına dâir çivi yazısı tabletler bulunduğunu, çivi yazısı okununca Nûh tûfânının gerçek târîhî bir vak’a olduğunu, sâbit olduğunu bu tabletlerin Biritiş Muzeum’da mevcûd olduğunu söyledim…..”    (https://youtu.be/NMH8JUQCMdg?si=DNy-FRd0DR7gaSMU)

Kime söylemiş?. Meşhur laikçi ve ateist Rızâ Nur’un evlâdlığı, gene türkçü ve ateist Nihal Atsız’a söylemiş!

Bâlâda adı geçen İsmail Fenni Ertuğrul da, felsefe ile uğraşmış, vahdet-i vücûd mesleğinde ve mûsikîşinas, Bulgar Tırnova’sından bir kişidir. Bazı marşlar da besteleyib bunları 1924’de ÇANKAYA’daki ateist BAŞLARA TAKDÎM etmişdir!. Ömer Faruk Yıldız’ın ifâdeleriyle:“DİN ANLAYIŞI olarak AKILCILIĞI benimsemiş; AKIL ARACILIĞIYLA HER ŞEYİN SEBEBİNİ ANLAMIYA ÇALIŞMAK İÇÜN YAPILAN FİLOZOFLUĞU BİR ŞEREF OLARAK GÖRMÜŞDÜR.”

Püsküllü, bu zâtın bazı eserlerini de Sebil neşriyâtı arasında basmışdır. Mısırzâde üzerinde İsmail Fennî’nin te’sîri çok olmuşdur ki, sık sık “Keskin zekâsından” bahsedişi, kader mevzû’larına lüzumsuz, tehlikeli, hatta zaman zaman îmâna ZARAR dalışları, ehl-i sünnet ulemâsına rağmen “İctihâd kapısı açıkdır” noktasına sık sık temâs edib, birçok mes’elede aklınca ve kendi ifâdesiyle “keskin zekâsı” üzerinden indî, izâfî ve nefsî fetvâlar uydurması da, İsmail Fennî gibi birçok felsefeciden filozofik malzeme ve fikirler devşirdiğini ve o kabil adamlardan menfî beslendiğini göstermektedir…

Püsküllü Mısırzâde gene yukarıda, leyli okuduğu Trabzon lisesi kütübhânesindeki 10-15 bin kitâbı DEVRETDİĞİNİ söyliyerek, (mübâlâğanın-abartının), acem palavrasını da sıfırlıyan bir zirvesinde zırvalamaktadır. Hiç kimse de AKLINI işletib şu basit hesâbı yapmıya üç dakika ayırmıyor; ve kendisini, hımbıl bir beyinle adamın te’sîr ve teshîr sahasına ESÎR edib bırakıyor! Mısırzâde zamanında ders yılı 8 ay olsa, 4 yıllık lisede 4X8=32 ay kalmış ve okumuş demekdir. Bu da cem’an 32X30=960 gün yapar. Kütübhanedeki 10-15000 kitabı DEVRETDİĞİNE göre, evvelâ 10.000 kitab okumuş desek, bir günde 10.00:960= 10,4 yapar ki, evet bir günde TAM, (10.4 kitab okuması LÂZIM gelir!!!) Ders saatleri dışında bir günde  (MEKTEB, YEMEK, İHTİYAC, TEMİZLİK, NAMAZ, ABDEST, GİYİNME 7 SAAT UYKU v.s. desek, bütün bunlar 18 saat tutsa) VE BUNLARI 24 SAATDEN ÇIKSAK, ona, AŞIRI BOL KESEDEN tam ve son derece bereketli deliksiz ve mükemmel bir 6 SAAT kütübhânede okuma zamanı VERSEK, (BİR) saatde TAM (1.7  kitâb)  DEVREDİYOR demekdir!!!

Yukarıdaki kendi ifâdesine göre Trabzon lisesi kütübhanesinde 15.000 kitab da olabilirmiş.. O zaman GÜNDE 15.000: 960= 15.6 kitab yapar ki, ders saatleri dışında bir günde ve her saat başı (2.6  kitab)  DEVRETMİŞ olacakdır!!!

Eh, kendine ÜSTÂD dedirten çakma bir üstâd-ı a’zâm da, böyle ışık hızıyla okuyabilen pek müstesnâ bir yaratık olmalıdır ki, bu görülmemiş HÂRİKALAR ancak onda görülebilir olsun!!!

Ve böyle hârika üstü hârika bir insana da, sâdece kendi ta’biriyle “keskin zekâlı, kerâmât isnâd edilen, istikbâli gören, kader perspektifinden bakan, murâd-ı ilâhîyi ve kaderi okuyabilen, “mu’cize kabilinden” işler de başına gelen” bir ADAM üstü adam olmak yaraşır!. Hatta ONA, sıradan bir adam gözüyle bakıb, muhibbânı ağzı ve gene kendi diliyle “ÜSTÂD” demek, fevkal’âde hafif kaçar, bu da kendisine MÜTHİŞ haksızlık olur!. Nasıl olsa bu cihâna Fettoş gibi Kâinât İmamları, Kedicikli Adnan gibi Mehdiler, Cübbeliler gibi ru’yâ, zuhûrât ve yakaza hallerinde CENNETLE müjdelenmiş modern “aşere-i mübeşşereler” hâşâ, “ete kemiğe bürünüb Mahmud diye görünen, v.s’ler” gelebiliyor, gelebiliyorsa; o halde bir saatde 1.7 veya 2.6 kitâb DEVREDEN HÂRİKA üstü HÂRİKA HALLER, KIRAATLER ve KERÂMETLER  dahî ızhâr eden allâme-i cihân ve EVLİYÂDAN zevât-ı kirâm neden gelmesin!!! Neden gelemesin???!..

Kerâmeti kendinden menkûl “evliyânın!” zamanımızda cirit, hatta göbek atdığı, artık hâdisât-ı âdiyeden olduğu apaçık bir vâkıa bulunduğu bedâhaten ortada değil midir?!. A.Ü. İlâhiyât Fakültesinde KELÂM dersine giren ve “kerâmete inanmak küfürdür, ben mu’teziledenim” diyerek sınıfa meydan okuyan ve bunun üzerine aynı  sınıfda talebe olan Orhan Karmış Bey’in, Kelâm-ı Kadîm ile sâbit olan “Meryem vâlidemize hurma ağacını salla emr-i sübhânîsi üzerine, mevsimi olmadığı halde hurmaların dökülüşünü” âyet-i kerîmeyi okuyarak isbatlayışı câlib-i dikkat bir vâkıadır. Karmış devâm eder:“Ve şimdi söyleyin, kerâmete inanmak mı küfürdür, inanmamak mı?” O zamanlar Bâyezid Câmii 2. imâmı ve 6 iman şartı ile 6 ok şartını beraber götüren (!) “SARI İmam”ın,  işte o oğlu olan Prof. Hüseyin Atay, bu rezillikle  kıpkırmızı olub, o sene o sınıfa akâid dersine girememişdir!. Bunları, i’tikâdı ma’lûm Süleyman Ateş’in asistanı olduğu zaman (1973’lerde) bizzat Orhan Karmış Bey’den dinlemişdik!. Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat i’tikâdında (kerâmet hakdır ve inkârı küfürdür.) Ancak, onu ham yobaz kaba softa ve fesi püsküllü bir takım tarihçi ve bir takım süflîlerin ayağa düşürmesi de, ifrâd ve tefrid kutubları arasında sahtekârca ve sapıkça savrulmakdır…

Fesi püsküllü ve boynundaki ağlâli sola kayık Mısırzâde “Övünmeyi sevmezmiş..” Ord Prof Ali Fuad Başgil’i, iki kere, hem de hukuk 1. sınıfdayken mağlûb etmiş!.. Aslı varsa tabii… Çünki biz, birçok uydurmalarına bizzat şâhid olmuşuzdur!!!

Bahse mevzû’ etdiğimiz kesânın, KAMALİST cumputrasinin ateist ve lâyık mekteblerinden, beşerî ve Haçlı Batı KÂNÛNLARI ve felsefeleri okutan (lise ve hukuk fakülteleri gibi) dinsizleştirme tezgâhlarından geçdiği dahî apaçık ortadadır… Gene bunların, uydurma PARTİ-pırtı, demputrasi ve TÂRİH dedikodularına bulanarak, tâğûtî-şeytânî politika mübârezeleri ve mübtezelliği içinde ve şirkâlûd vasatlarda harcanan bir ömür isrâfı ve zavallılığı zemîninde yaşadıkları da îzahdan vârestedir…

Tamâmı içün böyledir dememekle berâber, bu kabil ba’zı kesânın, her şeyden evvel AKLÎ ve rûhî muvâzenelerinin keyfiyeti dahî mutlaka nazar-ı i’tibâre alınmalıdır… Çünki,  her mevzû’da düşdükleri müteaddid ve çirkin TENÂKUZLAR ve kendi edeb dışı ifâdeleriyle (hâşâ) “kerâmete k.ç atdıran keskin ZEK” sâhibi olmakla da ikide bir; ve kerâmeti kendinden menkûl velî (!) taslakları gibi kendilerini uçurdukları dahî, sık sık ve kendi bîedeb ifâdeleriyle sâbitdir. Etraflarındaki  şartlanmış adamları ma’rifetiyle ve onların diliyle şahışlarına yükledikleri  “ÇAKMA Üstâdlıkları;” ve  irticâlen konuşmalarında her zaman pek gergin ruh hâlleri ile saldırıcı ve azametfürûş (büyük görünme hırsıyla) kibr ü gurûr manzaraları çizdikleri, hatta hakâret ve küfürbazlık hududlarında ifrâd edib bunda sâbit kadem oluşları; bizzat kendi ağızlarından duyduğumuz en galîz “ana-avrat sinkefli” sövüb saymaları ve lâğımlaşmaları dahî,  bir başka ve pek çirkin vak’a ve vâkıalardır…

Başkalarına (meselâ bize) âid bazı hadiseleri (kizbe medâr olacak şekilde) kendi başlarından geçmiş gibi takdimleri, (bunun canlı şâhidiyiz ve ileride anlatacağız)..  bunların, bu adamların, îmân, ahlâk, ruh ve akıl sıhhatlerine son derece DİKKAT edilmesini şart kılmaktadır…. Binâenaleyh bu kabil kesânın:“64 kitab yazdım, bunları üstüste koysam A. Hakan’ın boyunu aşar” kabilinden her fırsatda NEFİSLERİNİ azdırma ihtirâsâtı ve sokak ağzıyla konuşmaları; ve hesabsız palavraları bile, onların ilmine değil, cehline, hatta cehl-i mürekkeb sâhibi oluşlarına delîl ve hüccet olduğu bedâhaten ortadadır… Îmân ve i’tikad’daki dalâlet ve cehâletlerine bervechi âtî bizzat kendi satır ve beyânları üzerinden ve son derece MÜDELLEL olarak temâs edecek; ve yazdıklarımızı aslâ kavl-i mücerredde bırakmıyacağız biavnİLLÂHİ TEÂLÂ…

Bütün bunlar ve niceleri de nazara alınırsa, muhatablarımızın, mücerred ayarsız atılganlık, cür’et, tehevvür (kuvve-i gadabiyenin ifrâd derecesi), câhil cesâreti, azametfürûşluk (büyüklenib böbürlenme) ve cehl-i mürekkeb gibi evsâf-ı mezmûme ile mütehallî bulundukları, bundan böyle apaçık ortaya çıkacakdır. Ne kadar esef edilse azdır ki, nice kişi ve gençler bu hakîkatları göremeyib, pek çok i’tikâdî ve târîhî mesâilde bu kabil cübbeli, püsküllü, dümbüllü, akademik, politik, şefokratik ve sâire  adamlara inanarak, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat i’tikâdı dışına sürüklenmektedir. Bu i’tibarladır ki, nice dalâlet ve bâtıllarını ele alarak bunların hakîkatını ortaya koymak; ve mü’minleri UYANDIRIB eşirrânın idlâllerinden muhâfaza etmek, mes’ûliyyet hisseden müslümanların aslâ kaçınılmaz şer’î ve EHEM VAZÎFESİ hâline gelmişdir…

Sağlıklarında, hemen aşağıya aldığımız gibi, palavra ve korkunç cehâlet ve dalâletler patlatdıklarını; ve binnetîce İSLÂM’ı tahrîf ve tağyîr ile Hakk’ı bâtılla TELBÎS edib müthiş tenâkuzlar sıkdıklarını, aşağıdaki röportajından da apaçık, aynen ve şöyle TESBÎT ve TA’YÎN edebiliyoruz: 

3)– “Târih boyunca tahrîf hareketleri diye üç tânesi KOCAMAN cildli, bak bitânesi senin önünde, her biri böyle 700 sayfada. Bi dördüncü cildi daha var, Allâh sıhhat âfiyet verirse yazacam….. 16 ilim bilinmeden Kur’ân anlaşılmaz…… Halbuki Kur’ân RABBÇADIR, ARABÇA DEĞİL, RABBÇADIR…Bu iş ilim işidir, herkesin âlim olmaya vakti de yokdur…. Zarûriyyât-ı dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR. Bu, mücmelen bilmekdir. Mufassalan bilmek farz-ı kifâyedir. Mufassalan bilir âlim, tereddüd etdiğin birşeyi sorarsın….Aklın şuurun yerinde değilse mâzursun.” (https://youtu.be/WdZ2rO8vrIM?si=IoWYxUJXlEuoGcwU)

Görüldüğü gibi püsküllü-ağlâlli adam, Kelâm-ı Kadîm’i bile tekzîb edebiliyor!… Çok derin allâme-i cihân ya… Halbuki Kurân-ı Azîmüşşân da, bakınız tam 10 âyeti ile onu: “BEN ARABÇAYIM” diyerek ve cihânın gözleri önünde nâra mahkûm ediyor:

  1. Yusuf 2,    “Muhakkak ki biz, ONU anlıyasınız diye ARABÇA bir kitâb olarak indirdik.”
  2. Ra’d 37,    “Ve işte biz o Kur’anı ARABÇA bir hüküm olarak indirdik.” 
  3. Nahl 103, “Bu Kur’ân ise gâyet beliğ bir ARABÇADIR.” (104 ise şöyle: “Allâh’ın âyetlerine inanmıyanları elbetde Allâh hidâyete erdirmez, onlar içün elem verici bir azab vardır.” 105: “YALANI ancak, Allâh’ın âyetlerine inanmıyanlar uydurur, iftirâ ederler. İşte onların kendileridir ki YALANCILARDIR.)
  4. Tâhâ 113,   “İşte böylece biz onu ARABÇA bir Kur’ân olarak indirdik….”
  5. Şuarâ 195, ” Açık parlak bir ARABÎ lisân ile…”
  6. Zümer 28,  “Pürüzsüz ARABÇA bir Kur’an indirdik ki, Allâh’ın azâbından korunsunlar.”
  7. Fussilet 3,   “Öz ARABÇA bir Kur’ân olmak üzere âyetleri ayırt edilmiş bir kitâb, bilecek bir kavim içün…”
  8. Şûrâ 7,         “Böylece biz sana ARABÇA bir Kur’ân indirdik….”
  9. Zuhrûf 2- 3,”Apaçık Kitâb’a andolsun ki, biz onu iyice anlıyasınız diye ARABÇA bir Kur’ân yapdık.”
  10. Ahkâf 12,   “Bu Kur’ân ise zulmedenleri uyarmak, iyilik yapanları müjdelemek içün ARABÇA lisân ile indirilen ve kendinden evvelkileri tasdîk eden bir kitâbdır.”

 Evet, Kelâmullâh bizzat kendisini 15 asırdır “BEN ARABÇAYIM” diye CİHÂNA bu kadar APAÇIK i’lânâtda bulunacak, hakîkatda ise ezelden ebede… Bizim allâme-i cihân, müctehid ve Üstâd-ı A’zam ve püsküllü-ağlâlli ve târîh dedikoduları ile ömür tüketmiş, akâid ilminden bînasîb Mısırzâde’miz ise çıkıb, hiçbir müctehid, mütekellim, müfessir, muhaddis, fakih ve mutasavvifin ağzından veya kaleminden çıkmıyan mevrîd-i nassda bile müthiş bir “ictihâd!” yapacak; aslında Mısırzâde (teşehhîsi) ile “KUR’AN ARABÇA DEĞİLDİR” diyecek ve kriz ve keriz geçirmeyi akla getiren bir tepinişe geçecek!.

Sübhânallâhi ve bi hamdihî estağfirullâh!

Püsküllü ve ağlâlli “Üstâd’ın” vidyolarından ne yazık ki dünyâda iken müşerref olamadık! Ne yazık ki, dünyâsını değiştirdikden sonra onlara muttali’ olabildik! Olsaydık,  bizim reddiyelerimiz veya tenkitlerimize acaba hangi “kader perspektifinden bakarak” cerbeze ve desâis kurşunları sıkardı; ve bunları da cevâb diye gürültüler kopararak ve masaları yumruklıyarak nasıl tepinirdi  bilemiyoruz!. Ancak “keskin zekâsıyla (hâşâ) kerâmete k.ç atdırmıya kalkan” püsküllü, kendisine de ne atdırmıya  kalkardı, bu dahî mechûlümüzdür!. Ancak Sebil’inde 5 yıl köşe muharrirliği yapdığımız zaman içinde, her kuşun etinin yenemiyeceğini kendisine ta’lim etdirdiğimiz kanaatindeyiz… Ma’lûmdur ki, bu tür zekâveti ve filozofik tab’ı, fıtratı, cerbeze ve desâisi, cibilliyeti ve tıyneti olanlar, bunların iktizâsı olarak İslâm’a bakışlarını, hep: “İSLÂM dışı bir İslâm” şeklinde piyasaya sürmüşlerdir!. Ulemâ-yı ehl-i SÜNNET ve’l-cemâat’ı nazar-ı i’tibâre alıb onlara ittibâ’ ve inkıyâdı hiçe sayarak, kendilerine hass kabadayılık ve başı boşlukla; ve ipsiz ve indî, infirâdî, insiyâkî, i’tiyâdî, izâfî ve i’tibârî fikir ve zikir hamûleleri ile, yeni ve uydurma bir dîn anlayışı ihtirâ’ eylemekden aslâ korkmamış, bunun mes’ûliyetinden titrememişlerdir… İşte Püsküllününkisi de bu kabilden olub, üstelik de, alışılmışların çok dışında ve ötesinde, gavurcasıyla fevkâl’âde “spesifik” ve nev’-i şahsına münhasır, “hâzâ püskülliyân tütüyor” dedirten cinsdendir!.

Kamalizma ve bânîsine gûyâ vurur ve Tayyibizma muhâliflerine de alabildiğine yüklenib ateş püskürürken, nice şer’î mes’eleleri sulandırıb çığırından çıkarmışdır… Ba’zı pek ciddî ŞER’Î mes’eleleri kendi hevâ ü hevesâtına ve murâdına uygun şekle sokub, “prim ve beleş kâr” getiren keyfiyetlere ve tahriflere bulamasını iyi becermişdir… Osmanlı’nın ba’zı “kardeş ve çocuk-bebek katli” gibi  son derece korkunç menfîliklerini tam terse çevirib fazîlet ve zarûret gibi takdîm ederken, kendine göre de bunları binbir cerbeze ve desîselerle te’vîl ve tahrîf edib bambaşka şekillere bulamışdır!. Üstelik de bu kabil nice hâdiseleri süsleyib püslemiş ve şirinleyib, aklınca pek güzel ve haklı kılıklara sokmuşdur!.. Sonra da, sık sık ve ciddî ciddî “Dâimâ vesîkaya dayanıb, dosdoğru aktarıb aksetdirdiği” nâmuslu târihçi hüviyetlerine bürünerek ağzına pelesenk yapmışdır!. Halbuki, târîhî nice İslâm büyüklerine kadar birçok zevât-ı kirâma, kendine göre hatâlar, kusurlar, hatta cehâletler ve zaaflar yüklemiş; ve birçok zarûrât-ı dîniyyeye bile, o “keskin zekâsının dehliz ve laboratuvarlarında” desenler, renkler, te’viller, saptırmalar ve şekiller tasarlamışdır! Bunları, îcâbında ŞERÎAT esasları diyerek rozet gibi yakasına iliştirmiş, veya, soldan çarklı püsküllü fesine ve dâimâ boynundaki sola kayık ağlâline takıb takıştırarak, bir başka dîn ve inanç nevîleri bile îmâl ve ihtirâ’ edebilmişdir!..

Nice reformistler, oryantalistler, Baîdullahlar, Merdûdîler, Efgânîler, Abduhlar, R.Rızâlar, DİB’liler, Cübbeliler, sakallı-sarıklı bazı zibidiler, medya ve politika şeytanları, ekran kaşerlileri, ilâhiyât purof ve  doçofları; ve tarikat dışı tarikatların zuhûrât, keşif, ru’yâ  edille (!) ve eslihasına sâhib saltanat yobazları.. ve bunlar gibi niceleri.. BUNLAR, adı İslâm, kendi İSLÂM dışı bir takım “fizikötesi, HÂTIFΔ keşfiyât, telbisât, hayâliyyât ve haltiyyât uydurmalarında bulunurlarken; onlardan hiç de aşşağı yeri olmıyan “Üstâd-ı Püskülliyân Hazretlerimiz” ve benzerleri de, neden bir takım yeni zuhûrât, keşifler ve “kader perspektifinden bakışlar, kaderi keşfedişler” ve istikbâli okuyuş ve keskin zekâ kehânetleriyle havalanışlar gösteremesinler ve aracıkda da “kerâmet gibi” sıkış ve atışlarda bulunamasınlar!?. Hatta, bizzat kendi telâffuzuyla “mu’cize kabilinden” hâdiseler başlarından geçmemiş olsun!..

Bunca böbürlenme ile kendini âlim gösteren ve “zarûrât-ı dîniyyeyi bilmek farzdır” diyen bir KAFA, en az 10 sûre-i şerîfenin birer âyet-i kerîmesi ile Kelâm-ı Kadîm’in muhkemâtından bulunan; ve (zarûrât-ı dîniyyeden) olarak da, evet tam 10 âyetiyle “BEN KAT’İYYEN ARABÇAYIM” buyuran KELÂM-I KADÎM’e RAĞMEN, o KİTÂB-I EZELÎYE (Kelâm-ı Kadîm’e) “Arabça DEĞİLSİN” deme tuğyânına cür’et edebilmişdir… Fesâda uğramamış ve muhtell olmamış ve muvâzenesi yerinde bir îmân, ahlâk, rûh ve AKIL, müteaddid zamanlarda nasıl bu BEDÂHÂTİ REDDEDİB, “KUR’ÂN ARABÇA DEĞİLDİR” der???. Ve böylesine bir TEKZİB ve TENÂKUZ bataklığına düşer, hayret ve dehşet!?. Kelâm-ı Kadîm 10 âyet-i kerîmesiyle 15 asırdır bütün mevcûdâta “Ben arabçayım” diyor ki, bunu böyle kabûl ve îmân (zarûrât-ı dîniyyedendir.) Ma’lûm adam ise, “Zarûrât-ı Dîniyyeyi bilmek herkese FARZDIR” dediği halde, bu arabça İNZÂL hakîkâtı ve zarûretini çiğneyib nasıl kabûl etmiyor; ve 15 asırdır CİHÂNA: “Ben arabçayım” diyen Kitâb’ımıza: Nasıl, “Hayır, sen arabça değilsin, Rabbçasın” diyebiliyor… Kelâm-ı Kadîm Rabbça olsaydı, elbetdeki “Rabbçayım” der, “ARABÇAYIM” demezdi… Neden desin???. Derse, YALAN söylemiş olmaz mıydı?. Rasûlünün şahsında bütün ins ü cinne:“Emrolunduğun gibi dosdoğru (müstakîm) ol” buyuran ALLÂH Azze ve Celle, kullarına yalan mı söyliyecekdir, sonsuz kere hâşâ ve kellâ?. Kitâbullâh’dan daha DOĞRU bir kelâm tasavvuru, muhâl, mümteni’ ve müstahil değil midir?. Bu kabil ve apaçık, nice hakk ve hakîkat dışı butlanın bağırtı ve cayırtıları içine giren adamların lâf u güzâf ve yazılarını kendine mâl eden, inanıb benimsiyen zavallıların, acebâ akıllarına “TECDÎD-İ ÎMÂN VE’N-NİKÂH” gelecek midir???.. Dâr-ı Riddenin Modern câhiliyye cenderesi içinde bulunduğumuzu kaç kişi görebilmektedir???…

Ve bu kadar fâhiş, dehhâmeleşmiş ve dehhâşeleşmiş bir dalâlet ve sapma ve saptırma karşısında, SUSAN milyonlar!?.. İşin en korkunç tarafı da işte burasıdır… Hakkı söylemiye gebermişcesine uzak ve korkak, tam ve modern bir devr-i câhiliyyet-i uhrâ…

Dolayısıyla bu kadar dünyâ insanının gözleri önünde 15 asırdır apaçık ARABÇA oluşuyla duran Hazret-i Kur’ân-ı Hakîm’e “Arabça DEĞİLSİN” diye neredeyse hücûma kalkan bir adamın, dîn ve târih diye anlatdıkları şeylerin, hangisinin doğruluğuna zerre kadar İ’TİMÂD (güven) kalacakdır?. Tarihî yüzlerce indîliği, i’tibârîliği, keyfîliği, izâfîliği ve çarpıtması yanında,  bilhassa İSLÂM diye  savurduklarına i’timâd???… Netekim, şimdi muhtasaran ve serlevha hâlinde ba’zılarını bervechi âtî sıralasak da, İslâm diye İslâm’a mutlak ma’nâda ters, hatta kaziye-i muhkeme hâline gelmiş, BEDÂHATEN ortada, düzinelerce NASS ve şer’î mes’eleyi ve hükmü, aslına mugâyir olarak yamultarak, tahrîf ve tağyir ve tebdîl ve tahrîf ederek bağırtı ve çağırtılarla haykırışını, şu serî’ makâlâtımızda, (nasibse) ba’zı ehem noktalarıyla tafsîlen de ele almak murâdımızdır…

SERLEVHALAR HÂLİNDE BA’ZI ANA MES’ELELER…

Şimdilik ba’zılarına başlıklar hâlinde ve şöylece işâreti kâfî görelim:

4)–İstisnâsız bütün  sıfatlarında değişme muhâl olan ve bu değişiklikden münezzeh bulunan Allâh Azze ve Celle’nin İLİM SIFATINA RÂCÎ olan KADERİN, duâ ve sihir ile değişeceğini söylemek… Sık sık ve mütemâdiyen ve bilinmesi muhâl olan “Murâd-ı ilâhî ve kader perspektifinden bakmak” diyerek, karîhasından uydurduğu indî, izâfî ve i’tibârî îzâhlara, insanüstü bir kıymet maskesi ve kılıfı geçirmek!..  İstikbâli görüb bilmek kabilinden bu ta’mîk edilmemesi de kat’iyyen emredilen KADERE müteallık husûsları, zaman zaman (kaderiye, mu’tezile ve cebriye) çukurlarına düşecek kadar zıvanasından çıkarıb, abuk sabuk lâflar etmek; ve kendi bîedeb ta’bîriyle “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ ve kellâ) keskin ZEK” çalımları yapmak; ve kendisini, kerâmeti kendinden menkûl kesân gibi (keskin zekâ) sâhibi göstermek: Azametfüruşluk…

Hulâsa, Kader ve buna bağlı olarak Ulûhiyyete (îmân) mevzuundaki çarpıklıkları, dâimâ haddi aşarak ve “ta’mik memnûiyyetine” rağmen ve sık sık nice ârızalar, tenâkuz ve tekziblerle seyretmişdir!… Bunları, mahallinde, aynı kendi ifâdeleri üzerinden göreceğiz…

5)–Padişâhların kardeş  ve çocuk katlini “siyâseten katil” diyerek meşrû’ göstermek… Rasûl-i Rusül Aleyhisselâm Efendimiz Hazretleri ile İslâmiyyet’i,  akvâl, ef’âl ve ahvâliyle  aşağılayan ve Mekke müşriklerini azdıran yahudi hahamı (Kaab İbni Eşref Kâfir MEL’ÛNUNU),  Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’ın me’mûr etdiği sahâbî eliyle düğün gecesinde tedmîr edib tepeleyişini, “İslâm’da ilk siyâseten kat’li Peygamber tatbîk etdi” diyerek, katlin gayr-i meşrû’ olanlarını da, “Siyâseten Katil” diyerek, bu meşrû’ olanın cinsinden ve aynı imiş gibi  göstermek… Bu noktadaki çirkinlik ve fitne, nâmütenâhî ölçüdedir… Bu FÂSİD mantık kıyâsından yola çıkarak, Osmanlı ecdâdımızın çirkin, vahşî ve ŞERÎAT-I MUTAHHARA’ya tuğyân tarafını şirin ve meşrû’ göstermek uğruna, kardeş katli ile Kaab İbni Eşref MEL’ÛN-I Melâininin katlini “Siyâseten Katil” diyerek, üstelik de ŞECAAT ARZEDEN BİLMEM NEYE benziyerek ve zerre kadar da utanmadan cihâna i’lân etmek… Ma’sûm kardeş ve çocuk hatta bebeklerin katli ile, Kaab İbni Eşref denen fitne ve zulüm çukurunun katlini “SİYÂSETEN KATİL” müştereği içinde toplayıb, aynı KEYFİYETE sâhib kılmak, zerre kadar îmân ve akıl kârı olabilir mi?… Böylece ve diğer yandan, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm Efendimiz Hazretlerini de “Siyâseten KATLİN” müşevvik ve azmetdiricisi mevkiinde bulundurarak, dolayısıyla, kardeş ve bebek-çocuk katli gibi bir zulm-i azîme denk bir cür’mün içinde göstermiş olmak ortaya çıkmış olmıyacak mıdır?… Ve bu, binnetîce ONU (Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerini),  sonsuz bir umursamazlıkla veya ONU kullanma cinnetiyle veya lâfın sonunun neye müncer olacağını düşünmeden, echelî bir cür’et ve tuğyânla, ONU, töhmet ve şâibe altında bırakmak ma’nâsına da gelmiyecek midir?…. Bunlar, iğrenç bir desîse ve cerbezedir. Aldatıcı sözlerle kurnazlık etmekdir… Hakîkatı gizlemek ve saptırmakdır. Hakkı, bâtılla TELBİSDİR… Aynı zamanda hilekârlık ya’ni DESSASLIKDIR… Bunlar, kuvve-i akliyenin İFRÂD mertebesidir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hakk göstermekdir. Tefsirdeki şekliyle bu, tâğûtîlikdir; aldatıcı ve fıtratı dışına çıkmış bir ZEKÂ ile, (menfilikde çukur)un dibine inişdir… Îmân-ı Şer’îye tâbi’ aklın İ’TİDÂL (vasat) derecesi ise, hikmet olub, hakkı hakk bilib ittibâ’, bâtılı bâtıl bilib ictinâb etmekdir… Karşımızda duransa, hilekârlığı (dessaslığı), lisâna kılavuz yapma fazîhasıdır…

Kelime oyunu, cerbeze, mantık küllemesi, dessaslık, hilekârlık ve çukurlaşma, bu kadarıyla iblisin bile aklına gelemez… Son derece Suçsuz bir kardeş veya çocuk veya bir ma’sumun KATLİ cinâyeti ile, Allâh Sevgilisi Aleyhisselâm’a olmadık yalan ve iftirâlar düzen; ve Mekke müşriklerini kudurtmıya kıyâm eden AZGIN bir yahûdînin nâmütenâhî SUÇUNDAN dolayı yüzde yüz ADLEN katledilişini, “Siyâseten KATİL” diyerek aynı CİNS ve keyfiyetde bir (katil) göstermek, bir müslümanın değil, bir gayr-i müslimin bile tüylerini diken diken etmiye kâfidir… Suçsuzun (ya’ni katli haketmiyenin) katli de, suçlunun (ya’ni KATLİ hakedenin) katli de aynı suçdan olacak; ya’ni  CEZÂLAR, (Siyâseten katl) olarak aynı cezâlar olacak… Bu ne dehşetli, konkunç ve tüyleri diken diken eden bir manzaradır!

Sübhânallâhi ve bi hamdihî estağfirullâh…   

Bu, hakkı bâtıl ile cinnetlik bir telbîsdir ki, bunu (İslâm) diye takdîm eden kim olursa olsun, ya gâfil, ya câhil, ya hâin veya aklından zoru olan bir ucûbedir… 

Bir akıl, muvâzenesini kaybetmeden veya her türlü rezillik  ve utanmazlığı göze almadan, Osmanlı târîhindeki bu korkunç ve çirkin cinâyetleri meşrû‘ göstermiye kıyâm edemez, buna aslâ mecâl bulamaz, böyle bir dolandırıcılığı aslâ irtikâb edemez…

İşte, buyrun: Peygamber (îmânı) !… Dillerde ise : “Şerîat-ı Garra-yı Muhammediyye!”

Mahall-i mahsûsu geldiğinde, ifâdeleri aynen iktibâs edeceğiz… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği vahye müstenîd İslâm değil, kendi tasavvurundaki, lâkin adı İslâm, kendi uydurduğu bir dindir!. “Osmanlı müdâfaası yapacağım ONUN KATİL FAZÎHASINI ÖRTECEĞİM” derken, Osmanlıdan sonsuz kere daha kıymetli ALLÂH AZZE VE CELLE’NİN (VAZ’I BÜTÜNÜ olan ŞERÎAT-I MUTAHHARAYI) OYUNCAK HÂLİNE GETİRİB, TEMELLERİNDEN (ZARÛRÂT-I DÎNİYYESİNDEN) KAYDIRIB BOZMAK, ÎMÂN-I ŞER’Î İLE ASLÂ TE’LÎF EDİLEMİYCEK, i’tikâdî, aklî, rûhî ve cibilli, CİNNETLİK BİR HÂLDİR…

Allâhummahfaznâ!

6–Bir konuşmasında “meleklerin  kavga etdiğinden”; bir başka konuşmasında ise “meleklerin yorulduğundan” ve bir diğerinde de “cinlerin enerji olduğunudan” bahsetmektedir ki,  edille-i erbaa ile sâbit son Şerîat’da böyle bir hüküm olmadığı gibi; bu kabil son derece sakat melek i’tikâdına, ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdına sâhib hiçbir âlimin eserinde de raslanamaz… Melâikenin, mahlûk oluşları içinde her türlü tenzîhi îcâbetdiren hususların tersi ile vasfedilişi, hangi meleklere îmânın îcâbıdır; bunu, mü’min ilm ü îmânı ile akl ü ferâsetine havâle ederiz…Binâenaleyh, öyle anlaşılıyor ki, felsefe ve “Kerâmete k.ç atdıran (hâşâ) keskin zekâ”, sâhibine böyle hârika (!) lâflar etdirib, keşf ü kerâmet (!) ve îcadlar yaptırabiliyor! Bunca zırvalar da, meleklere (îmân) olmuş oluyor! Halbuki melekler, ins ü cin gibi, nefs zaaf ve a’razlarına sâhib yaratılmamış olduklarından, onlara “kavga-gürültü ve yorulmak” isnâd etmek muhâldir, müstahil ve mümteni’dir… Bu kabil sallamalar “meleklere îmân” gibi 6 ana îmân esâsından birini,  hatta bağlı olduğu diğer 5 şartın da her birini  çıkmaza sokacakdır… Dolayısıyla bu adamın bahsetdiği din, öyle anlaşılıyor ki, 15 asırlık İslâm değil, adı gene İslâm olmakla berâber, kendi çarpık karîhasından, tasavvurundan ve desâis-i şeytâniyyesinden  uydurduğu bir dindir…

7– Ashâb-ı Kirâm Hazerâtı Efendilerimizden olan Osman, Ali, Muâviye, Amr İbnü’l-As, gibiler (Rıdvânulâhi Teâlâ Aleyhim Ecmaîn) ile; Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat ulemâmızdan Şeyhülislâm Mustafa Sabri, Müfessir Muhammed Hamdi ve Muhammed Vehbi Efendilere (Rahmetullâhi Aleyhim Ecmaîn) Hazerâtına ve Salâhaddîn Eyyûbî, Tarık Bin Ziyâd gibi meşhûr ba’zı İslâm SULTÂN, kumandan ve mücâhidlerine, nice konuşmalarında dil uzatıb, onları tahtıe, tahkîr ve techîl etmesi, tepeden bakıcı ifâdelerle onları küçük düşürmeye ve hatta çirkin göstermiye çalışması, hatta ba’zılarını şeytanlaştırması da gıybet ve hakâretin en çirkini ve insanı fâsık-ı mütecâhir yapan cinsi olub, adama, hem de pek ağır bir vebâl ve ateş yükler… Adı geçen zevâtın bir kısmı Allâh Sevgilisi Efendimiz Aleyhisselâm Hazretlerinin medh ü senâsına mazhar olmuş hatta aşere-i mübeşşeredendir. Bir diğer kısmı da ÜMMET-İ Merhûmenin asırlarca takdîr ve duâlarını almış ve Kıyâmet’e kadar da alacak olan zevât-ı kirâmdır ve Ümmet-i merhûmenin MUKADDESÂT-ı dîniyyesine dâhildir… Bunlara karşı îmân ve edebe ters, galîz ve son derece pervâsız ve mütecâviz ifâde ve tavırlar, hakâret ve küçük düşürmeler, İslâm dîn-i sübhânîsinde sûret-i kat’iyyede  meşrû’ değildir, pek ağır mes’ûliyyeti mu’cibdir… Mûmâileyhin bu kabil korkunç menfîlikleri, olsa olsa, tasavvurundaki kendi dîninde bir (ilim, îmân, amel, ahlâk ve edeb-terbiye) keyfiyetidir!.. 

8–İstisnâsız bütün Enbiyânın (Salâvâtullâhi ve Selâmuhû Aleyhim Ecmaîn Hazerâtının) Şerîatlarında, (muhâfaza-yı hamse), medenî ahkâm-ı te’sîs, İCTİMÂÎ râbıtaları teşyîd (sağlamlaştırmak) da dâhil vezâif-i aşereyi (en umûmî 10 husûsdaki evâmir-i aşereyi) teblîğ ve tatbîk, kat’iyyen bulunduğu hâlde, Ülül’azîm  (en büyük 6 peygamberden biri) olan  “Îsâ Aleyhisselâm’ın ŞERÎATINDA Ahkâm-ı ictimâiyye YOKDU.” deme hezeyânı, iftirâsı, ve butlânını savurmak…

Peygamberân-ı Izâm Hazerâtına (îmân) mevzuundaki keyfiyet de, görüldüğü gibi pek ârızalıdır!. Böyle bir butlân ve nakîsadan, bir eksiksiz bütün Peygamberân-ı Izâm (Aleyhimüsselâm) Hazerâtı Efendilerimizi ve Püsküllünün dediği gibi o evsafda bir Peygamber göndermekden Allâh Azze ve Celle’yi de, sûret-i kat’iyyede mutlakâ TENZÎH ederiz. (Sübhâhallâhi ve bi hamdihî estağfirullâh.) Dîn-i HAKK ve Mutlak, bu kabil butlan ve sapıklıklardan kat’iyyen münezzeh olub, böyle bir tasavvur da, olsa olsa adamın ihtirâ’ eylediği dinde vardır!. 

9– “İslâm’da tedâfüî (müdâfaa) harbi vardır; taarruzî harb yokdur” diyor, zerre kadar utanmadan… 14 asırlık İSLÂM’ın târihini, hem de yaşanmış TÂRİHİNİ bile göremeyib, bunu, hem de “târihçi geçinen” bir adam olarak inkâr etmek… Körlüğün bu derekesine pes… Tafsîline bil’âhare geçeceksek de, şimdilik bir kaç satırı, ehlinin (Müfessir M. Hamdi Ef. Merhûmun) ilmî, îmânî, amelî, ahlâkî salâbet, dirâyet, ehliyet ve satırları ile noktalıyalım:

“Kur’ân’daki bütün kıtâl emirlerinin tedâfüî harbe (savunmaya) münhasır olduğunu ve Müslümanlıkda RE’SEN  İ’LÂN-I HARBE VE TAARRUZA CEVÂZ OLMADIĞINI İDDİA EDİYORLAR. Bunlar da, Avrupa ve Hristiyanlık nokta-i nazarından daha ince ve derin bir fikr-i siyâsî ta’kîb eden YENİ BA’ZI ERBÂB-I KALEMİN FİKİRLERİDİR.” (Elm. 1936, c.2, s.690) “Doğrusu, Dîn-i İslâm’da İLK EMİRDEN İ’TİBÂREN, HAKK-I MÜDÂFAA MEŞRÛ’ OLDUĞU GİBİ, İNDELHÂCE FÎSEBİLİLLÂH (ihtiyac hâlinde Allâh yolunda) OLMAK ÜZERE HAKK-I TAARRUZ DA MEŞRÛ’DUR. HATTÂ İ’CÂBINDA BİR VAZÎFEDİR.” (1936, c.2, s. 691)  Ne imiş, indelhâce VAZİFE imiş… Kimlerin hezeyân ve iftirâsıymış?. Hıristiyanlık kafası taşıyan nevzuhûr kalem erbâbı echel-i cühelâ ve ehl-i dalâlin fikr-i şeytânîleri imiş!..

Hani “İslâm’da müdâfaa Harbi var, TAARRUZ HARBİ YOKDU!” Cidden akla zıyân bir nokta… Üstelik de herifi 15 asırlık TÂRİH de bağıra bağıra TEKZÎB ediyor… Sanki İslâm, MEDÎNE-i MÜNEVVERE merkezli avuç içi kadar yerden, 3 kıt’aya taarruz harbiyle değil de, TEDÂFÜÎ (müdâfaa) harbiyle gitmiş!!! Buna kamalist örümceklerle oryantalist böcekler ve çömezler bile gülmez mi?.. Avrupa gâvurlarının târih ve felsefe bombardımanından kurtulamıyan hangi püsküllü olursa olsun, düşeceği çukur bundan başkası olamaz… Bâlâda da tasrîh etdiğimiz gibi bu tiplerin (târih) dediği hangi islâmî bir noktaya i’timâd câiz olabilecekdir?. İfrâd ve tefrîdin olduğu, izâfîlik, hissîlik, tehevvür, azametfüruşluk, cerbeze ve dessaslığın olduğu yerde İSTİKÂMET, i’timâd ve hikmetin olması muhaldir…

Görülüyor ki, cumputrasi târihçileri, “Cihâd, Şerîat, Osmanlı v.s.” diye bağıra çağıra, masaları yumruklıyarak ve ihtilâclar içinde, yüzlerce palavra ve allâme görünme rolleri sıksalar da, îmânî, dînî, şer’î, târihi, ticârî ve âilevî   ma’lûmâları pek sakat, abuk sabuk ve derme çatma ve sıhhat dereceleri de yukarıda görüldüğü ve bervechi âtî görüleceği gibi hakîkata ters, sapmış, bâtıl bulaşığı, perîşân ve muhtelldir… Bu kabil adamlardan İslâm’ı öğrenmek muhâl, islâmsızlığı bellemek ise, gâyet tabiî hatta zarûrî olacakdır!!!..

Bu tiplerin câhilâne cesâretleri (!) ise pek mükemmeldir! Çünki ömürleri, târîh fasafisoları ve tâğûtî partili politika  dedikoduları ve onlara TARAFDARLIK bâtılları ile geçmiş, dinlerini öğrenmiye ne vakit ve ne de azîm ele geçirebilmişlerdir!… Geçdikleri maarif tezgâhlarından da pekçok noktaya Şerîat ulemâsının ilmiyle değil; ne kadar aksini söyleseler de, Gâvur Batı felsefesi ve kamalizma gözüyle bakmışlar; ve fakat ne büyük acıdır ki, bunun farkında da olamamışlardır veya işlerine öyle gelmişdir!… Âyetle apaçık sâbitdir ki, dîn, mücerred Allâh içün olub, FİTNE ortadan kalkıncaya kadar CİHAD farzı da, (Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Kuddise Sırruh Hazretlerinin de Câmiu’l-Mütûn’da buyurdukları gibi) temel ve ana ibâdâtın 5’inden en mühimi olarak KIYÂMETE kadar ve aslâ inkıtâa uğramadan devâm edecek mutlak bir hükümdür; münâfıklar hâric hakîkaten müslümanım diyen her ferd ve CEMAATE EMR-İ MUTLAKDIR… Hem cihad lâzımdır demek, hem de İslâm’da taarruzî değil tedâfüî harb vardır demek, gülünç, bâtıl ve çürük bir iddia, müstekreh ve sırıtan bir tenâkuzdur

Binâenaleyh, bu 9. maddede de söyledikleri Allâh Azze ve Celle’nin dîninde sûret-i kat’iyyede yokdur; HAKK ve MUTLAK DÎN, püsküllünün dediği bâtıllardan kat’iyyen münezzehdir. Belki bu uydurmalar, diğerleri gibi kendi ihtirâ’ eylediği, adı İslâm, izâfî, i’tibârî ve indî, kendi dîninde;  veya, demputratik LAİK sistemde, YA’Nİ: Püsküllünün trilyon reyim olsa hepsini de ONA vereceğim dediği GÜNCELLEMECİ Tayyibizm Kamalizmasında mevcuddur!..

(Mâba’di var.t)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir