Mevlânâ’ya “Dîn Farkı Tanımadığı” İftirâsı…
11 Haziran 2017
İlhadiyatçı Münafıklar
-2- İlhâdiyyâtçılar Vahyi Saymaz, Deist, Agnostik Ve Ontolojist Felsefecilerdir, Dîn Âlimi Aslâ!
28 Haziran 2017

İLHÂDİYYÂTÇILAR VAHYİ SAYMAZ, DEİST, AGNOSTİK VE ONTOLOJİST FELSEFECİLERDİR,  DÎN ÂLİMİ ASLÂ!

(1)

Ahmed SELÂMÎ

 

Bilhassa Ramâzan-ı Şerîfde tv ekranlarına hücûm eden ilhâdiyyatçılar veya ilâhyapyatçılar “İslâm Âlimi” değildir. Hem o kadar değildir ki, bunların içinde Âmentü’ye sünnî ulemânın ve klâsik akâid kitablarının disiplini içinde îmân edenini bile, binbir süzme ile ve nazar boncuğu (!) gibi bulabilirsiniz!. Bunların i’tikâd dünyâları, felsefenin pekçok dallarından birisine işâret eder; ve Kur’an-ı Hakîm, Ehâdîs-i Şerîfe, İcmâ’-ı ümmet ve müctehid imamların ictihadları ile sâbit esaslar, bunlar içün, azılı bir papaza ne ifâde ediyorsa o kadar onu ifâde eder… Edille-i erbaa, Kelâm-ı Kadîm de dâhil, bunlar içün, “Esâtîrü’l-evvelîndir, geleneksel hurâfedir, belli bir şahsın yazılı bir metnidir, ictihadlar dîn değildir; öte yandan da Kur’ân’da olmayan her şey (!) keyfî ve indî eklemeler ve çıkarmalardır!.”

Bu kabil hezeyân ve küfr-i inâdîlerle ekranlardan erâcif ve zifos saçarlar!.

Sanki Kur’an-ı Mecîd’de olsa inanacaklarmış havası vererek, pek hayâsızca:

 “Falan mes’ele Kur’an’da yok! Sünnîlik de Kur’an’da yok, o yok bu yok!”

Diyerek, oryantalist çömezi olduklarını isbât ederler!

Hadisci geçinen ve hadîs-i şerîfleri içden yok hükmüne bağlamakla vezîfeli bazı hadîs münkirleri de:

 Sahih hadislerde yok!

 Diyerek, dîni tamamladığı gene KUR’AN-I MÜBÎN İLE SÂBİT DİĞER ÜÇ DELÎLİ BİLE, bu eşkıyâlar yok sayarlar… Bunlar, felsefeleri ve bilhassa “deizma” iktizâsı, “Kur’ân-ı Mecîd’e de aslâ inanmadıkları” halde, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı, “Kur’an” diye diye yıkmak içün, “Kur’an’a inanıyor” görünen A.İ. Selül tıynetlilerdir… Bir kısım hayâsız, şirret ve megaloman tipler ise, hezeyân, şirk ve küfürlerini alâ meleinnâs ortalığa gaseyân ederler…

A.Ü. İlhâdiyyat Fak.sini de 4 yıl ziyâret etmiş (!) ve birçok hoca kılıklı râhibleri birebir tanımış ve böylece iç yüzlerini çok iyi görüb bildiğimiz içün, çok rahatça bunları yazabiliyoruz…

Efrencî 1971-1975 yılları arasında orada talebelik yapmış olanlardan bizi tanıyanlar hatırlayabilirler ki, İstanbul’dan imtihanlara her gidişimizde, muharrir olmamız hasebiyle etrafımıza toplanır ve pek çeşitli mevzularda fikirlerimizi merâk sâikiyle de sorarlardı!. Biz de, boynumuzda resmî hiçbir tasma olmadığı içün kitâbın ortasından cevablandırırdık!. Bu arada en ziyâde aşağıya alacağım ifâdelerim canlarını sıkar; hatta bazılarının canını yakar ve acı acı cıyaklıyanlar bile olurdu!. Bilhassa 4. Sınıf müfredâtını da gördükden ve bu müessesenin iç yüzünü iyice görüb anladıkdan sonra çok rahat ve sık sık şunları dediğimi hatırlıyorum :

“Gençler! Bu fakülte size İslâm i’tikâd, amel ve ahlâkını öğretib sevdirmek içün değil; tam tersine, size, İslâm’dan şübhe etmeniz içün açılmış, programlanmış ve müfredâtı da buna göre tanzim ve ayar edilmişdir…

Okuduğunuz şeyler bol bol felsefe… İslâm Sosyolojisi, pedagoji ve İslâm Psikolojisi gibi gene Haçlı Batı’nın felsefe dalları ve animizme kadar çeşitli dinlerin objektiflikden uzak târihleri… Ve nihâyet, bunlarla karışan kafalarınıza gür sesli felsefî müfredât içinden sızdırılan, ürkek ve titrek; cılız ve dermansız, felsefe kuyruğunda muhtasar ve ruhsuz bir fıkıh (!) tefsîr, kelâm ve hadîs kırıntıları… Abdestsiz, belki de gusülsüz ve salâtü selâmsız adam ve madamların “Peygamber bu hadîsinde diyor ki…” diye başlayan, oryantalist ağızlı edebsiz dersler… Yani “Hakkı bâtılla telbis eden,”  görünmez, perde arkasındaki bir elin, size, sahih i’tikâdı değil; tenkidçi ve septik, inkârcı aklı yerleştirişiyle karşı karşıyasınız!…

Bu hâlinizle de, sizin arkanızda namaz dahi kılınmaz!”

İşte bu son cümlem, birçoklarının tepesini atdırmaya kâfî gelirdi!

Gençlerin kısm-ı a’zamı imam liseleri ile düz liselerden gelme oldukları içün, beni anlamakda çok zorlanırlar, uzun uzun îzahlara ihtiyâç hâsıl olurdu…

Biz ise, Bartın Müftüsü, Merhûm DEDEM Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin 1925’de kapısı mühürlenen “Zıyâiyye Medresesinde” , (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) havası teneffüs ederek şebâbet devrimizi geçirdiğimizden, bilutfihî Teâlâ kalb ve kulaklarımız nice temel esaslara perçinlenmiş hâldeydi…

İlâhiyât’daki GARÎBÂN VE BOŞ gençlerin böyle sahih bir ma’lûmât-ı evveliye ve terbiyeleri olmadığından, onlar, önlerine ne konursa, (dîn) diyerek onu yemek mecbûriyyetinde kalmış zavallı gençlerdi…   Ancak % 3-5 kadar hıfz ve husûsî medrese tahsîlinden geçenler, benim çok rahatsız edici tesbitlerime seslerini çıkarmaz, hatta bıyık altı tasvibkârca  da gülerlerdi!.

Orhan Karmış Bey, o sıralar tefsirci (!) Süleyman Ateş’in asistanı idi. İstanbul’dan imtihanlara gitdikçe, ara sıra odasında sohbet ederdik. Kendisi, burada talebe olmadan evvel, hıfza, ulûm-ı şer’iyyeye ve arâbî ilimlere çalışdığından ötekilerden çok farklıydı. Bir sohbetimizde şöyle anlatmışdı:

“İlk senemizdi. Kelâm dersine H. Atay geliyordu. Bir gün mu’tezile (akliyyûn) mezhebini anlatdı ve öve öve de bitiremedi. Kendisinin de bu mezhebi beğenib tutduğunu; epey reklâmdan sonra sözü, “Kerâmet diye bir şeyin olamıyacağına; kerâmete inanmanın (küfür) olduğuna” getirdi…

Kendime “kâfir” denilmiş gibi hissetdim; ve hemen parmak kaldırıb söz istedim  ve:

“Kur’an-ı Mübîn’in, kerâmeti müeyyed ve musaddık bulunduğunu ve Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Meryem vâlidemize Meryem Sûresi 25. Âyetde hurma mevsimi olmadığı halde, kış günü kuru “hurmanın dalını kendine doğru silkele üzerine devşirilmiş hurmalar dökülsün! Artık ye iç, gözün aydın olsun!…”

Buyurduğunu okudum! Ve kendisine:

“Söyler misiniz, şimdi bu kerâmet değil de nedir; bu hâle nazaran kerâmete inanmak mı küfürdür inanmamak mı?”

Dedim!

 Bunun üzerine adamın nutku tutuldu ve kulaklarına kadar kızararak sınıfdan çıkıp gitdi; sınıfdaki talebeler de sanki çarpılmış gibi şaşkındılar ve böyle bir şoklanmayı belki de ilk defa yaşıyorlardı!. Ve adam, o sene bizim sınıfa bir daha hiç derse gelmedi!”

Neden gelsin, çünki zehrini her akıtmak isteyişinde, o zehri pırasasöre geri içirecek muktedir ve kuvvetle bir el görmüşdü!. Ramazan ekranlarına çıkan şeytanların her biri anında böyle bir EL ile zehirli şirklerini onlara geri içirecek muktedir bir ELLE karşılaşsalar bu kancıklıklarına devam edebilirler mi?

Aslâ!

Bir de yüksek tepelerde oturanlar “sünnîliği” durmadan baraj ateşiyle dövüb delik deşik ediyor ve onlara 380 tırlık en büyük silâh desteği temin ediyor ve hatta ta’lim terbiyeden geçiriyorsa…

Bu “ilhâdiyatçı terörü” nasıl sona erecek?

Merhûm Orhan Karmış Bey’in bacanağı olan ve yıllardır Müteveffâ Enver Ören’in “İhlâsiye veya İflâsiyesi” içinde cihâdını (!) son derece behşüş çehresi ve baldan tatlı “evet efendim” dili ile sürdüren kadîm dostumuz Prof. Ramazan Ayvallı Bey de, yukarıda nakletdiğim hikâyeyi bacanağı Orhan Karmış Bey’den, kuvvetle muhtemeldir ki dinlemiş olabilir!.

Bu nakletdiğimiz yaşanmış hikâye, ilhâdiyyatların iç yüzünü ortaya koyan, nice kataküllilere ve gözboyamalara mihenk taşı olabilecek çapda, pek ibretâmiz, hayat levhasıdır…

Haçlı  Batı dünyâsının, eline geçen müslüman ülke gençlerine, onları İslâm’dan ayırmak hedefine mâtuf olarak sevdirmek istediği felsefenin rasyonalist mektebine, bu “mu’tezile” dalâleti ile delâlet ve girizgâh yapmak plânı, oryantalist ve misyoner haçlı kafaların kadîm bir taktiğidir… Tabii bu taktikleri, onların şekillendirib memleketlerine gönderdiği “ilhâdiyatçılarla” hatta felsefeciler, sosyologlar ve psikologlar vasıtasıyla da, onların talebe ve asistanlarına aktarılacakdır… Buna, İslâm Âleminde 15 asırdır devâm eden son derece müsbet ve muhkem (icâzet) sisteminin, tam tersden menfî ve Allâh’sızlaştırıcı bir mukâbil ve muâdili gözü ile bakmak da isâbetli olacakdır…

Görüldüğü gibi, Haçlı dünyâsı ile fırâk-ı dâlle ülkelerinde doktora yaparak yurduna dönen ecnebî kafası burgulanmış adamların, vahye tâbi’ olmayan ve “aklı tanrılaştıran felsefesi”, (vahyi) aslâ kabûl edemez… Akıl, müstakillen bir şeyi kabûl etmediği takdirde, bu, vahiyle (Kitab, Kur’ân-ı Kerîm’le) de ortaya konulsa, kabûl edilir olmakdan artık uzaklaşmışdır… Bu, bütün ilâhiyâtçılarda üç aşağı beş yukarı, neredeyse ortak paydadır…

Halbuki adı geçen Kelâm Profesörü, Orhan Bey’in okuduğu âyeti kerîmeyi bilmiyor olamaz, pekâlâ biliyordur. Hatta, ashâb-ı Kehf ve Üzeyir Aleyhisselâm gibi sâir mübârek zevât ile alâkalı ve onların kerâmetlerini âmir âyetleri bilmemesi de mümkin midir?. Adamın babası da, Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’nde Başimam bulunan Merhûm Hocam Hendekli Hâfız Abdurrahman Efendi zamanında 2. imamdı!. Merhum Hocam, 23 Aralık 1930’daki müretteb ve mülevves Menemen hâdiseleri vesîlesiyle tevkîf edilerek, nice işkencelerden geçmiş çok tecrübeli ve zâlimler diktatoryasını bu dünyada bütün incelik ve şirkiyle çok iyi tanımış, Ukbâ’da ise çok iyi tanıtacak derin zevât-ı kirâmdan birisi idi…

“Sarı imam” lâkablı (aslında sarıdan ziyâde kızıl renkli) 2. İmam ile, CHP zihniyetli ve mihrabda hatim paralarını alenen sayma meraklısı ve cerr düşkünü bir zavallı olması hasebiyle, Merhûm Hocam’ın yıldızları aslâ barışmazdı!. Adı geçen Kelâm Profesörü, işte bu 2. İmamın oğlu idi!. Oğlunun (Profesörün), babasında hâfız olması da kuvvetle muhtemeldir…

Görülüyor ki, Kur’an-ı Mübîn’i bile kabûlde oryantalist bir kafaya sâhib olarak, O’nu, Kitâb’ın kendisini bildirdiği şekilde değil de, oryantalist kafasıyla okuyan bu (ilhâdiyyatçıların), pek büyük bir kısmıyla diğer üç delîli (Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâsı) ise kabûl etmeleri hiç düşünülemez; bu, son derece kaçınılmaz bir netîcedir de…

Kurtuluşu (deist) felsefede gördüğünü alenen i’lân eden ve “Kaşar Nârî” denen müteveffâ herifin, “Kur’an Müslümanlığı”  gibi bir ucûbeyi bayraklaştırarak bunun yıllarca (amigoluğunu) yapışı, Kur’ân-ı Mecîd’e inandığından değil; diğer üç delile de Kur’ân-ı Kerîm’le berâber inanmadığından; ve fakat, Kur’an-ı Mübîne de “inanmadığını söylerse”, o zaman kâfirleştirmek (deistleştirmek) içün üç kişilik bile müşteri bulamama korku ve endîşesinden dolayıdır…

Aksi halde “Kurtuluş Deizm’de” diye Piyer Lermit gibi dolaşıb kanserin pençesine düşünceye kadar Kûr’an-ı Hakîm’e haçlı şövalyesi gibi hücûmu mümkin midir?.

Üstelik deizmin ne olduğunu da, halkın ve “laikliğin ateist müfredâtından okumuşların” onbinde biri bile bilmez!. Bu deist tâifeleri, “insî şeytanlar” oldukları içün, îmanların nasıl ve hangi yollarla sökülüp yerine “nasıl kâfirlik dikileceğini” çok iyi, hatta iblis-i lâinden de daha iyi bilirler. Hadîs-i Şerîfde: “İnsî şeytanların, cinnî şeytanlardan daha şerr!” oldukları, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi’nin tefsîrinde de pek sarâhatle beyân edilmektedir… (Tab’-ı Evvel, c.3, s.2030)

Ramazân-ı Şerîf boyunca milleti kâfirleştirmek içün global merkezlerden vazîfeli bu (ilhâdiyatçı) it ve iblis sürüleri, tv’lere üşüşerek bir haçlı şövalyesi gaddarlığı ile imanları kesib biçdiler!. Bir nice insan, bunları, “Kur’an-ı Kerîm’e inanan hocalarmış” zannı içinde dinleyerek, dîn ve îmânlarını kaybetdiler… Tabii laik ve dembokratik rejim elindeki “AKP islâmcı ve müslüman hükûmeti (!) de”, bunları, dâimâ olduğu gibi ve “15 sene Fettoş haşhâşîlerini seyretdiği gibi, oy hazînelerine en küçük hasâr verilmemesi hesâbı üzerinden tv seyircileri gibi huşû’ ve hudû’  (!) içre seyretdi!.” “Fakir fukarâ ve garib gurebâ” milletin bütçesinden nice para ve pullar, bu şeytan sürülerini beslemek içün onların “çakülte bütçelerine” akıtıldı!.

Dolayısıyla Mason Bayar’ın dediği:

“Anadolu’dan İslâmiyyet’i belli bir zaman içinde tamâmen kaldıracağız. Bunun içün Batılılara biz Lozan’da SÖZ VERDİK. Bunun baş takibçisi de ben olacağım. Benden sonrakiler de beni ta’kîb edeceklerdir.”

Sözlerinin ortaya koyduğu hedef bu şekilde tahakkuk etdirilmektedir…(Süleyman Arif Emre Bey’in makâlesi)

Zavallı millet de, çoluk çocuğunu “ilahiyatçı hoca!” yapıb, geride, kendileri içün hasenât-ı câriye ve hayrü’l-halef olacak yavrucuklar bırakmak (!) üzere, o (şe.tan yuvalarına) göndermeye devâm edecekdir!.

Tv’lerdeki:

“Kur’an tek kaynakdır, onda varsa vardır; onda yoksa yokdur; Kur’an’a dönmeliyiz; O’nu iyi anlamalıyız, meâlini hatmetmeliyiz; Kur’an Müslümanlığı!”

Gibi lâf-ı güzâf ve hezeyânların altında çevrilen iblisliklerin iç yüzü, bâlâda misâlini beyan etdiğimiz keyfiyet çerçevesinde ele alınmazsa, dîn ve îmânlar her geçen gün zîr ü zeber olmaya doğru gidecekdir. “Kur’ân da Kur’ân” diye zikreden bu alçak şeytanlar, Kelâm-ı Kadîm hakkında, edille-i erbaa hakkında, Îsâ Aleyhisselâm hakkında, Âdem Aleyhisselam hakkında, mebde ve meâd hakkında, Kader hakkında, Meryem Vâlidemiz hakkında, Efendimize itaat ve salât ü selam hakkında, fâiz hakkında, teaddüd-i zevcât hakkında, nikâh-ı şer’î hakkında, ülülemr hakkında, hılâfet hakkında; kazf, sirkat, şürb-i hamr ve daha onlarca (zarûrât-ı dîniyyeden) olan mes’ele hakkında  münkirce ve muharrifçe beyanlarda neden bulunurlar da, ortalık LGBT fitne ve alçaklığı ile çalkalanır ve ahlâksızlık TERÖRÜ her hânenin bile içine havâdis çapında girer ve oralara dahî pislik sıvarken, bu it sürüleri neden bu iğrenç cereyanla mücâdele sadedinde ağızlarını bile açmazlar? Hükmü bâkî lafzı nesh edilmiş (recm cezâsı) bile, sünnet, icma’ ve kıyas-ı fukahâ ile 15 asırdır ahkâm-ı şer’iyye’nin ukûbât nizâmında yer alırken, bu Kitabsız sürüler, bütün bunları küfr-i inâdî ile neden inkâr ediyorlar?.

Yâ Ululelbâb!

Kişniş tânesi kadar beyni olan bir mahlûkun, bunların iç yüzünü apaçık görmemesi aslâ mümkin olamaz…

Bütün bunlar gösteriyor ki, bu şerefsiz ve Allâh’sız şeytanlar, Kur’an-ı Azîmüşşân’a aslâ inanmamaktadırlar… Kur’ân-ı Mecîd’in muhtevâsından bîhaber olan ve “müslümanım” diyen câhil ve saf insan sürülerinin en az onbinde 9999’unun îmânlarını sökmek; ve onları, İngiliz iblislerinin, Haçlı dünyâsının, İsrâel yehûd emperializmasının, diyâlogçu Vatikan cânîlerinin, AB ve ABD vahşî ve kâtil kapitalizmasının, laik dembokratik ve cumbokratik rejimlerin, suud ve acem haçlı beslemesi soytarıların rahatça mideye indirivereceği hazır lokmalar hâline getirmek gâyesiyle, bunlar, dışarıdan idâre edilmektedirler…

Bütün bu dış parmakların ucunda oynayan hâin sürülerinin “Kur’an da Kur’an” diyerek sahtekârca göz küllemelerinin önüne geçecek aklı başında ve (îmânı) yerinde ve yüzde yüz müstakil hükûmetler iş başına geçmediği müddetçe de, “15 Temmuzların” kan gölleri ve kahpelikleri, istikbâlde de hız kesmeden devâm edecek; ve bütün bunların mes’ûliyyeti de, kadîm milletin, kâdîm dînini yazboz tahtasına çeviren iti köpeği, yağlı kemiklerle besleyen (dîn ve îmân müflis ve müfsidi) kartondan kaplan hükûmetlere râcî bulunacakdır…

(Mâba’di var)

 

1 Comment

  1. besmele dedi ki:

    Uludağ İlahiyat Fakültesinde olan bir hadiseyi o fakültede talebe olan 2. ağızdan işitdim ki:
    İlhâdiyatçı bir hoca (!) bir sınıfda dersden çıkdıkdan sonra, başka bir hoca gelmiş ve talebelere şunu sormuş:
    -Az evvel dersinize hangi hoca girdi?
    -(Falan) hoca
    -Kelime-i şehâdetinizi getirin.. (Ya’ni tecdid-i imân edin) demiş.

    İlhâdiyatçı hoca(!)lar îmânları silib süpürüyor…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir