Ahmed SELÂMÎ (Dağıstânî)
“I5 Temmuz Demokrasi ve Millî Birlik Günü, yok Demokrasi Zaferi” diye, layık-ateist sistem bir cûş u hurûş peydahladı, hatta traji-komik bir matem-şenlik uydurdu…
Mâtem mi tutuyorlar, bayram mı yapıyorlar belli değil… Feto denen ve 45 yıl koyunlarında besledikleri mahlûku, yahudi ana ve ermeni babadan olma bu hem mason ve hem gizli kardinal adama, müslüman mahallesinde salyangoz satdırdılar; ve kürsülere, minber ve mihrablara geçirdiler, milletin evlâdını onun mekteblerine, kurslarına, tezgâhlarına ve olimpiyatlarına köle ve olimpiyatlarına câriye etdiler…
Cumhurbaşkanlarına kadar, bunun altındaki her basamak ve kademeye iltifatlar yağdırtıb palazlandırdılar!. HOCİAFENDİ, hocafendi olarak her yerde reklâm üstüne reklâm edildi. “NE İSTEDİNİZ DE VERMEDİK” noktalarına ve doruğuna kadar omuzlara, başlara çıkarıldı, şımartıldıkça şımartıldı…
Mehdîlik, velîlik, tanrısına kadar ruhlarla ve peygamberlerle konuşurluk makamları (!) kâinât İMAMLIKLARI verildi de verildi, şişirildi, en nihâyet tanrılığın eşiğine kadar getirildi!. Sonra da bu tetikçi, güdümlü ve yahudi-ermeni sulbünden gelen iki ayak on parmaklı TANRI, 15 Temmuzda kendisini besleyib, şımartanlara, azdırıb kudurtanlara yapacağını dört dörtlük ve topu-tankı-helikopteri-kurşunuyla öyle bir yapdı ki, cihan târîhi, böyle bir “kasaba cumhûriyet vâizinden” benzeri bir tetikçiliği rü’yâsında bile görmemişdi!
ONU tanrılaştıran dembokrasi dîninin kulu-kölesi olan politikacıların topu da, şimdi ma’sûm, suçsuz, bîgünâh ve sütden çıkmış AK kaşık ve AK bilmem ne…
HÂİN: DARBE Mİ, DARBECİ Mİ?
Şimdi tutdurdular “HÂİN DARBE!”
Bir kere bu sürüler TÜRKÇE de bilmezler. Hâin, sıfatdır; bu sıfat, tavsife muhtaç bir insanı vasfetmek içün kullanılır. “Hâinlerin Darbesi, Fetocu hâinlerin darbesi” v.s. olur. Hâin darbe olmaz. Demputrasinin şeytânî mantık ve felsefesinde darbenin hâin olmıyanı da olmalı ki, hâini de olmuş olsun!..
Demputrasi aldatmasına göre, hâlikiyyet, tanrılık, ulûhiyyet, rûbûbiyyet ve hâkimiyyet ehâlinin (halkın) kendisinde olunca, demputrasi dîni de, partisi, sandığı, OY’u, OYUNU ve her dalaverasıyla hindu ineği gibi “kutsal, mutsal ve dokunulmaz” olub, her yerde gezer ve oraya pisliğini boca eder oldu!.
Laik cumputrasi kafası, Kur’ânî hurûfât ve kelimelerin üzerine Devrim adıyla tuz ruhu dökmüş ve eritib yok etmişdir. Bunu Kinci ve İkinci put, hâtırâtında apaçık yazmış: “Bunları, İslâm ile alâkayı kesmek içün yapdık” diye alâ meleinnâs, cihânın gözüne baka baka ve zerre kadar hayâ etmeden İ’TİRÂF da etmişdir… “Şecâat arzetmek ve sirkatin söylemek” kabilinden olsa gerek… Onun da Feto gibi soy kütüğü ne ise, o da onun îcâblarını icrâ eylemişdir!
KAMALİST KAFA FELSEFESİYLE HER HALTA SAYGI DUYAN PÜSKÜLLÜLER!
“Üçokların Kayı boyundanız, Osman Gazî sulbündeniz” diyen ba’zı frenkleşmişlerle, bunların etrâfında pervâne imiş gibi görünen tatlı su Osmanlı müsveddeleri ise, salon aristokrasisinin ve frenk adâb-ı muâşeretinin içinde yuvarlanmanın hazz ve keyfi ile fes-püskül cihâdı (!) peşinde koşdular; ve sigara necâseti ile, Müfessir merhûmun Yâsîn 8. âyetin tefsîrinde “Küfrü ve fıskı temsildir” buyurduğu gravat denen beynelmilel yulara ta’zîm ve avukatlık peşinde nefes tüketdiler… Tanzîmât ve meşrûtiyetin beleşçi zibidiliğini ve benzetileni olmayı, millet-i merhûmeye “Müslümanlık ve Osmanlı Muhibbânı olmak” olarak kakalamakda ileri derecede rütbe ve mesâfe de aldılar!…
EVVELÂ ve EHEMMİYETİNE binâen hemen beyân edelim ki, bu kabil i’rabda yeri bile olmıyacak kalabalıklar târîh boyunca görülmüşdür. Bunlar hakkında kalem işletib, onların âdîlik ve insanlık dışı hâllerini redd ve püskürtmek içün, zaman, imkân ve mesâî harcamıya değer mi?.
EĞER ortaya atdıkları erâcif, dedikodu, gıybet, yalan, iftirâ, aldatmalar, gözküllemeler, FİTNE denilen o pek azılı musîbete müncer olmıyacak olsaydı, elbetdeki üzerinde bu kadar dikkat ve hassâsiyetle durulmıyabilirdi… Fakat bu kabil herifler, hem i’tikâdî mes’elelerde cehl-i mürekkeb temelli tahrîfler yapıyor; ve hem de Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey’in bizzat kendisinin, geçmiş bohem hayatını (başıboş-sallapati) devrini çöpe atıb buna TEVBE ETDİĞİNİ, bu menfî devresini öne çıkaranları da, câhiliyyesini atdığı çöp bidonlarını karıştıran KEDİ-KÖPEĞE benzetdiğini ve öyle de olduğunu bilmiyen yokdur…
Merhûm, yapdığı TEVBE-İ NASÛHU da, sonraki hayâtında ortaya koymuş; ve bu, en gözükara MÜCÂHEDELER ve dayanılması tam teslimiyet ve tevekkül istiyen ÇİLELERLE apaçık meydandadır. Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey’i yerden yere vurarak, ehl-i SÜNNET îmân ve salâbetindeki TE’SÎR ve ESERLERİNDEKİ aynı müessiriyyeti sıfırlamak ve hâince yok etmek… İşte bunlar, müslümanlar arasında tam ve iğrenç ve korkunç bir FİTNENİN ATEŞLENİB, Roma’yı yakan Neron delisinin cür’et ve cürmüne benzer bir muvâzenesizlikdir; ve İslâm’a MUTLAK bir ZARAR vererek, onu içden kundaklamakdır…
EVET FİTNE… BELLİ BİR ŞAHSIN ÜZERİNDEN, ONU HEDEF ALARAK, İÇ BÜNYEDE TAHRÎB VE TAHRÎFİN EN ÇİRKİN KABADAYI TAVRI İÇİNDE İRTİKÂBI…
Fitneyi evvelâ, EN TEMEL AKÂİD ÇERÇEVESİ İÇİNDE Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin satırlarıyla görelim ve bu esas etrafında ve mücerred buna istinadla mevzuumuza devâm edelim:
Allâh SEVGİLİSİNİN mübelliği olduğu KELÂMULLÂH (Bakara,191) şöyle buyuruyor:“El fitnetu eşeddü min el KATL…”
“Fitne de katilden eşeddir, daha ağırdır.-Zîrâ katlin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devâm eder. Katil, insanı yalınız dünyâdan çıkarır, fitne ise hem DİNDEN hem DÜNYÂDAN oldurur. Binâenaleyh fitneye tutulmakdansa, o fitneyi çıkaranları öldürmek veya ölmek ve çıkardıkları fitneyi KENDİ BAŞLARINA YIKMAK ELBETDE YEĞDİR. Ehven-i şerreyn ihtiyâr olunur kâidesi de, bu gibi nususdan (naslardan) müstenbatdır (istinbat olunmuş, çıkarılmışdır.)…….. “Ölümden daha ağır ne vardır demeyiniz, zîrâ ölümü teminnî etdiren hâl ölümden daha ağırdır. Bu nazmın siyâkında insanı vatanından çıkarmak da, ona, ölümü temennî etdirecek fiten ü mihân (fitneler ve sıkıntılar) cümlesinden olduğuna işâret vardır. ŞİRK, NEŞR-İ KÜFÜR, İRDİDÂD, HETK-İ HURUMÂTULLÂH, asâyiş-i umûmîyi ihlâl vatandan ihrac hep birer FİTNEDİRLER. ” (2/696)
“…her kim, size tecâvüz eder, hürmet-i ismetinizden bir şey ihlâl eylerse, (………) onun size tecâvüz etdiği kadar, ya’ni MİSLİ olmak şartıyla siz de ONA BİLMUKÂBELE tecâvüz ediniz……Bir tecavüze karşı mukâbele-i bilmisil tecâvüz değil, tecâvüzün cezâsıdır.” (s.698)
Fitnenin ne kadar büyük bir belâ ve felâket olduğunu tasrîhe devam zımnında aynı tefsirden şu pek mühim satırları da nakledelim:
Âyet meâli: (Bir FİTNEDEN korununuz ki, her hâlde içinizden bilhassa zulmedenlere isâbet etmez.) — Yalnız işi yerinden oynatanlara mahsus bir musîbet olmakla kalmaz, belki umûmîleşir, size de şâmil olur. Ba’zı günahlar vardır ki zarârı âmm olur. Sebeb olacağı FTNE ve İHTİLÂL, celbedeceği mihnet ve musîbet, yalnız o günâhı yapan işi yerinden oynatan ve bu sûretle kendine ve gayre zulmetmiş olan zâlimlere münhasır kalmaz da KURUNUN YANINDA YAŞI DA YAKAR.
XXXÇünki memlekete hâkim olan necâset sistemin içine girmeden, hatta dışındaymış gibi yaparak tam tersine ona balıklama atlamakdan aslâ geri durmadılar! 1977 senato seçimleri içün, Erbakan’ı kastederek: “Beni seçdirmezse onun anasını avradını (sinkef)”liyerek benzeten acaba kimdi???. Herkes, ağzından ve her yerinden çıkan kavil ve fiillerini, “iqra’ kitâbek” denildiği zaman, UKBÂ’da bülbül gibi okuyacağını hiç aklından çıkarmamalı… Herkes lâfa geldiği zaman: “Yalana, iftirâya, küfürbazlığa, bilgiçliğe, kabadayılığa, palavracılığa, hakâret etmiye, soyup soğana çevirmiye, puta, heykele ve zulme” ne de çok hâhişger karşı!.
Lâkin asıl mes’ele, bunu, durmadan yumruk atılan masalara ve saf garibân sâmiîne duyurmak değil, evvelâ insanın fiilen kendisinin ortaya koymasındadır…
Ne kadar PALAVRA ve abukluklar sıkılsa, hepsi düyâda kalır, lâkin mes’ûliyyeti Ukbâ’ya da mutlaka gider. Mühim olan, KUL HAKLARINI o tarafa taşımamakdır!. MÜHİM değil EHEM olan, Alamanya’daki gurbetzedelerin âhını, çalışanların, çalıştırılanların, taaa evrâkları emânet alınıb verilmiyen MERHÛME ŞÂDİYE SULTÂNA kadar bîçârelerin ve hiç kimsenin âhını almamakdır…
Yoksa bir gün herkesin elleri ve başı yanına düşecek ve düşüyor da… Bunu duyarak yaşayan kaç kişi var? Üç müslümanın bir araya gelib “cemaat- bey’at” diyemediği şu üç paralık âlem-i fenâda?. Mustafa Sabrilerin, Muhammed Hamdilerin, Muhammed Âtıfların ve binlerce ulemânın “dâr-ı harb, dâr-ı ridde, dâr-ı azâb ve dâr-ı ikrâh” dediği şu gâvurlaşmış necîs dünyâda?. Herkes en kolay ve en rahat ve en şeytânî hayâtını sürdürmek içün, (yeni dünyâ düzeni) kazığı atan (küreselci) çetelerin parmağındaki demputrasilerin parti-pırtılarına ve sandıklarına girib, (oy) oyununu oynayınca, kendi kendisini tatmîn; ve bir 5 koca yıl daha, zombivârî sürüngen hayatına “En iyi, en mübârek, en cennetlik müslüman BENİM” diye diye devam ediyor! Lâkin bunun, kaç “cumhuriyet okumuşu, diplomalısı, entel ve danteli, hacısı, hocası, DİB’çisi, ilâhiyatçısı, şeyhi, şıhı, cübbelisi, sefili, şerocağı, müridi, tiridi, telfikçisi ve çeyrek müctehid (!) kellesi” farkında?.
MÜSLÜMANIN HAYÂTI VE ÖLÜMÜ KELÂM-I KADÎM EMRİYLE, VATAN, ATAN, YATAN, SATAN İÇÜN DEĞİL; ANCAK VE MUTLAK OLARAK ÂLEMLERİN RABBİ ALLÂH İÇÜNDÜR …
Kamalizmaya, “7 sülâlesine” deyib karşı duracak ve kükreyeceksin.. ammâ, onun Frenkden kopyalayıb milleti frenkleştiren politik parlömanter tek veya çok partili, beşerî ve tâğûtî sistemine, îmân edib, onun yaşaması içün yaşıyacaksın!. “Benim, namazım, ibâdetlerimin tamâmı, hayatım ve ölümüm de MUHAKKAK ALLÂH İÇÜNDÜR” (En’âm, 162) meâlindeki ÂYET-İ KERÎME ne olacak?. “Şerîat-ı Garrâ-yı Muhammediyye” diye cûş u hûrûşa gelib kükrerken, bir yandan da “cumhuriyete karşı değilim, demokrasiyle İslâm’ın ilk baharı başladı, 15’imden beri şu şu partililerdendim, bir milyon re’yim olsa gene hepsini falana veririm, onu İslâm destekliyor, Kur’ân destekliyor” nâneleri yiyeceksin… Bir başka yandan da Hılâfet, Osmanlı, saltanat v.s. yâveleri… Maksad, bulanık suda balık, enâyi ve gerzek avlamaksa, ona aklımız erer!
Yukarıda zikretdiğimiz âyetler gibi nice âyetler, “târîhsel denilenlerden mi, yoksa mensûh mu” oluveriyor!.. Bektâşî mantığıyla garib gurebânın gözünü boyamak kolaydır, ammâ, hesab GÜNÜ boyanacak göz bulmaksa MUHÂL…
Kelâm-ı kadîm’in ba’zı âyet-i kerîmelerini kabûl edib, ba’zılarını kabûl etmiyen ve şia şia olanları KİTÂB’ımız (Münkir) olarak damgalarken… “Bir milyon re’yim olsa falan Bey içündür, yok herşey vatan içündür, yok leylâ içündür, bilmem ne içündür!” demenin, İslâm akâid ölçü ve tartıları içindeki ebedî iflâsını göz ardı edince, hangi tür müslüman paçavrası olmak ortaya çıkacağı düşünülebiliyor mu?. Bunlar göz ardı edile edile, hoşgörü kanser hücreleriyle kemirile kemirile, dîn tabahhur edib ortadan kalkınca, işte bugünki sürünüş, izmihlâl, yalamalık, ciddiyetsizlik, daha galız pisliklere ve şirklere atlayış, DÎN tahrîfinin İslâm maskesi altında en aşşağılık irtikâbı v.s. ortaya çıkmışdır…
Cehâlet de sârî bir rûh hastalığı olub, zombilik cehâleti her kafaya bulaşdığından, bunlar karşısında (mukâmevet) cesâreti de zerre kadar ortaya çıkmıyor; ve herkes her söylenen zırvayı tahkîk etmeden, söyleyenin PEŞİNE takılıb, çakma üstâd olduğunu hesâba katmadan, onları (üstâd) zannı içinde yediğinden, doğru mu eğri mi söylüyor şıkkı hayâline bile gelmiyor; ve tam teslîmiyyetle dinleyib hayranlık içinde yuvarlanıyorlar… Artık zehirlenme mi var, şifâ mı, bu, ferdin düşüncesinde aslâ yer almıyor. Alkol komalarına girenler, hep bu usûllerle kayba uğramışlardır…
Tenâkuzlar meşheri!
Abuk sabuk, acem palavralarından geçilmiyen lâf kalabalıkları…
MERHÛM ÜSDÂD NECİB FÂZIL BEYE NE ALÇAKÇA BÜHTANLAR…
Mehûm Üstâd Necib Fazıl’ı i’tibâr kaybına uğratıb gûyâ aşağılamak ve böylece de ondan intikâm alma şehvetlerini azdırmak içün, komünist pespâyesi (Yılçın Küçök) gibi i’rabda yeri olmıyan, kendi câmiası içinde bile beyni çatlak yarı deli bir ucûbe içün dahî: “Falan kitâbında Necib Fâzıl içün 300 sahife yazmış adam, alın bakın, M.Kısakürek evvela buna cevâb versin” kabilinden hezeyanlar savurdular… Ciğeri beş para etmez ve kafadan çatlak heriflerin, sırf İslâm düşmanlığı ile yazdığı ve müslüman ileri gelenlerini de bu arada hedef aldığı gâvurluklar, Merhûm Necib Fâzıl aleyhinde malzeme, hüccet-vesîka-delîl-gavurca “referans” olarak; ve zerre kadar da hayâ etmeden kullanıldı; ağıza alında ve o ences satırlar müslüman gençliğe zerre kadar utanmadan tavsîye edildi, zihinleri zift çanağına çevrildi!.
Üstâd Merhûm’u kendilerine râmedemiyen, politik sapıklıklarını tastikletemiyenler veya yediği zılgıtlarla îkâzları, ences kibir ve enâniyetlerine asit dökülmüş gibi kıvrananlar, içlerindeki kin, hased ve intikâm ateşini bir türlü söndüremediler… Üç silah kullanarak videolar doldurub, Ukbâ’da okumak pişmanlığına sürünerek hazırlanmak içün: YALAN-İFTİRÂ VE ALDATMA şirretliğiyle aşşağılaşmakdan zerre kadar çekinmediler…
ÜSTÂD’IN “ŞERBAKAN” DEDİĞİ BİLE, MAHKEMEDE “NECİB FAZIL UYDURMUŞ!” DİYEREK FITRATINI ELE VERMİŞDİ!
Rahmetli Üstâdı iftirâ ve yalanlarla yıpratanlardan birisi de, aynı hinlikleri sürdüren Erbakan olmuşdur. Adı geçen, (Odalar Birliği) ile alâkalı bir röportajın 1969’da Büyük Doğu’da neşredilmesi içün Üstâd Merhûm’un evine gider… Röportajın hedef tutduğu şahıslar arasında Dünyâ gazetesi sâhibi mason Bedii Fâik de vardır. Bedii Faik, sözcü olarak Erbakan’ı, neşreden (yayınlayan) olarak da Necib Fâzıl Merhûm’u da’vâ eder!. “Dergâh mürîdi (!) derin Müslüman (!) Lider Erbakan”, mahkemede: “Ben, Büyük Doğu’ya böyle bir mülâkâ vermedim, bunları N. Fazıl UYDURMUŞ” der… Akmumcu ve H. Abbas da iki şâhididir…
RAPOR 4, s.55’deki Üstâd Merhûm’un satırlarından okuyalım:
“-Bense şu kadar nakdi paraya çarptırılıyorum; ve hayretler içinde görüyorum ki, Bedii Fâik gibi da’vâmıza tam aykırı bir insan, bu parayı tahsîl etmiyor; yani asâletde Erbakan’a taş çıkartıyor!” “Yalancılık derecesinin, hem de Hakk yolunda mücâdele edenleri mahkûm etdirmek ve bu yolda İslâm kânûnlarının en büyük suçu yalancılık cinâyetini işlemek gibi, bu efsânevî rütbesi önünde Lider Hazretlerine yakışacak sıfatı müslümanlar biçsin… Mâhud yalancı şâhidlik âletleri, Erbakan’dan ve partiden kopunca, bana şu mazereti beyân etdiler:
-Ne yapalım, bizi kandırdı. Bizim böyle şâhidlik etmemiz içün kendisine sizin ta’limât verdiğinizi söyledi; “Üstâd böyle istiyor” dedi!..”
Üstâd, adı geçeN (çatma ve çakma LİDER) ile ilerde karşılaşınca şunları söyliyecekdir:
“-Siz, kendi da’vânızın en büyük cürüm saydığı yalancılığı ve yalancı şâhidliği, hem de Allâh yolunda gitdiğiniz bir insana karşı irtikâb edebiliyorsunuz.” (s.56)
Merhûm Üstâd Necib Fazıl Bey içün “uydurmuş” diyen Erbakan’ın bu bühtânını gören Mason Beddi Fâik bile da’vâdan vazgeçib, kazandığı tazminâtı alma âdîliğine düşmemişdir…
İşte Bâbıâdi ve politika çukurunun ibret-i âlemlik bir kaç nümûnesi…
Millet, TANZİMAT’DAN, HELE 1923 LOZAN ESÂRETİNE DÜŞÜRÜLDÜKDEN İ’TİBÂREN, hergün bu çukurun kazûrâtını içine çekerek zehirlenmektedir. Böylece de, biribirlerini PARTİ PARTİ ve PARTİ İÇİ tefrika ve fitne fuhşuyla KEMİRMEKDEN VE PARÇALAMAKDAN başka bir iş de yapılmıyor… Bu da, “ilkeli, ülkülü, lût kavmi istikâmetinde, laik-demputratik-hukuk falancası” olarak, yepyeni ve ecdâdla zerre kadar din ve ahlâk bağı bırakmıyan bir münkirleştirme ile, târihdeki seciye ve seviyeyi sıfırlamayı hedef almış, urlaşıb batılılaşmış ve belâlı-vahşî-insanlık dışı bir (ulus-kavim) ihtirâ’ ve îcâd etmek olmuşdur…
Neredeyse ömrünün yarısı, evi ile hapishâne ve ta’kîb-ta’ciz-mahrûmiyet-haciz v.s. arasında geçmiş Necib Fâzıl gibi babası yaşdaki ÇİLEKEŞ ve İslâm’a, şirk ve küfrün en azılı zamanlarında CESURCA hızmeti sebketmiş silâhşör ve kınına girmemiş kılıçdan kalemleri küçük düşürmek.. yetmezmiş gibi bir de, en utanmazca bir pervâsızlıkla, buğz ve adâveti onların üzerine çekmek, yığmak, binbir hırs ve gayz ile üzerlerine çullanmak… Ne iğrenç bir ruh ve ahlâk za’fı, ihânet, nankörlük ve iftirâ furyası…
İşte, rejimin fikir fuhşundan meded uman “islâmcı (!) matbuâtı, püsküllü belâ târîh tüccarları, soyu ma’lûm ve pazarlanmış medyası; ve (yalan-iftirâ-aldatma ve İslâmiyyet’i bundırıb tanınmaz hâle getirmenin ustası ve “dîn güncellemecisi” ve soytarı politikacılıklar dünyâsı…
“İMTİYÂZ-I RUBÛBİYYET SINIF-I RUHBANDAN PARLÖMANLARA GEÇMİŞDİR!”
Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm Tefsîrinde: “İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir” buyurur. Şimdilerde ise, Fransızca helâ ma’nâsına da gelen (KABİNE), hükûmet içün kullanılır oldu… İnsanı TANRI yapan Batılı politik sistem içinde perverde olmak imkânı yakalıyamama ihtimâli zuhûr edecekse, yüzüne “HOCAM” dediğin adama, nice püsküllü belâlar gibi, arkasından (ana-avrat-sinkefli) diş gıcırdatacaksın!.
Dünyâdan haberi, İslâm akaid, fıkhı ve târihinden behresi olmıyan zavallı keklikler de, bu kerâmeti kendinden menkûl psikopatalojik makûle kesânı “her an kavga ve hücum kabadayısı “ üslûbuyla nasıl dinlemiye tehammül ederler, bu da ayrı bir mevzû’… Her yumruk yiyişde ihtizâza gelen bîçâre masa ve çay bardakları gibi, karşısındakilerin de sâfiyetlerine vurub onları da tirtir titreten; ve tahakküm ve müstebit bir hava püskürten ve sanki onları (Ey Türk, titre ve kendine dön) hapsine alan, bir nevi Topane meydanı ta’limgâhı… Cevâb veremiyeceği hiç bir sual bulunmazmış havalarının ucub, enâniyet ve şımarıklığıyla ” Tafsîlâta girersek çok uzar, sabaha kadar konuşmam lâzım, başka sual sor” allâmelik pozları…Kendini yapmacık bir idol hâline getiren zavallılar… Bu garîbanlar tarafından iç yüzleriyle görülemedikleri içün, binlerce esef ki, birer “irşâd ve hakîkat muştulayıcıları” zannedilmektedirler!..
Ne MERDLİK, ne mücâhidlik ama.. ne üstadlık, ne târîh şuuru, ne keskin zekâ, ne kerâmet, ne ahlâk, ne îmân ve ne “Şerîat-ı Garrâ-yı Muhammediyye aşkı” ama!
Zavallı millet böyle şeyleri, Bâbıâdî çukuruna girib bizim gibi (o çukurda yıllarca yaşamadı ki), nasıl bizzat görsün, duysun ve bilsin! Sonra da midesi bulunıb gaseyân etsin! Garîbanlar, sâdece “Mücâhid” sesleri ile böyyük tarihçilere, böyyük Purrof ve dâhîlere, pek müthiş âdemlere (oy) deposu ve eyer-semer olarak yetiştirildiklerini nereden bilsinler, hangi göklerden hangi çakma üstadları haber alsınlardı!?….
Zavallılar, ba’zı muhterem, hakîkî hoca ve şeyhefendilerin elini öpeni gördüler mi, ona, “dört dörtlük cennetmekân, dahî, ermiş, politik kahraman, ihlâslı mübârekler, v.s.” olarak bakdıran bir tezgâhdan geçiriliyorlardu!. Akâid ve ahlâk kânûnlarının baskülüne adam çıkararak tartmak, o Mücâhidîn Hazerâtına (!) böyyük hörmetsizlik, haksızlık ve terbiyesizlik, hatta haddi aşmak, zülf-i yâre dokunmak demek oluyordu! Hatta, bu kabil hürmetsizlik kırıntıları bile, derecât-ı rûhâniyyede kat’-ı merâtibe sebeb olur; îcâbederse mücrimler, (serkeş ve âsîler) olarak bile i’lân edilebilirlerdi!… Dik durub eğilmiyenlerin ve şer’î tevâzün ve hatlarda dikkat ve hassâsiyet gösterenlerin encâmı ise ibretlik oluyordu!. Hemen, ya ma’nevî giyotin, ya aforoz, ya sürgün veya i’tibâr kat’liyle âdeme mahkûm ediliyorlardı… Çünki işin sahtesi, sahtekârı ortalığı kaplamış; söz, meydan ve kürsüler, (çakma üstadlıklar) onlara kalmışdı…
BİZİ SUSTURAMADILAR, ÇÜNKİ KİMSEYE ASLÂ VE BAŞDAN MİNNET BORCUMUZ YOKDU VE OLAMAZDI!
Ahmed Selâmî gibi, parti bülteni bir “Gazetede”, tâ 1974’lerde ve kurulduğu ocak ayından beri: “CEHAP’la koalisyon kurulamaz, komünist kâtiller afvedilemez, KÜFRE RIZÂ KÜFÜRDÜR, SİSTEM İÇİNDE ERİNİLEMEZ, BEŞERÎ SİSTEMLERİN HER ŞEYİ DE İ’TİBÂRÎ VE ŞEYTÂNÎDİR” gibi gibi, parti-pırtı politikasına ters yazılar yazan muharrirler olduğu zaman, onlara hangi “BİZDEN DEĞİL” gözüyle bakıldığını, oy deposu kaç garîbân, saf ve aldanmış zavallı Anadolu çocuğu görüb anlar ve bilebilirdi?. 48 kişilik Para-lamento Grup toplantılarında, o gazetenin Umûmî Neşriyât Müdürü S.Ö’ya: “Bu adam bizden değil, ona neden yazı yazdırıyorsun” diye ulu liderlerden fırçalar çekildiğini, mürîdân-ı garîbân nereden duyacak ve nasıl bunlara muttalî olabilecekdi?. Onlar “muharririmizi isteriz” sadâları atsalar da, bunları duyacak böyyük adam ve onların kalb ve kafa kulakları var mıydı; yoksa onlar, hedeflerindeki (Saltanat Kayığına veya oy depolarının ense köklerine oralarıyla oturub) hayâlhânelerindeki hülyâlar içinde modern nemrutluklar peşindeler miydi?. Politikalarına rükû’ etmiyenleri “Yahudi Askeri” olarak linç etdirmeler, nasıl bir “Müslüman Lider” teşri’-i masuniyeti taşımakdı?. “Getirin ABD ve İsviçre anayasalarını, altına imzamı atarım” demelere kadar, düzinelerce nefs ü hevâ, şeytân ü safâ putperestliklerine, biz, müslümanlık adına, müslüman liderlerin bin hikmet taşıyan kerâmetleri, rûhâniyetleri ve hâtıfî seslerle gelen yarı vahiy ilhamları olarak mı bakacak ve önlerinde eğilecek ve onları daha da fir’avnlaşdırıb tanrılaştıracakdık?!
xxBir çok hakîkatleri bilib duysalar da, sanki ne değişirdi… Çünki tâğûtî sistem, icâdetdiği ve adı da gene İslâm olan kul îcâd ve ihtirâ’sıyla teşekkül etmiş dînin içinde, bu kendi besleme ve yetiştirmesi aydın, okumuş, müslüman münevverânın rotasını, demputrasi, parti, sandık ve oy istikâmetine öyle bir çevirmişdi ki, bu, İslâm’ın sanki zarûrât-ı dîniyyesine (hâşâ) şiddetle ve muhkem nasslar derecesinde DÂHİL edilmiş, bunlara yan bakanlar, dinden îmândan hemen çıkıb MÜRTEDD oluyor, tecdîd-i îmân ve nikâh bile teklîf edilmeden katli VÂCİB addedilib infâz ediliyordu!..
Merhûm Üstâd Necib Fazıl Bey’in hohlaya hohlaya eritdiği buz dağları, vıcık vıcık çamura dönmüş, yürünemez olmuşdu!.Politikanın sağı, solu, üstü altı, önü arkası, kenarı, kenarının kerarı, onunda yanı yamacı, çığırından çıkıb fırlamış, Hakk’a sığınılacak bir âfet ve belâ hâline gelmiş; en acısı da, bunun farkında olan, sâdece bir avuç nasibli kalmışdı o kadar…
“Öz vatanımızda PARYA ve GARÎB” olduğumuzun sancılarını kim, hangi çilekeşler duyabilirdi?.. Sâdece, 1974’ün Mayısında, Yerebatan caddesinde yukarıya doğru o sarı çizgili palto-pardesüsü ve kıdemli deri çantasını kol sallamasına uygun olarak sallıya sallıya çıkan, O NÛR İÇİNDE YATASI Rahmetli Üstâdım Necib Fazıl Beyin, caddenin karşısından bu âcizi görüb: “Yaz Sevgilim yaz, hoşuma gidiyorsun!” diye o gür ve aslan sesi ile haykırışı olmasa, kendimizi, sanki cümle (pilli ve zilli görüşçü) böyyüklerin meğbûzu olub, müc’rim gördüğü bir mahkûm gibi suçlu hissedecekdik!. İnansan da inanmasan da bir kumanda etrafında, her emre bir hikmet vardır noktasından bakıb, emir eri itaatıyla “Kerâmet buyurdunuz Efendim!” denilmeliydi… İslâm’ın akâid ve fıkıh kânûnlarını, lâ yuhtî ve lâ-yüs’el bulunan âyetulla muâdili esrarlı merci’ler, “demokratik, modern ve teknik akâid ve fıkıh usûlleri!” ile ve mühendis kafalarla yürütmelilerdi!…
Ölmeden bir sene evvel ayakda duracak, yürüyecek ve boynunu çevirecek hâli olmadığı hâlde İRAN Şii yarıtanrılarını ziyârete gidenler, acebâ kimin kara kaşı kara gözü içün bu zahmetleri ihtiyâr etmişlerdi?. Aceba Şii Diniyle hangi müştereklerin kataküllisi peşindelerdi?. Sülüman Karegülle gibi echel-i cühelâ müctehidler türetib, bunlara Luterimsi dinler îcâdetdirib fezâları çatlatmıya yetib de artacak hezeyan ve tuğyanlara neden imkân verilmiş; ve bu 15 asırlık İslâm’ı zındıklık sayan din, îmân ve ahlâk kaçkını zıvanadan çıkmış aşşağıya aldığımız satırlar hangi sâikle yazdırılmışlardır ki, bir müslümanın, bunları okuduğu zaman tüylerinin diken diken olmaması sûret-i kat’iyyede mümkin olamaz. Kâriîn-i Kirâmımızdan afuv niyâz eder ve hâşâ min huzûr der, bu dehşetengiz hezeyanları iktibâsa müsâreât eyleriz:
“Demokrasi olan her memleketde, müslüman her zaman kalıb İslâmiyet’i yaymaya devâm eder ve İSLÂMİYYET’E AYKIRI OLAN KÂNUNLARA UYAR. (Estağfirullâhe’l-azîm) Bundan dolayı hiç günaha girmez.” Evet yanlış okumadınız, İslâmiyyet’e aykırı olan kânûnlarla İslâmiyyet’i yaymıya devam edeceksiniz!. Millî Göçüş müctehidlerinin böyle eksantirik ictihadlarından biri de şu idi: “Müslümanların kendi dînî inançlarının îcablarını yürürlükde olan mevzûâta göre çözmeleri zarûrîdir. Yoksa dinlerinin îcâbını yerine getirmek içün devletin iktisâdî ve ictimâî yapısını, dînî inanç ve esaslara uydurmaya çalışmış olurlar ki, bu da kânunlara aykırıdır.” (Allâh iradesine aykırı olsun amma, kul irâdesine asla… İslâmî akıl ve îmâna tuz ruhu…) “Devlet başkanının mutlaka halkın dîninde olması da şart değildir, zîrâ o takdirde devlet, dînî bir devlet olur.” (Şimdi de pek böyyük makamlardan dine dayalı devlet sistemine KESİNLİKLE karşıyız nâmeleri dinliyoruz!) “Müslüman, öğrendiği Müslümanlığı bulunduğu memleket kânunlarının müsâadesi nisbetinde yaşamalıdır. Hiçbir zaman milletin % 70 re’yini alıb seçimle iktidâra gelmeden, kendi programımızı uygulamaya kalkışmıyacağız. (Memleket kanunları mutlak doğru ve mutlak hakk kabul edilince, mantık tam doğru!) Çünki biz, demokrasiye son derece inanıyoruz.” (Bu söylendikden sonra artık ne denilebilir? Son derece inanılan bir şirk varken, artık başka bir şeye o kalbde zerre kadar yer kalır mı?)
xx”Cârî kânûnlarla muâmele, kazanca MEŞRÛİYYET KAZANDIRIR.” “Ebû Hanîfe de bizim gibi beşerdir; günahları var, hataları var…. amma görüşlerimiz arasında elbetde ayrılıklar olacakdır ve orada tabiî ben, benim görüşümü uygularım.” “Biz mecmuamızda çelişkiler olmasından memnûniyet duyarız. Bu ayrılıklar yarın gerçek MİLLÎ GÖRÜŞÜ oluşturacakdır. Süleyman Karagülle bilerek ve araştırma yaparak yazdığını söylüyor.” “İslâmiyyet sizinse emriniz başüstüne dokunmayız. Yok İslâmiyyet Allâh’ın Dîni ise bize, İslâmiyyet’e âid konulara dokunmayın deme küstahlığını nereden alıyorsunuz?” “Siz yeniden Peygamber mi oldunuz,yoksa nemrutlar gibi ilâhlık davâsında mısınız?.” “Herkes İslâmiyyet’i istediği gibi anlar ve ona göre amel eder….siz neci oluyorsunuz da bize İslâmiyyet’den bahsetmeyi yasaklıyorsunuz?” “Biz müslümanız ve laik Türkiye Devletinin Başkanı, biz Türkiye’de yaşadığımız müddetçe Devlet başkanımızdır.” “M.S.P. dînî bir kuruluş değildi, siyâsî bir kuruluşdur. Laik Türkiye’nin kânunlarına göre kurulmuşdur.M.S.P.nin dinlere karşı bir tutumu yokdur. Din ve laiklik hakkındaki görüşünü hiç bir din farkı gözetmeksizin 13-18. maddeleri arasında düzenlemişdir. Bu görüş bugün bütün ileri ileri milletlerin benimsediği İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİNE tamâmen uyduğu gibi İslâmiyyet’in GÖRÜŞÜ de bu merkezdedir. Bu i’tibarla bizim laik nizam içinde GOCUNACAĞIMIZ bir husus yokdur.” “Ebû Hanife’nin CÂHİL AVUKATI olmayın.” “Ebû Hanîfe’nin ictihadları dînî değil, dünyevîdir. Ben de dünyevî mes’elelerde kendi re’yimi tercîh ederim.” “Ben ilmimin bana verdiği neticeleri değiştirme salâhiyyetine sâhib değilim. Hata etmiş olabilirim.Bundan mes’ûl değilim.” “Bugün yeni bir mezheb de pekâlâ kurulabilir. Mezhebleri kayıtlayıcı hiçbir delil mevcûd değildir. Bilâkis devir ve ihtiyaçlara göre yeni mezheblerin doğması zarûrîdir.” “İctihadlar yapılarak İslâmiyet’in yeniden doğuşu mümkin olacakdır.” “İctihad müessesesini rettetmek, hurafelerle yaşamaya devam etmek ve daha çok ZINDIKLIK BATAKLIĞINA (mel’unlukda sınırsızlığa bakınız) gömülmekdir.” “Bugün herkesi ictihada da’vet edebiliriz. Zîrâ mü’minliğin ne olduğunu da yine bu sa’yede öğreneceklerdir.” “Mükellef, ehl-i zikir, fakih veya râsîh olduğuna kendisi içün kendisi karar verir……Bugünki diplomalar bunların yerine geçer. Profesörlük rusuh mertebesine, doçentlik (intisas), fakihlik mertebesine, yüksek ehliyetli olmak ise ehl-i zikir mertebesine…” “….ictihadlar yapılarak İslâmiyyet’inyeniden DOĞUŞU mümkün olacakdır.” “Müctehidler İslâmiyyet’i milletlerin bünyesine ve zamanın icablarına göre uygulanırlar…..amma ictihadlar ise beşerîdir ve mevziidir ve bundan dolayı bugün artık uygulanamaz cihetleri bulunabilir. Esasen zamanla mezhebler fetvalala değiştirile değiştirile bozulmuş bulunmaktadır….Ebû Hanîfe’ninictihad yapmaksızın KEYFİ olarak değiştiilen hükümlerinin biz ictihadla doğrusunu bulalım diyoruz. Hiç tereddüd etmeden diyebiliriz ki, yeniden ictihad müessesini diriltmek, İslâmiyyet’i yeniden yaşamıya başlamakdır.” (TEKRAR EDELİM Kİ) “İctihad müesesesini reddetmek, hurafelerle yaşamıya devâm etmek VE DAHA ÇOK ZINDIKLIK BATAKLIĞINA GÖMÜLMEKDİR.” (Ahmed Selâmî, Muhteşem Şerîat, 1976, s.254-280)
Biz, o mahluk önüne atılsa yemeyib midesi bulanacak şu yukarıdaki satırlarla, 15 asırlık İslâmiyyet’e bu kadar galız ve iğrenç hakaret ve aşağılama yapan 1973’ün Millî Görüşçü (Tek Yol) mecmuasına haketdiği cevabları verince, bu satırların azılı mürtekibi İzmir listesinden m.vekili seçilememiş!. TÜRKÇESİ mecmuasını 60.000 bastırıb Garbî Anadoluda dağıtmışız! Halbuki baskı adedimiz sadece abonelerimize mahsusdu ve o da 5-6.000’den ibâretdi… İşte dürüstlük cibilliyet ve mayası bu olanlar “İslam adına İCTİHAD yapacaklar ve İSlam yeniden yaşanacak ve millet de ZINDIKLIKDAN kurtulacakmış!.
Erbakan’ın, Aziltürkün ifâdesiyle “millî görüş doktrini”, bazı akıl kaçkınlarına böyle İslâm yerine, İslâm dışı bir din uydurtub, bunu da “M. Görüş” olarak yutdurmakdı… Değilse, yukarıdaki VESÎKA ÇAPINOAKİ SATIRLAR HANGİ HÂİNLİK VE İSLÂM KATLİNİN HÜCCETİ OLACAKDIR???.
Bugünün Türkiya gençliği bunları binde biriyle bile bilmez, matbuat, tarihçi-püsküllü ifsâdâtı ve politika canavarı gibi üç ana tehlikeyi biz haber verelim de, cehennemin esfelini özliyenler inanmasın veya putlarının yıkıldığını görünce ölesiye buğzetsin!. Yeter ki, Hesab günü “Hakk(ı sarihi ketmekmek küfürdür, îmân-ı sarîhi KETMETMEK KÜFÜRDÜR” hakikatı suratımıza vurularak cehennemin esfeline müstahık olmıyalım…
xxGarîban ehâli de zannediyor ki, 1974’lerin M. Görüşçüleri zemzemle yıkanmışdı, amma, Müctehid ve Mehdi liderleri vefât edince, mirasyedileri, Karakollaoğlanları, hocalarının yolundan sapıb, Kılçıkdâroğlu gibileri “mücâhid” i’lân etdi; ve 6 îmân şartının karşısına 6 şirk oku çıkaranları tezkiye ediyor!. İş, ta kaynağıdan, yarım asır evvelden bulanık akıyor, gören ve idrâk eden kim?.
Erbakan zamanında her şeyin en doğrusunu o bir kişi bilirdi, onun sanki ismet sıfatı vardı. “İlm-i vehbî, meleke-i fekâhet ve akl-i selîm sâhibi olmaya kadar müctehidlere lâzım 20-25 fen ve her ilim” ondaydı; o bir allâm-i cihandı!.. “Müctehid fi’d-dîn” seviyesindeydi (!) hattta ona “müctehid ve mehdi” diyen yazılar bile, parti bülteninde kendisi içün A. Akkül gibi adamlar tarafından fütursuzca neşredilebiliyor, partizanlık iksiri içmiş milyonlar da, bunları kendinden geçerek vecd ü istiğrâk içinde okuyorlardı!. Mezhebde ve mes’elede müctehidler (!) bile yok değildi!…Ba’zan da, bir kişinin politik düşünceleri, külliyyen edille-i erbaanın tasdîkinden geçmiş gibi olduğundan (!) onlara en küçük i’tirâz dînen memnû’ oluyordu… Köln’deki şii yürüyüşüne talebelerini göndermiyen Ahmed Selâmi gibiler, 1979’larda hem de gâvur memleketlerinin Roterdam’ında, “M. Görüs umumî kâtibi Mücâhid ağalarından H. Damar (!) tarafından” çok rahat ve vesîkası da yanındaymış gibi “YAHUDİ ASKERİ” bile i’lân edilerek, neredeyse müslümanlardan tecrid ve herkesin meğbûzu i’lân edilmiye çalışılıyordu!. Dünyâ H. Damar’a ve ağa babalarına da kalmadı, HESÂB GÜNÜ herkesi her saniye kendisine öyle bir çekiyor ki, püsküllü püskülsüz hiç kimsenin, bu KÂNÛN-I MUTLAK’ın dışına bir lâhza ve bir mikron çıkmaya mecâl sahibi olması MUHÂL!. İnsan bu dünyâ denen misâfirhânede (yalansız-iftirâsız ve aldatmadan) yaşamalı, yoksa cehennemin esfeline balıklama atlamak kaçınılmaz olacakdır!
Aaah, hâin ve kalleş Bâbıâdî ve kahpe frenk politika sistemi ah, ne b.kdan bir çukursunuzdur siz!
Sistem, sizlerin üzerinden bu milleti ulusa ve enkâza çevirdi; ve îmân ve ahlâkdan sıyırıb Ankara’nın ücretsiz kölesi yapdı!
Bâbıâdî, Particilik ve politika…
Yıl gene 1974, ilkbahar ayları… O gazetenin köşe muharriri olarak Üretmen Han’dayız. Bitişik oda boş, millî boksör olan bir partilinin o boş odaya daldığını gördüm. Kapısı açık ve telefonla konuşuyor:
“Beni Denizcilik Bankasının İdâre Heyetine almazsa onun anasını avradını (sinkef…) ….”
Kastedilen, görünce, önünde eğildikleri LİDERLERİ… Bu da, hayatımda duyduğum, püsküllününkinden sonraki en büyük ikinci (ana-avrat sin-kef) vak’ası… Biz bunları duymadık, YAŞADIK… Amma garîbân Anadolu çocukları bırakın yaşamayı, duymadılar bile…
Gel de, miden bulanıb, gaseyân etme… Kan uyuşmazlığı ilerledi, içden sabote başladı. Muharririnin fıkrasındaki “Cebânet” kelimesini “CENÂBET” olarak neşreden gazetelere, biz bizzat şâhidlik etdik ve yaşadık!… Özpala ve Kızıltaş unutmadılarsa, çok şey hatırlıyacaklardır!
Vay be… Zavallı garîbân millet de “İslâm’ı getirecekler” diye “ehven şerr ve şerir arayıb” k.çından ter akıtarak, bunlara parti propagandası ve oy (kelle) toplama ve oy deposu olmanın “cihâdı” peşinde.. Çünki önlerinde kılavuz veya lokomatif olarak biçilmiş, dört dörtlük (!) “mücâhidler” var!… Şu son Mayıs intihâbında bile, mücâhid yumurtlatanların kümesi önünde, Kılçıkdâroğlu bile “mücâhid” yumurta olarak mahall-i mahsûsundan folluğa düşdü!. Allâh’ın DİNİNİ çukur politika uğruna ne hâllere sokdular. Anadolu insanının tepesinden, Fransız kafasındaki DEVLET anlayışını ne güzel geçirdiler… Ancak gâvurdaki gibi değil; kokmuş ve kurtlanmış işkembe keyfiyetiyle.. BİZİM KALEMİMİZDE BUNUN ADI:“Dembokrasi veya demputrasi!”
Hubb-ı CÂH ve meşhur olmak, kabadayılık, palavracılık, 15’li yaşlardan i’tibâren Cehennem Partisi muârızı gibi görünen bütün partilere tarafdâr olduklarını bir ma’rifet gibi kitlelere duyurmak hezeyanları da bunlara inzimâm edince, ortaya, Osmanlıcı, cumhuriyetçi, hılafetçi, demputrasici, saltanatçı, partici, “Bir milyon reyim olsa falan Bey’e veririm, Onu İslâm destekliyor, Kur’an destekliyor.” v.s. deyici ve içinde her halt bulunan bir kafa-kelle halitası ortaya çıkdı… Davulun sesini biz, uzakdan değil, davulcuların davulu dibinde ve hatta onların ara sıra bize de dönen tokmak darbelerine tekme bile savura savura yaşadık!
xxElhamdülillah böylece, Azîz Ceddimiz Bartın Müftüsü Merhûm Muhammed Rif’at Efendi Hazretlerinin, HILÂFETÇİ suçlamasıyla 1909’da idâm listelerine geçerek edindiği tecrübe ve vasiyetlerine harfiyyen itaat ederek ömrümüzün artık sonlarına yaklaşdık… Tecrübelerimizden istifâde etmek istiyen ne kadar ins ü cin çıkar bilemeyiz. Ancak, LÂ İLÂHE ve LÂ ŞERÎKELEH demek bugün fevkal’âde zorlaşmışdır. Yapdığımız iş, bütün ömrümüz boyunca, içinde yaşadığımız çukurun îcâd ve ihtirî’ eylediği “İslâm DIŞI İSLÂM’ın, Allâh ve Rasûlünün Dini olan İslâm’ın mutlak olarak IŞINDA olduğunu beyan etmek olmuşdur…
Bu kafa yapısını istiyen, BEYNELMİLEL DEMOKRASİ VE ONUN GÜDÜCÜLERİ İDİ…KÜRESELCİ EŞKIYÂLARIN “YENİ DÜNYÂ DÜZENİ” DİYEREK BEŞERİYETE GİYDİRMEK İSTEDİĞİ DELİ GÖMLEĞİ (HEDEF), İŞTE BU KELLE YAPISINI ÎCÂD VE İHTİRÂ’ ETMEKDİ…
Bunda da muvaffak oldular. Artık bu, bir kere virüs gibi ferdin kafa-kalb yapısına girdi mi, ARTIK ORADA TERTEMİZ BİR LÂ İLÂHE, LÂ ŞERÎKELEH, EDİLLE-İ ERBAA, MÜCTEHİD İMAMLARA (selef-i sâlihîne) TAM TEBAİYYET, KATIKSIZ BİR ŞERİAT VE HILÂFET İLE YÜRÜMEĞE AZM Ü SEBÂT, KAT’İYYEN BULUNAMAZ…
Yukarına beyân etdiğimiz LÂ’NETLİ HALİTA, artık bir düzine ideoloji, doktrin, din v.s. harmanlaması olarak devam edecektir.
İslâmiyyet, bu halita ve harmanlamanın içinde bir çeşni olarak, bir teberrük olarak, bir telbîs parçası olarak, bir yama olarak, orası burası ezik büzük yapılarak, dembokrasiye bulaştırılarak, laikliğe yaklaştırılarak, felsefeden ekleme ve yamalar yapılarak, parti liderleri olan demputrasi dîninin kumandanları emrine oylarla girilerek, onlardan birisini îcâbında putlaştırarak, onlara DESTEK vererek, hulâsa o sarmal, o harman, o halita, o telbîs içinde bir BULAŞIK HÂLİNE GELECEK VE BİR SÜRÜ LÂF KALABALIĞI VE OYUNLARI, CERBEZE, KELİME KUMARLARI, KABADAYILIK POZLARI, PALAVRALAR, MASA YUMRUKLAMALAR VE BİLMEM NELER ELİNDE, GÛYA YAŞANIYOR, YAŞATILIYOR OLACAKDIR…
Bervechi âtî madde madde sıralıyacağımız sapıtmaların TEMEL sâiki, işte bu Demputrasi kumarına bir uyuşturucu mübtelâsı olarak müdâhil oluşdur. TEMELDE bu İBTİLÂ yatmakda, bu da, her türlü abuk sabuk konuşmayı, dîn tahrîb ve tahrifine varıncaya kadar her haltı yemeyi beraberinde getirecek ve getirmişdir…
Artık HERŞEY, vatan içün, taş toprak iün, FALAN PARTİ EHVENDİR içün, filan tâğut dişime uygundur içün, dünyâ müstemlekecilerinin (emperyalist eşkıyalarının) Demputrasi KUMARI içün olacak, “BENİM NAMAZIM, İBÂDETLERİM, HAYÂTIM VE MEMÂTIM MUHAKKAK ÂLEMLERİN RABBİ İÇÜNDÜR” ÂYET-İ KERÎMESİ GÖZE BİLE ASLÂ GÖRÜNMİYECEKDİR… “Dembokrasi dünyasının TETİKÇİSİ FETO patronları” ile aynı yatağa girilecekdir. DEMBOKRASİ nakarâtı söylene söylene, buna tapa tapa VATAN müdafaası (!) içinde bulunmak gibi bir ruh ve akıl sapıtması içine girilecektir…
Demputrasi diye diye, onun adına, demputrasi patronu ABD, NATO, AB, FETO KANLI darbesine KIYÂM edilecek, sonra da o gün: “DEMOKRASİ GÜNÜ” olacak, meydanlar, köprüler, merkezî yerler, “ŞEHİDLER”, neler neler hepsi de DEMPUTRASİ denilen belâya TAPINMAK içün vesîleler, putlar ittihâz edilecek…
Fe Sübhânallâh…
Bunun neresi tevhid, neresi ÎMÂN, neresi İslâm, neresi Hanefîlik, neresi nakşîlik, neresi insanlık???
Taşlaşmış ve azmış Kamalist ateist bloğun renk tonu çok daha net ve şirk ne ise o oluyor, saf ve şeriksiz bir ŞİRK yapısı ortaya koyuyor ve tek ve vazgeçilmez ana sıfatları: KATIKSIZ İSLÂM (Şerîat) düşmanlığı.. bunu redd azgınlığı…
Beri taraf ise 10 beşerî sistem, ideoloji, doktrin ve çer-çöpün harmanlanmasından bir halita, nerede ne işe geliyorsa onun dile alındığı, onun ön plana çıkarıldığı bir palavra cümbüşü… Fes, gravat ve sigaraya avutlık yapmaya kadar varan, bir ucub ve enâniyet sarmalı…
Sisteme ve onun DEMPUTRASİSİNE, ve nice biribirine zıt istikametlere bulaşıb laf canbazlıklarına da kayınca, ortaya hangi tür ÇAKMA ÜSTADLIKLAR çıkıyormuş, ezberi bozulacakların kudurmasına rağmen madde madde görelim:
DEMOKRATİK AHLÂKLA (!) DİNSİZLERE SAYGI, NİCE BÜYÜKLERİMİZE SERKEŞLİK SAVURDULAR…
Dinsizlere SAYGI gösterenler, şu Müslüman büyüklerine SAYGI gösteremediler. Üstâd merhuma “Dünyânın en AHLÂSIZ ADAMI” bile demiye zerre kadar hayâ etmeyib, buna dilleri varabildi…
Salahâddîn Eyyûbî, Timur, Tarık Bin Ziyâd gibi nice târihî şahsiyetlere “Mel’ûn-ı melâin” demeye kadar muvâzenelerini kaybetdiler…
Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey, Berzah Âleminde iken bile âdîce ve bitib tükenmez bir kinle, O’nun (ölü etini yediler) ve üzerindeki haklarını inkâr etdiler… O’na sataşmakdan, HATTA, İslâm’ın YASAK olduğu bir devirde ONUN aleyhinde abuk sabuk ve kin kusan, aşağılayan, hılâf-ı hakikat yâvelerle dolu kitab yazmakdan ve nankörlüğün kör kuyusuna düşmekden bile, zerre kadar hayâ etmediler ve geri durmadılar!.
Kendilerindeki ucûb ve nefs azmasını firenlemek yerine, sık sık ve bilmedikleri şer’î mevzularda atıb tutarak ve câhil cesaretiyle, feci’ kazalara, çam devirmelere, maskaralıklara, rezilliklere ve yahudi gibi tahriflere düşdüler…
DEMPUTRASİYE VE PARTİ LİDERLERİNE “KUTSALLIK” VE ŞİRİNLİK MUSKALARI TAKDILAR!
2)“Demokrasiye geçinceye kadar İslâmiyet konuşulmuyordu!” diyecek kadar demputrasiye tarafdarlık ve minnetdarlık IZHÂR ETDİLER.
Evet, nemrûdî bir yasaklar kasırgası esiyordu. 27 Senelik o, mel’ûn, meş’um ve menhûs devirde, İslâm’ın esaslarını bilen gene de pek çok müslüman vardı. Ancak 1950’den sonra, bu CEHAP Moğol vahşetine karşı tavır alan zavallı müslümanlar, bugüne kadar, tatlı su frenklerinin dehşetli ve hâin ALDATMASI ile içleri boşaltılarak, mukavva kaplanlara veya kafesde kekliklere çevrildiler…
Ölümü göstererek müslümanları sıtmaya değil, zombiliğe RÂZI etdiler… Artık bugün, onlar öyle bir ehlîleştirildiler ki, boyunlarında görülmez bir zincir, Avrupalı Beyaz adamın hatt-ı üstüvâdaki (ekvatordaki) siyah garibanları gütmesi gibi güdülen mahlûklar seviyesine indirildiler… Gizli ve sinsi “küresel” demputrasi kumarbazları ile onların kuyrukları, bu işleri alıştıra alıştıra hipnozlıyarak yürütür oldu…
Beyinleri ileri derecede uyuşturulmuş, düzen tezgâhlarından süzülmüş ve diplomalı-nice müctehid (!) “aydın ve günaydın” sürüleri, şimdi cellâdına aşk şarkıları söylemeyi, müstemlekeci ve ateist demputrasiyi yaşatmak içün mukaddes vazîfe bilir oldular!.
Heriflerin piç mantığı da mücerred, tâğûtî sistemi yaşatmak içün: “Şuna oy vermezsen bunun zıdd-ı kâmiline oy vermiş ve binnetîce münâfık veya kâfir olmuş olursun; bu ehven şerr, şu eşedd şerr; benim dediğime oy vermezsen küfre oy vermiş olursun…” iblislikleri ve kataküllileri içün çalışmakda…
Ehven olanla eşedd olanı, hayır ve şerri, oy verib bilmem kime ve kimin sistemine bey’at edib etmemeyi, hüsün ve kubhu, demek ki bu şirretlerin ta’yin etmesi ve hem de tam isâbetle tesbît etmeleri içün, kendilerine ilâhî bir hüccet ile salâhiyyet verilmektedir!…
Îmân ve İslâm’ın bu derece mıncıklanıb ayağa düşürüldüğü bir devir insanlık târihinde görülmemişdir.
Hiçbir şirk ve küfre zerre kadar bulaşmak istemiyen, beşerî sistemlerin köpeği olarak ve çanak yalıyarak yaşamayı ve binbir çeşit küffâr ile aynı seviyeye inerek onlarla müşterek bir sisteme sâhib olmayı îmân, İslâm, şeref ve haysiyetine asla yakıştıramıyan müslümanların bu kadar aşağılandığı bir (îmân ve fikir fuhşu DEVRİNE), cihanda rastlanmamışdır…
Lâ’netli rahatları ile ences düzenlerinin bozulmaması içün, şer’î usûllere tâbi’ olarak yaşamayı reddeden, nefislerinin istediği rahat ve şehevâtı idâme etdirmek içün mevcud beşeri ve tâğûtî sistemlerin ipkâ ve idâmesini, İslâm’ın bir EMRİ gibi gösterib Müslümanlara tasallut ve tecâvüzden îmân ve vicdanları titremiyen bu alçak ve şerefsiz mütegallibeler, elbetdeki Müntakîm ve Kahhâr-ı Zülcelâl olan Allâh Azze ve Celle’ye havâle edilmiş olub, Kıyâmet’e kadar da edileceklerdir…
(Mâba’di var)