.
Bizim nesil ve bizden sonrakiler 31 Mart vak’asını bilmezler. Kulaklardan, gözlerden, her nisanın 13′ lerinde bir 31 Mart yaygarası girer durur. Bu 31 Mart vak’ası, devşirmelerimizle dîn düşmanlarımızın kalem ve hançerelerinde, istismâr edilen bir silâh hâline getirilmişdir. Adı geçen vak’a, Rûmî takvime göre 31 Mart 1325’de cereyân eder. Buna tekâbül eden milâdî takvim ise 13 Nisan 1909’dur. Demek ki hâdise, bundan 64 sene evvel ve başda devlet reisi olarak Cennetmekân II nci Abdülhamîd Hân’ın bulunduğu bir zamanda zuhûr etmişdir. Devrimci, ilerici, inkılâpçı v.s. geçinen gayr-i millî cenâh, düzme Menemen dramında da olduğu gibi devrim irticâına komisyon sızdırma hesabları içinde bulunduğundandır ki, bu 31 Marta da pek şergildir. Bugünlerde gazetelerine, radyolarına, televizyonlarına, konferans salonlarına bakacak olursanız, 31 Mart için uydurulan yalan ve martavalların üzerine mal bulmuş mağribî gibi atladıklarını görürsünüz! Fakat Allâh’a şükrederiz ki, artık Müslüman cebhe de, hakikatleri yazıp konuşma imkânlarına kısmen de olsa sâhib bulunuyor. Bir zamanların ceberutlarını, bugün mandacı birer asker kaçağı ve samanlık firarisi olarak vesîkalayabiliyoruz… Ve bunun gibi daha nice iplikler çarşı-pazarda SEBİL’dir!
Cümle devrim mürtecîleri gibi ba’zı ikinci ve kinci pîr-i fâniler, bu yıl da her seneki klişe nakarâta gene devâm edebilirler: «31 Mart vak’ası, Osmanlı târihindeki en büyük irtica’ vak’asıdır, II nci Abdülhamîd’in meşrûtiyeti kaldırmak için desteklediği sağ zorbaların bir eseridir.» diyebilirler… Artık bugün, 31 Mart sahne eserinden komisyon sızdırma peşindeki devrim mürtecîlerinin bir çoğu bile, vesikalar karşısındaki ba’zı hakikatleri hâlâ daha gizlemenin imkânsızlaşdığını görmekte ve bunları i’tiraf mecbûriyetinde kalmaktadırlar. Bu cümleden olarak Cennetmekân Abdülhamîd Hân’ın 31 Mart’la uzakdan ve yakından hiçbir alâkası olmadığını yazabilmekde; hattâ Volkan Gazetesi sâhibi Vahdetî’nin bir İngiliz ajanı olduğunu ve 31 Mart senaryosunun İngilizler tarafından sahnelenen müretteb bir hâdise olduğunu televizyonlarda bile söyliyebilmektedirler. Ba’zı İKİNCİ ve kinci pîr-i fânî ŞEFLER ve benzerleri gibi suçluluk marazı altında olup da temize çıkmak için son asır târihimizi yalan ve tahrif kumkumasıyla alt üst edenler, o klişe nakarâta bundan sonra istedikleri kadar devâm edebilirler! Çünki artık, nasıl olsa olanca iblisliklerinin meydanlarda teşhir edileceği bir güne doğru ilerlenmektedir. Hâdiselerin gidişi ve târihin akışı bu istikâmettedir…
«Hadiseyi tertîb edenler, fâcianın sırlarını o kadar gizli tutmuşlardır ki, hâdisenin içinde bulunanlar bile hakîki sebeblerini görememişlerdir. Bu yüzden tahrikçiler bile nisyâna karışmakda olan 31 Mart vak’ası hakkında kat’î hükümlerini verememişler; faciayı tertibleyenler, hâdisenin içinde yaşayanların pek çoğunu öldürmüş veya asmışlardır.»
Mustafa Turan Bey bundan sonra: 31 Mart’ın siyâsî kökünün bir hayli derinlerde olduğunu; Bazel’de toplanan dünyâ Siyonist kongresinde yehûdîlerin Filistin’e yerleşme kararı aldıklarını; bunun tahakkuku için meşhur Siyonist Teodor Herzl ve hahambaşı Moşe Levi’nin II nci Abdülhamîd Hân nezdinde rüşvet teklifine kadar varan cür’etlerde bulunduklarını; Abdülhamîd Hân’ın ise bu adamları def etdirip yehûdîlerin Filistine yerleşmelerini önlediğini; bu yüzden Siyonist ve masonların Abdülhamîd Hân’a düşman olup bu işin siyâsî entrikalarla halline karar verdiklerini; Balkanlar, Makedonya ve Rumeli’de bu entrikalar cümlesinden olmak üzere Arnavut, Bulgar ve Sırp çetecilerini tahrik ile Taşnak komitecilerine Yıldız’daki Cuma selâmlığında Hâkâna cehennem makinesi denilen saatli bomba attırdıklarını; bu sûîkastda muvaffak olamıyan siyonist ve masonların bu sefer de Paris’deki jön Türkleri kışkırtdıklarını kaydedip şöyle devâm eder:
«İttihatçıların meclis-i meb’ûsân reisi Mason Ahmed Rızâ ve arkadaşları siyonistlerle kaynaştılar. Hâdiseler ilerledi. İttihâd ve Terakki Cemiyeti kuruldu. Selânik dönmeleri de bu işe katıldılar. Cemiyetin iç bünyesine kadar nüfûz etdiler. İleri gelenlerden ba’zılarını hattâ cemiyetin kurucularından Sadrazam ve Dâhiliye Nâzırı olan Talât Paşayı bile mason yaptılar. Rûmî 10 Temmuz 1324 günü, «Hürriyet, adâlet, müsâvât, uhuvvet» umdeleriyle meşrûtiyet ilân edildi. Osmanlı ekâlliyet câmiası içinde yaşayan ekâlliyetler müsâvât prensibi gereğince, can ciğer bizimle kardaş oluverdiler! Meb’uslar seçildi. Fakat meb’ûsân meclisinde hiçbir zaman Türklerle kaynaşamadılar. İtalyan tâbiiyyetinde olduğu halde Selânik meb’usu olan Emanuel Karasso, Türk milletinin başına bir kara belâ oldu.»
Mustafa Turan Bey bundan sonra Bulgar, Yehûdî, Ermeni, Rum, v.s. meb’uslar elinde Türk hâkimiyyetinin maskara olduğunu kaydeder ve devamla şöyle yazar:
«10 Temmuz 1324 de memlekete kayıtsız şartsız bir hürriyet rejimi getiren İttihâd ve Terakki Cemiyetine, o günün gençliği canla başla bağlanmış, BEN DE HERKES GİBİ HÜRRİYETİN İLÂNINDAN HÂDİSÂTIN SONUNA KADAR, KELLE KOLTUKDA, TABANCA BELDE FEDAÎLERDEN BİRİ OLMUŞDUM. Ne yazık ki ittihâdçıların hesapsız, çılgın siyâsetleri yüzünden o emekler boşa gitdi.
Plân gereğince memleketde askerî, idârî, ıslâhat ve tensîkât yapılacakdı. Bu iş için bir hayli paraya ihtiyaç vardı. Fırsatı ganimet bilen masonlar cemiyete câzip (!) bir yol gösterdiler: Yıldız’da Abdülhamîd’in elinde senelerin biriktirdiği zengin bir hazîne vardı. Padişah bunu milleti için saklıyordu. Bu hazîne, Ecnebi devletler tarafından pâdişâha hediye edilen kıymetli mücevherât ve sâire ile 33 seneden beri ölen sultanlardan kalan bir servetdi.»
Makâle, sonra şöyle devam eder:
«Birçok müzâkerelerden sonra İttihâd ve Terakki Cemiyeti şu karara vardı: Askerî bir isyân neticesi «millet sizi istemiyor!» diye Abdülhamîd tahtdan düşürülecek, bu fırsatdan bilistifâde Yıldız’daki hazîneye el konacakdı. Halim selim bir şahsiyet olan Reşat Efendi de tahta geçirilecekdi.»
«31 Mart faciasının içinde yaşamış, hâdiseden sağ olarak kurtulup bugün yaşamakta olan tek şahidim. Facianın başlangıç şekli ve Taşkışla’da olan kısmı, şimdiye kadar hiçbir eserde doğru olarak kaydedilmemişdir.»
«31 Mart vak’asından 10 gün evvel Yıldız’daki Cuma selâmlığından kışlaya döndüğümüzde, her koğuşta sakallı sarıklı hocalar gördük. Sebebini sorduk. Bunların Hassa ordusu kumandanlığı emriyle 10 gün kadar askerlere dîni öğütler vereceklerini söylediler! İşte 31 Mart fâciasının Taşkışla’da ekilen ilk isyân tohumu bu olmuşdu. Bu hocalar (!) hergün muayyen saatlerde kışlaya geldiler. Askerlere dînî öğütler verdiler! 10 gün kadar sonra hocalar (!) görünmez oldular… Bir sabah erkenden toplanma borusu çalındı. Bütün askerler kışlanın avlusunda saf durdular. Nizamiye kapısından birkaç paşa göründü. «Selâm dur!» kumandası verildi. Pâdişâhın marşını çaldık. Askerler: «Padişahım çok yaşa!» diye bağırdılar. Meğer bu paşalar, sahte üniforma giymiş İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen şahsiyetleri olup, içlerinde tanıdığım Midhat Şükrü Bey de vardı. Paşalardan biri padişahın fermanını okuyacağını, can kulağı ile dinlemelerini askerlere söyledi.»
«Bu fermanda hulâsaten deniliyordu ki: (Balkan ufuklarında kara bulutlar dolaşıyor. Siz evlâtlarım bu yurdun muhâfızlarısınız. Düşmanla çarpışırken yeni bir başlık giyeceksiniz. Şeyh’ül-İslâm’dan fetvâsını da aldım. Bunda dînî bir nıahzûr yokdur. Ben irâde ediyorum.”
“Paşa (!) bir paketden başlığı çıkardı. Bu başlık enveriye biçiminde önü siperli bir başlıkdı. Paşa, başındaki fes yerine yeni başlığı giydi. Askerler paşaların önünden geçtiler ve paşalar gitdiler. Meğer ittihâdçıların fedaîlerinden 10 kişi kadar çavuş, başçavuş kılığında kışlaya girmişler. Bunlar tanıdığım fedaî arkadaşlardı. Bunlardan ittihâdçı fedâîlerinden Çerkez Nâzım ve Çerkez Ahmed, başçavuş kılığında idiler.
Bu zevât arasında hatib Ömer Nâci de vardı. On günden beri hocaların (!) dînî öğütlerine (!) karşı o günün askerine şapka giydirmek için okunan sahte fermandan sonra paşalar gitdiler! Kışlaya sokulan tahrikçiler, Ömer Nâci ve arkadaşları, kışla avlusunda toplanmış olan askerlere:
“Hey, asker kardeşler! Ne duruyorsunuz? Bizleri anamız – babamız Müslüman olarak bu vatan için doğurdu. Dîn uğruna askerlik yapmak için gönderdi. Ecdâdımız bu uğurda canlarını – kanlarını verdiler. Bunlar hürriyet yapdık diye şapka giydirip bizleri gâvur yapacaklar. Ne duruyorsunuz? Müslümanlık elden gidiyor. Meb’ûsân meclisine gidip derdimizi anlatalım…” diye askeri ayaklandırdılar. Hâdiseyi önlemek istiyen zâbitleri sille tokat bir koğuşa doldurdular. Önde 7 nci alayın bandosu, arkamızda 3 ncü ve 4 ncü avcı taburları, Hassa ordusuna mensub bizim 7 nci ve 8 nci piyâde alaylarının taburları, Beyoğlu Topçu Kışlası askerleriyle Sultanahmed Meydanına gitdik.”
“Havaya atılan silâhlar halkı ayaklandırdı. Kalabalık bir çığ gibi büyüdü ve karışık bir insan mahşeri hâlini aldı. Avcı taburu başçavuşu Arnavut Hamdi, bir aslan kesildi. 31 Mart Salı günü Ayasofya meydanını onbinlerce halk kaplamışdı. Âsi askerlerle meclis-i meb’ûsânı sardılar.»
Görülüyor ki 31 Mart vak’ası, İslâm-Türk Devletini yıkmak için hazırlanan dört başı ma’mûr bir tertîbdir… Bundan sonra Mustafa Turan Bey: O günki kargaşalıkda ba’zı meb’usların, paşaların, subayların vurulduğunu; ba’zı matbaaların tahrîp edildiğini; mahpusların salıverildiğini; isyânı bastırmak üzere hâdiseden 11 gün sonra yâni (Rûmî 11 Nisanda) İstanbul’da olacak şekilde hazırlık yapan Hareket ordusunun Selânik’den yola çıkdığını; 31 Mart’dan 10 gün sonra yâni (Rûmî 10 Nisanda) Yıldız’da Cuma merâsiminin yapılamadığını; bu merâsim için gelen zâbitlerin bu meyanda kendisinin pâdişâhın huzûruna çıkarıldıklarını ve Büyük Hân’ın kendilerine şöyle hitâbetdiğini kaydeder:
«— Asker evlâtlarıma selâm ve irâdemi tebliğ ediniz. Üçüncü ordudan gelen Hareket ordusu da Türk askerleridir. Sultanahmed’de olduğu gibi zinhar silâh v.s. isti’mâl etmesinler. (Yanındaki paşaları îmâ ederek de) Bu hususda kumandanlarınıza da emir verdim. Teşvîkâta kapılmasınlar. ŞAPKA MES’ELESİ HAKKINDA BENİM BİR FERMANIM YOKDUR. İnanmasınlar. Kışlalarında sâkin olsunlar…»
«İstanbul’a giren Hareket Ordusu SIRB, BULGAR, RUM çeteleriyle karışık yarı başı bozuk bir ordu idi. Mustafa Kemâl gibi pek çok zâbitân da vardı. Fakat son derece iyi talim ve terbiye görmüş Yıldız çevresinde Arnavut, Arap, Zuhaf alaylarıyla İstanbul kışlaları Pâdişâha sâdık Hassa ordusu ile doluydu. Pâdişâh, aleyhine tertiplenen bütün vak’ayı bildiği hâlde kan dökülmesine mâni’ olmak için maiyet askerlerine sükûnet emretdi ve kendi mukadderâtına râzı oldu.»
«Hareket ordusuyla İstanbul’a giren SANDANSKİ (ki bu adam Bulgar İstiklâl Partisi reisidir), Sırp, Bulgar, Rum çeteleri, Taşkışlaya hücum etdiler. Teslim olan askerleri öldürdüler. Fırsatdan istifâde yağmacılığa koyuldular. Yıldız Sarayı’nı soydular. Gizli hazînenin yerini bulamadılar. Baş musâhib Cevher ağayı zorladılar. Sadâkat gösterip hazînenin yerini göstermediğinden darağacına astılar. İkinci musâhib Nâdir Ağayı zorladılar. Yapılan işkencelere dayanamadığından bahçede havuzun altındaki gizli mahzeni gösterdi ve asılmakdan kurtuldu. Musâhib Nâdir Ağa, Göztepe’de komşumdur. Bu hâdiseyi bizzat kendisinden şöyle dinledim:
(Şafakla başlıyan çarpışma ikindiye kadar devam etdi. İsmail Hakkı Bey bir aralık beni çağırdı ve beyaz bir çarşafı teslim bayrağı olarak çektirdi. Bir kâğıt yazıp elçiyle gönderdi. Ortalık yatışdı. SIRB, BULGAR ve RUM çetecilerle Hareket Ordusu askerleri kışlayı teslim aldılar. Teslim olan askerlere: «Evlâtlarım! silâh atmayın. Onlar da (Hareket Ordusu askerleri de) Türk askerleridir. Askerlikde emre itaat vâcibdir. Pâdişâhın dünki irâdesini unutdunuz mu?» diye yalvaran zavallı kumandan İsmail Hakkı Bey’i «askerleri siz teşvik etdiniz!» diye gösteriş için üç arkadaşıyla kışla avlusunda kurşuna dizdiler. Kışlada sağ kalan askerleri süngüleyip öldürdüler. O gün Sırb, Arap mezarlığında kazdıkları geniş çukurlara bu teslim olan askerlerin cesedlerini istif hâlinde gömdüler. Vatanına hizmet için evlâtlarını askere gönderen anne ve babalar onların yollarını boş yere beklediler…)
Mustafa Turan Bey ise şöyle devâm eder:
«Ertesi gün (Rûmî 25 Nisan) örfî idâre ilân edildi. Öldürülen askerlerin cesedlerinin çöp arabaları ile taşındığını halkın görmemesi için akşam ezânından sonra dışarı çıkmak yasak edildi. Kışla içinde sağ kalabilenler, Bekir Ağa bölüğünde hapsedildiler. Bu meyanda biz de dîvân-ı harbe çıkarıldık. Bizim muzika bölüğünden 4 kişi idik. Arkadaşlarım Yüzbaşı Hikmet, mülâzım Arif ve Susurluklu Halit. Divân-ı Harbin, maznunlara bir tek sual sorduğunu öğrenmişdik. O da: «31 Mart günü Sultanahmed’e gitdin mi?» idi… «Gitdim!» diyen ölüme gidiyor; «gitmedim» diyen kurtuluyordu. Bizler: «Gitdik, ama muzikacıyız, silâhsız askerleriz.» dedik. Divân-ı Harb reisi bağırarak:
«— İ’tirâz yok. Karar verildi. Rütbe ve nişanlarının ref’ine, 6 şar ay hidemât-ı şakkada (meşakkatli hizmetlerde) istihdamlarına ve kıtaât-ı bâideye (uzak kıtalara) sevklerine…»
Mustafa Turan Bey bundan sonra süngülü muhâfızlar nezdinde Manastır hapishanesine götürüldüklerini; bir ay sonra da taş kırmak üzere muhtelif yerlerde 1,5 sene sürgün gezdirildiklerini; ittihâdçıların fedâîlerinden oldukları halde kendilerinin bile fedâ edilmekden çekinilmediğini anlatıyor ve devâmla şöyle yazıyor:
«Kim ne derse desin fâcianın başından nihâyetine kadar içinde yaşadığım için olup bitenleri gözlerimle gördüm. Bugün hâdisâtın canlı şahidiyim. İttihâd ve Terakki Cemiyeti başından sonuna facialarla doludur.»
Hareket ordusuymuş!
Bu kalabalığın içinde temiz Türk çocuklarının da bulunduğuna elbetde inanırız. Ama bu kalabalığı ordu değil de kozmopolit bir gürûh yapan içindeki Bulgar İstiklâl Partisi reisi Sandanski’nin, Rum’un, Sırp’ın, Hırvat’ın, haydudun varlığına ne diyeceğiz? Bu bir çapul gürûhu değil de bir TÜRK ORDUSU idiyse, teslim oldukları halde binlerce TÜRK askerini süngüleyip çöp arabalarıyla Agop Sırp mezarlığına taşımalar ve oradaki çukurlara istif etmeler ne oluyordu? Koskoca devletin merkezi olan Yıldız Sarayı’nın yağması mı çapul değil? Hareket Ordusu oluş, Bulgar, Rum, Sırp ve bilmem ne eşkiyalarına TÜRK sarayı yağmalatmak mıdır? Ve bu Hareket Ordusu aslanları (!) ortadan toz olduğu zaman, Edirne müdâfaasını o çapulcuların süngüsünden kurtulan MÜSLÜMAN OĞUZ SOYUNUN HASSA ORDUSUNDAKİ SÖĞÜTLÜ bir avuç askeri yapmadı mı? Bunlar inkâr edilemez. Çünki Edirne müdâfaasının erkân-ı harb kumandanı Cevat Sâlim Paşa da henüz sağdır ve Kartal Maltepe’sinde mukîmdir…
31 Mart, ittihâdçı hâinlerin oynadığı bir dramdır. Türk’e değil, Yehûdî başta olmak üzere, Bulgar’a, Rum’a, Ermeni’ye, mütegallibeye, soysuza, hayduda, soyguncuya, Sırplıya ve Hırvat’a hoşça vakit geçirten bir dram!. 31 Mart, «Sen misin şevketlû hünkâr biz dünyânın baş belâsı yehûdîye Filistin’i satmıyan, biz onu da alır, devletini ve milletini de başına geçiririz!» deyişdir… 31 Mart’ın bu hakikati, Müslüman soyunun çocuklarına ezberletilmelidir. 31 Mart’ın bu iç yüzünü iyi bilmiyenler, Tanzîmat’dan bu yana çevrilen fırıldakları da iyi anlıyamazlar. Bu milletin su katılmadık öz evlâtlarını sindirmek için, 31 Martları, Menemenleri ve daha bilmem nicelerini ikide bir hançeresine ve kalemine dolayanları iyi bellemek de, gene bu 31 Mart’ın iç yüzünü iyi bilmekle mümkin…
31 Mart, MÜSLÜMAN SOYUNUN DEVLETİNİ YIKMAK için siyonist, ve mason uşağı ittihâdçı devşirme ve mütegallibelerin, hem de Bulgar, Rum, Sırp, Hırvat v.s. çetecileri ile berâber yürütdüğü aşağılık tertiblerin en başaşağısıdır…
(İntişârı: Türkçesi, Birinci Devre, 15.4.1973)
[ Muhteşem Şerîat ve Fikrî Mes’eleler, Ahmed Selâmî, Tab’ı İstanbul 1976, sh. 91-100 ]