Fil yılında ve şuhur-ı Rûmiyyeden [Rûmî aylardan] Nisan içinde, Rebiu’l-evvel ayının onikinci pazartesi gecesi, sabaha doğru henüz tan yeri ağardığı vakit, âlem bir başka âlem oldu. Yani Hâtemü’l-enbiya Muhammed Mustafa Sallâllahü aleyhi ve sellem hazretleri doğdu ve gün doğmadan âlem nûr ile doldu.
Abdullah’tan Âmine’nin alnına geçmiş olan nûr-ı melâhat, onun alnına geçti. Devr-i Âdem’den beri evlâttan evlâda intikal edegelen nûr-ı hâtemiyyet, şimdi sahibini buldu ve artık onda karar kıldı.
Ferdâsı Pazartesi günü sabahleyin hep putlar, yüzü üstüne düşmüş bulundu, görenler hayrette kaldı.
Âmine’den mervîdir [rivâyet olunmuştur]. Dermiş ki:
“-Ben, sair hâtûnlar gibi gebelik zahmeti çekmedim, gebelere ârız olan ağırlıkları görmedim. Fakat gece rüyamda gördüm. Bir kimse gelip: Yâ Âmine! Muhakkak bilmelisin ki, sen hayru’l-âlemin ile hâmilesin. Doğduğu vakit adını Muhammed koyasın, dedi. Fakat velâdet eriştikte kulağıma bir büyük ses geldi, ürktüm. Hemen bir ak kuş geldi, kanadiyle arkamı sığadı. Benden korkma ve ürkme halleri geçti. Bir yanıma baktım: Bir beyaz kâse ile şerbet sundular. Alıp içtiğim gibi her tarafımı nûr kapladı. O anda Muhammed (S.A.) dünyaya geldi. Etrafıma baktım, gördüm ki: Abdimenaf kızlarına benzer, fakat gâyet uzun boylu bir çok kızlar, beni tavaf ediyorlar. Taaccüb [hayret] ettim, “yâ Rabbi! Bunlar kimler ola?” dedim.”
Vakt-i velâdet-i Muhammediye’de Âmine’nin gözünden perde kaldırılıp o veçhile hûr-i cinanı [Cennet hûrilerini] ve melâike-i kiramı görmüş ve daha nice hârikulâde haller temaşa eylemiş olduğu mervidir.
Aşere-i Mübeşşere’den [Dünyada iken cennetle müjdelenmiş on kişi] Abdurrahman ibni Avf hazretlerinin vâlidesi Şifa Hâtûn o gece Âmine’nin yanında bulunmuş ve onun gözüne dahi vakt-i velâdet-i Muhammediyye’de maşrıktan mağribe dek bütün dünya nûr ile dolmak gibi nice hârikulâde şeyler görünmüş olduğunu oğlu Abdurrahman’a söylemiş, o dahi şâirlere hikâye eylemiştir.
O gece Abdü’l-Muttalib Mescid-i Haram’da Cenab-ı Hak’ka teveccüh ve münâcat üzere iken:
“-Müjde, Yâ Abde’l-Muttalib! Şimdi Âmine’den bir çocuk doğdu. Vücudu âleme rahmettir.”
Diye hâtiften bir ses işitmiş ve hemen Âmine’nin yanına gitmiş, orada dahi nice hârikulâde şeyler temaşa etmiştir.
Hâtemü’l-enbiya Hazretleri, sünnetli ve göbeği kesilmiş olduğu halde doğmuştu. Arkasında iki küreği arasında tâ kalbinin hizasında bir nişanesi vardı ki, ona “Hâtem-i Nübüvvet” ve “Mühr-i Nübüvvet” denilir.
Hazret-i Âyişe’den mervidir. Demiş ki:
“-Mekke’de bir yahudi vardı. Velâdet-i Muhammediyye gecesinin ferdâsı, mecmaı Kureyş’e gelip:
“-Bu gece aranızda bir oğlan doğdu mu?”
Diye sormuş.
“-Evet, Abdullah ibni Abdü’l-Muttalib’in bir oğlu oldu.”
Demişler.
“-İşte Hâtemü’l-Enbiya odur ve arkasında alâmeti vardır!”
Diye haber vermiş. Varmışlar, o hazreti görmüşler. Yahudi, onun şekil ve şemailine bakıp arkasındaki Hâtem-i Nübüvveti görünce aklı başından gitmiş ve:
“-Nübüvvet artık Beni İsrail’den gitti. Bundan sonra başka peygamber gelmek ümidi bitti, Kureyş’e bir mertebe devlet ve satvet elverecek ki, haberi maşrıktan mağribe dek erecek.”
Demiş.”
Enbiya-i Beni İsrail, Hatemü’l-Enbiya hazretlerini kâh Muhammed ve kâh Ahmed diye zikr eylemiş ve alâmetlerini söylemiş olduklarını ve ulûm-ı gaybiyye [gizli ilimler] eshabı dahi birer sûretle istihraç [çıkartmak] ettiklerinden o vakit yahudi kâhinleri arasında Hâtemü’l-Enbiya hazretlerine dâir çok sözler söylenir ve teşrifine intizar olunurdu. Binaenaleyh tarih-i velâdetini dahi bu veçhile keşf ve tâyin etmişlerdi.
Hassan bini Sabit’ten mervidir. Demiş ki:
“-Ben sekiz yaşında idim, bilirim ki, bir gün sabahleyin Medine’de bir yahudi, diğer yahudilere haykırıp:
“-Bu gece Ahmed’in yıldızı doğdu, dedi. Sonra hesab ettim. Mevlid-i Muhammedi gecesine muvafık düştü.”
Abdü’l-Muttalib, o misillû hayırlı alâmetleri görüp fevkalâde memnun oldu ve:
“-Bu oğlumun şanı pek büyük olacak”,
Dedi. Kendisine Allah tarafından öyle bir saadetli oğul ihsan buyurulduğuna dâir bir güzel kaside söyledi ve bir büyük ziyafet yapıp Kureyş kavmini davet eyledi. Geldiler, yediler, içtiler:
“-bu ziyafete sebeb olan çocuğa ne ad koydun”,
Diye sordular.
Abdü’l-Muttalib:
“-Muhammed!”
Diye cevap verdi. Onlar dahi:
“-Böyle, ecdadında olmayan adı koymaktan maksadın nedir?”
Dediler.
“-Maksadım ve temenni ettiğim bu ki: Onu gökte Hak ve yerde halk pek çok medh u senâ eyliye”
dedi.
Hâtemü’l-Enbiya hazretlerinin pek çok isimleri vardır. En meşhurları Muhammed ve Ahmed’dir. Muhammed, arapça pek çok hamd ü senâ olunmuş olan zât demektir.
Mahmud, Mustafa, Sahibü’l-beyan, Sahibü’l-hâtem, Sahibü’l-makâmü’l-Mahmûd, Sahibü’l-Kadîb, Sahibü’l-Hirâve dahi Hatemü’l-Enbiya Hazretlerinin elkab-ı celilelerindendir.
Vakt-i Velâdetiİ Muhammediyye’de Zuhura Gelen Hârikulâde Hallerden Birazı Dahi Bunlardır Ki, Zikrolunur :
Velâdet-i Muhammediyye’de eyvan-ı Kisra sarsıldı. On dört şehnişîni [dairesi] yıkıldı ve Fâris vilâyetinde îstahr-âbâd nam beldede ateşperestlerin bin seneden beri yanmakta olan âteş-gedeleri sönüverdi, ve Sâve gölü yere batıp nâbedid [görünmez] oldu ve Semâve vadisinde bil’akis sular taştı ve Mûbedân ki, Fâris’in Kâdi’l-kuzat’ı [Başkadısı] demektir, o gece o dahi rüyasında görmüş ki: Bir alay sert ve serkeş develer, bir bölük arap atlarını yederek Dicle nehrini geçip Bilâd-ı Fâris içine dağılmışlar.
O vakit Âl-i Sâsân’dan şah-ı Acem olan Nûşirevan o veçhile eyvân [saray] sarsılıp da şehnişinlerin yıkılmasından mustarip olarak kurenâsıyla bu meseleyi söyleşirken, îstahr-âbâd’dan âteşgede’nin söndüğü haberi geldi. Yine bu sırada Sâve gölünün battığı ve Semâve’de suların taştığı işitildi. Hesab ettiler, hep Şehnişinlerin yıkıldığı vakte müsadif oldu [rastladı].
Bunun üzerine Nûşirevan, telâş edip hemen Mûbedân’ı celb ile bu vak’aları dermeyan eyledi. O dahi o gece görmüş olduğu rüyayı söyledi.
Nûşirevan, daha ziyade telâş ve endişeye düşüp:
“-Acaba bu alâmetler ne ola?”
Diye Mûbedan’dan sordu. Mûbedan, ne olacağını biliyordu. Hemen:
“-Arabistanda bir emr-i azîm [büyük bir hâdise] zuhûra gelmek gerektir”
diye cevap verdi.
Derhâl Nûşirevan, Mülûk-i Araptan o vakit kendisine tâbi olan Nu’mân İbni Münzir’e ferman gönderip:
“-Bana bir bilgiç adam gönder”,
diye emretmekle Nu’man dahi Abdü’l-Mesih nam fâdıl-ı benâm’ı gönderdi.
Abdü’l-Mesîh hemen payıtaht-ı Kisrâ olan şehr-i Medâyin’e vardı ve Nûşirevan’ın huzuruna girdi.
Nûşirevan, vukûatı söyleyip:
“-Bu alâmetler ne mânaya delâlet eyler?”
Diye sordu. Abdü’l-Mesih dahi:
“-Benim Şam diyarında sâkin Satîh nam bir dayım vardır. Bunların mânasını ancak o, verebilir”,
Diye cevap verdi.
Onun üzerine Nûşirevan:
“-Haydi çabuk Satîh’in yanına var. Ondan sor, bana cevabını getir”,
Diye emretti. Abdülmesîh dahi hemen Medâyinden çıkıp diyar-ı Şam’a gitti.
O vakit Araplar içinde kâhin ve arrâfe denir bir takım bilgiç adamlar vardı ki, esrar-ı ilâhiyyeden bahsederler ve gelecek şeyleri haber verirlerdi. En meşhurları işte bu Satîh kâhin dedikleri zat idi ki, fevkal’âde yaşlı bir adam olup, hattâ Nizar’ın vefatında mirasını oğlu Mudar ile diğer oğulları beyninde taksim eden o idi derler. Aslı Yemenden olup, ancak Şam tarafında bir savmaa’da [manastırda] yerleşip kalmış idi. Halbuki bedeninde kemik yok, şekil ve kıyafetçe misli nâ-mesbûk [misli geçmeyen], daima arkası üstüne yatar ve bir tarafa götürülecek oldukta kendisini döşeme gibi devşirip hayvan üzerine yükletirler imiş. Elhasıl insana benzemez, lisanından başka âzası oynamaz bir şahs-ı acîp olup, fakat gayet fasih ve beliğ sözler söyler ve nice yıllar sonra olacak vukuattan bahseyler imiş.
Biz yine sadede gelelim: Abdülmesîh aşırı mertebe sür’atle Satîh’in olduğu mahalle vardı. Yanına girdi, selâm verdi.
Satîh ise ölüm döşeğine döşenmiş ve gözleri kapanmış olduğundan Abdü’l-Mesîh’in selâmını işitmiyor ve dünya kelâmı kulağına gitmiyordu.
Satîh’in bu hâli Abdü’l-Mesîh’e pek ziyade tesir eyledi ve hemen satîh’in canına tesir edecek sûzişli [dokunaklı] sözleri hâvi bir kasîde söyledi.
Şöyle ki:
“-Acaba Yemen’in ulusu sağır mıdır, yoksa işidiyor mu? Yoksa ölüp gitti de bizleri bütün bütün me’yus etti mi? Ey şeyh-i fâdıl ve hallâl-ı müşkil: Bir büyük ve muhterem cemaatın şeyhi olan hemşirezâden, Şah-ı Acem tarafından gönderilmiş olmasıyla dağ ve düz, gece ve gündüz demeyip ve yollardaki mehâlik ve muhataratı [tehlikeleri] kaydetmeyip fevkalâde sür’atle sana geldi. Cümle bilgiçlerin âciz kaldığı umûr-ı azîme’yi senden sorup öğrenmek ister.”
Dedi.
Bunun üzerine Satîh gözlerini açtı ve dedi ki:
“-Abdülmesih, sür’at ile Satîh’a geldi. Satîh ise kabre girmek üzeredir. Seni Melik-i Sasân gönderdi. Sarayının sarsılması ve ateşgedenin sönmesi neye delâlet eylediğini soruyor, bir de Mûbedân’ın gördüğü rüyânın tabirini istiyor ki, rüyasında bir alay serkeş develer bir bölük Arap atlarını yederek Dicle’yi geçip memleketine dağıldığını görmüştü.
Ey Abdü’l-Mesîh! O dem ki, tilâvet çoğala ve Sahib-i Hirâve zahir ola ve Nâr-ı Fâris söne ve Semâve vâdisi taşa ve Sâve gölü bata, Şam artık Satîh için Şam değildir. Beni Sâsândan yıkılan şehnişinlerin adedince on dört melik ve melike gelir ve artık olacak olur.”
Dedi ve hemen vefat etti.
Abdü’l-Mesîh, Medâyin’e avdet eyledi ve Satih’ten işittiği sözleri Nûşirevan’a söyledi. Nûşirevan ise kendisinin zaman-ı Saltanatında bir fenalık zuhurundan havf ve endişe etmekte idüğüne mebni bu haberden müteselli ve memnun oldu ve:
“-Bizim neslimizden on dört hükümdar gelip gidinceye dek neler olur.”
dedi.
Vakı’a on dört hükümdarın âdet üzre asrı saltanatları gelip geçinceye dek nice karnlar (asırlar) gelip geçmek lâzım gelir. Halbuki Nûşirevan’dan sonra bir aralık devlet-i Sâsâniye’nin hali muhtel olarak yalnız dört sene zarfında âl-i Sâsân’dan on hükümdar gelip gitmiştir ve Sâsâ- niler’in müddeti zannolunduğu kadar uzamayıp az vakit zarfında memleketleri Ehl-i îslâm eline geçmiş ve Nûşirevan’dan sonra on dördüncü melik olan Yezdücürd, Hazret-i Osman’ın hilâfetinde telef olarak onunla devlet-i Sâsâniyye münkariz olup bitmiştir.
[ Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ Ve Tevârih-i Hulefâ, tab’ı: 1966, cild:1, sh:51-55 ]
(İntişârı: 03.02.2012)