(3) Şevket Eygi İctihâdı İle, “Laik Dembo-Kratik” Devlet Bütçesi (Havuzu veya birikintileri), Oldu Beytülmâl-i Müslimîn!
22 Aralık 2012
Müteferrik
2 Şubat 2013

Beytülmâl, tecezzî kabûlü muhal olan mutlak dîn İslâmiyyet’in, vahy keyfiyetini aksetdiren ve mücerred o dîne âid bir hazîne... Beytülmâl’in gelir ve

ŞEVKET EYGİ İCTİHÂDI İLE, “LAİK DEMBO-KRATİK” DEVLET BÜTÇESİ (HAVUZU veya birikintileri), OLDU BEYTÜLMÂL-İ MÜSLİMÎN

(4) 

Mehemmed SAFFET

 

Beytülmâl, tecezzî kabûlü muhal olan mutlak dîn İslâmiyyet’in, vahy keyfiyetini aksetdiren ve mücerred o dîne âid bir hazîne… Beytülmâl’in gelir ve giderlerini, mahlûk olan ikiayaklıların aklı değil; noksan sıfatlardan münezzeh olan HÂLIK’ın kânunları (irâdesi) yani Şerîat ta’yîn ve tesbît etmişdir… Beytülmâl, vahy bütünü içinde bir cüz’… Vahyi yok sayarak her türlü hezeyân ve gaseyâna açık, “insan aklını” onun yerine koyan ve bunu sistemleştiren parlömanterizma, en mükemmel kânun ve rejimini, ancak insan zaaf ve acziyetine denk olarak ortaya koyabilir; ve Allahsızlığı da, ona, bu çürüklüğünü aslâ göstermez… Böylece de fâsid bir dâirenin içine girerek “tanrım, benim aklımdır!” putperestliğine saplanır kalır… Böyle olunca da, onun iktisâd sistemi, artık ALLÂH adına değil, ne kadarsa o kadar, tanrıları (putları) adına işler; ve sâdece buna bağlı bir keyfiyetden ibâret varlık belirtir…

En’am Sûre-i Celîlesi’nin 136 ve 137. Âyet-i kerîmelerinin tefsirini görmeden, evvelâ meâlini, müfessirimizin satırlarından iktibâs ile devam edelim; ve fevkal’âde ehemmiyetine binâen ve yeri geldiği içün de, bu tefsir hakkında şu aşağıdaki satırlardan sonra bir nebze duralım, tefsir kısmı bunu ta’kîb etsin!…

Evvelâ, topyekûn akıltaparların (cumhuriyetçisinden ateistine, dembokratından ataistine ve masonundan masalistinin gözüne), o iki âyet-i celîlenin meal kısmını,  çivilercesine sokalım:

“- Tutdular Allâh içün onun yaratdıklarından (hars ve en’amdan) bir hisse ayırdılar. Zu’mlarınca, şu dediler Allâh içün; şu da, şeriklerimiz içün… Ammâ şerikleri içün olan, Allâh tarafına geçmez; Allâh içün olana gelince, o, şerikleri tarafına geçer. Ne fenâ HÜKÛMET yapıyorlar… Yine bunun gibi müşriklerden çoğuna evlâdlarını öldürmeyi de, o taptıkları şerikler, iyi bir şey gibi gösterdi. Hem kendilerini ifnâ etmek içün, hem DİNLERİNİ BERBÂD edib şaşırmak içün… Eğer Allâh dilese idi bunu yapmazlardı. O halde bırak onları, UYDURDUKLARI KÂNUNLARLA NE HALLERİ VARSA GÖRSÜNLER…” (c: 3, Sh: 2059)

Müfessir Merhûmun verdiği meal böyle. Zamanımızdaki  “nice Allâhsız mealcilerin uyduruk ve şeytânî meallerinden son derece farklı ve gerçek!”

Evet, “ne fenâ hükûmet yapıyorlar!”

Hele 1908’den beri topyekûn hükümetleri, istisnâsız böyle ve fenâ… Heykel ve put veya tâğût ve hevâ veya bâtıl batı masonizması ve ateizması önünde eğilmeyen, ilâc içün de olsa bir tek hükûmet gösterilemez… O günden beri de, bir avuç ammâ gerçek mü’minler, aynen müfessir merhûmun Kelâm-ı Kadîm’den verdiği misâl mu’cebince, “uydurdukları kânunlarla ne hâlleri varsa görsünler!” deyib, hâinlerin encâmını seyrediyor!. AB’ kabuklularının kânunlarına kadar memlekete doldurdukları o “kânun” denen şeytânî yalan,  dolan ve yalakalık âletleri ile, evet, “ne halleri varsa görsünler!.”

Onun içün zâten, başları belâdan ve felâketlerden, dedikodu ve gebertilmelerden, “böcek” ve Kelâm’ın “ankebût” dediği örümceklerden, “derin devlet!” denen mide-barsak kanserlerinden, baldırı çıplak üçbuçuk komşu gâvurun tecâvüz ve tasallutlarından, âile fâcialarının binbir çeşidinden, ateş, zelzele, sel ve heyelân gibi tabii âfetlerden ve içdeki boğuşma ve parti  denen inatlaşma, tefrika, zıtlaşma, tersleşme, kuyruklaşma, şirretleşme ve iblisleşme tezgâhlarından ve bölünmeyi keskinleştirme hastalıklarından ve benzeri musîbetlerden kurtulmuyor; ve bu gidişle de aslâ kurtulmıyacakdır… Aksi halde Allâh Azze ve Celle (YALAN) söylemiş olur ki, O, bundan mutlak ma’nâda münezzehdir. Öyle ise, onun dediğinin olması sûret-i kat’iyyede tahakkuk edecek, aksi muhâl!

Gelelim, Büyük Müfessirimiz Elmalılı Merhûm hakkında, piyasa, medya ve tv necâsetlerinin yakıştırdığı bir takım isnad ve iftirâların, ne kadar mesnetsiz ve iffetsiz mahlûkların bilmem nerelerinden uydurdukları ve hatta bazen “belge!” diye de takdime cür’et etdikleri iblisliklere:

1)             Göbeği ve tahrifleri, kendisinin çok önünde giden bazı târihçi ucûbe, muharrif, uydurmacı ve şaklabanlarla, onların saray maskarası kılıklı ve dümbüllü ruhlu ve ilâhî cezâ olarak uçkur şâibeleri içinde sürünme tokadı yiyen, bazı  cübbeli yobazların ma’rifetlerine bakalım… O târihçi geçinen şarlatanları kopya çekerek, onlarla hemhâl olalı beri, onların dümen sularında seyre başlıyalı o cübbeli yobazlar öylesine “üzüm üzüme benzeyerek kararır” dedirtdiler ki, kararmanın da ötesinde, mosmor kesilip hayâ ve iffeti, utanmayı v.s.’yi de, ne renklerle boyar oldular!. Bir müteveffâ Paşayı, “müslüman göstermek;” hem de, “tefsir yazdıracak kadar Şerîat dostu ileri müslüman tanıtmak!!!” ; ve böylece, “hamamın nâmûsunu kurtarmak” üzere, “cebinden para verdi ve Elmalılı’ya tefsir yazdırdı!” diye zorlanarak ve kanatarak ıkınmaları, işte bundan!.

2)             Bu ıkınmalara cübbeli-külâhlı bir takım “ham softa kaba yobazları” da (hık deyici, atkıcı ve katkıcı) olarak meddâhîn kıldılar mı, inandırıcılık yüzdesi, boş kafalar nezdinde biraz prim de yapmıyacak değildir doğrusu!. Ancak o cübbeli-külâhlı takımların nasıl gadab-ı ilâhîye ve Hakk sillesine uğrayıb çarpıldıklarını ve itibarlarının da sıfırın altına düşdüğünü, ıslak tavuk gibi sığınacak kümes aradıklarını, tükürdüklerini nasıl yalap şalap yaladıklarını, tam bir senedir nasîbi olan “ülülelbâb!” aynelyakîn ve son derece ibret ve dehşetle görmektedir… Ancak ekrankolik ve hubb-ı câh delisi bu hafif akıllı ve şakşak peşindeki şaklabanlar, aslâ akıllandı sanılmamalı; ve daha büyük ateşlerle oynıyarak bütün mahalleyi kundaklamalarından emîn olunmamalıdır… Köpeğine sâhib olmayanların uğrayacakları zarar, onun boynuna tasmasını zamanında ve yerinde takmayanlara mutlaka erişecek ve kuruların yanında yaşlar da güme gidecekdir… Zarara, bilerek rızâ gösterenlere merhamet edilmeyeceği de, cümlemize ma’lûm bir ışık ve hikmet membaıdır…

3)              Adı geçen târihçi ve dalkavuğu hoca kılıklı maskaraların iddiaları o kadar düzme ve uydurmadır ki, şu iktibâs etdiğimiz tefsîr satırlarından bile, bunu apaçık anlamamak, aslâ mümkin de olamaz… Hele adı gecen eser başdan sona dikkatlice ve anlıyarak okunursa, ateist devlet prensiblerine, “ilke ve ülkü” denen şirk ve nifak ve küfür ideoloji ve felsefelerine sanki dörtbaşı ma’mûr bir REDDİYEDEN ibâretdir…

4)              Böylesine bir eserin, 1934 gibi Allâh’sızlığın evc-i bâlâsında olduğu bir diktatörlük devrinde tab’ edilmesi, zâhirî esbâb nokta-yı nazarından aslâ mümkin de olamazdı! Ancak bu, şeksiz bir inâyet-i rabbânî ve şübhesiz bir kerâmet olarak bugün, aslı (orijinali) ile elimizdedir… Kaşar Nârî gibi soytarıların “biz hâlâ Elmalılı tefsirini aşamadık!” diye televizyonlarda yoldaşlarına yanıp yakınması da boşuna değildir!.

5)              Dikkat edilsin ki, bir takım paratapar ilâhiyatçılar tarafından “sâdeleştirilmişi!” olarak piyasaya sürülen bu tefsîrin çoğu baskıları, müellif merhûmun kemiklerini sızlatacak kadar fâhiş hatalarla doludur… Birtek misâl verib geçecek olursak, müellif merhûmun Kelâm-ı Kadîm’deki “telbis” kelimesi içün kullandığı “bulamak!” mefhûmu, sâdeleştiren hangi mahlûksa, sanki “bulamak” Türkçe değil de yamyamca veya japoncaymış gibi; veya, topyekûn Anadolu köylüsüne kadar herkesin bildiği Türkçe bir kelime değilmiş gibi, “sıvamak” lâfzı ile sıvanmış ve sırıl sıklam da halt edilmişdir!. Sıvamak, bulamak değildir; ve birincisinde sıvanın altı görülmez mücerred sıva görünür!. Bulamada ise, meselâ hem pekmez, hem de tâhin yarı yarıya görünür!. “Hakk’ı bâtılla telbis edince” de, ne yalınız HAKK; ve ne de sâdece bâtıl görünür!.

6)              Ulan Truva atı içindeki işkembe ve barsak hamûleleri! Babanızın malında mı oyun oynuyorsunuz?. Bütün İslâm Âlemine mâl olmuş dehâ çapında; ve laiklikden, liberalizmaya, dembokrasiden parlömanterizmaya kadar topyekûn ikiayaklı felsefelerinin Kur’an karşısındaki butlânını ve zerre kadar bir kıymet ifâde edemiyeceklerini bin noktada isbât eden bir müfessirin eserini, nasıl böyle keyfinize ve hevânıza göre kılıklara sokarsınız? Müellif Merhûm buna rızâ gösterdi de size “ruhsatnâme” mi verdi?. Bunun adı tahrifdir, hem de meşhûr yehûd tahrîfi gibi bir tahrîfdir… Hakk, hukuk, hayâ ve şeref hisleri olmayana neyi nasıl anlatacaksınız?.

7)             “Sâdeleştirme” diye diye, sulandırmayı tabii hâle getirdiler ki, bunun altında da, “harf devrimi” denilerek, 1000 yıllık “elifbâ” yerine, Selânik çetelerinin, yunan “alfabe-ta”sını çakmak yatar! Sâdeleştirme diye âdîce yapılanlar, “aman daha iyi anlaşılsın, maksad anlatmak değil mi, yeni nesil sâdeleştirirsek daha iyi anlar!” gibi züğürt ve ahmak tesellîsinden çok daha ötede, milleti kökden budamanın ikinci devresidir… Bunlara âlet olan zekâsı özürlü ebleh sürülere akıl niyâz ederken; onları kullanan üstdeki hâin loca, hoca ve baca takımlarıyla diyalog ve AB merkezlerine ve onları da oynatan en üst dehliz ve kanallarla illüminâti karargâhlarına da lâ’net!

8)             1924 ila 1936 arasında yazılan böyle buram buram Şerîat müdâfaa ve tahkîminden ibâret SÜNNÎ bir âlimin kaleminden çıkan tefsîrin, yalınız o zamanın değil, topyekûn zamanların aşırı ve azılı “Allâh’sız”lığı içinde ve bizzat en baş “Allâh’sız”lar tarafından yazdırılmasını, aklı başında ve şerefi yanında bir insanın kabûl etmesi, eğer mantıken imkânsız değilse, mutlaka muhaldir!!!.

9)             İslâmiyyet’i ortadan kaldırmanın târih içinde benzeri olmayan en bulamaç ve sivri hamleleri yapılır ve o en büyük düşmanları olan Allâh ve Rasûlü, Kitâb ve “vahy” şiddetle redd ve inkâr edilir; ve o Kitab’a “gökden indirildiği sanılan dogmalar” denir; veya “Araboğlunun yavelerini Türkoğullarına öğretmek içün Kur’anı Türkçeye terceme etdireceğim ve öyle de okutacağım, tâ ki budalalık edib aldanmasınlar!” diyerek O Rasûl ve Kitâb’a en olmadık hakâret ve çullanmalar revâ görülür; veya Kâinâtın Fahri Allâh’ın Habibi O insanlık “vâhid-i kıyâsîsine” “donsuz bedevî” gibi iğrenç iftirâ ve horlamalar zirvelerden höykürülür; O Peygamberler Peygamberi en şerefli ve emîn Allâh Kulu ve Rasûlü, ve onun haber verdiği ALLÂH ve O’nun Kitabı, (hâşâ ve kellâ) en büyük suç unsuru olarak Kâinâtı patlatacak kadar iğrenç aşağılamalara ma’rûz bırakılırken; bir yandan da, Elmalılı gibi taviz tanımaz bir Osmanlı îmân ve ilim allâmesine TEFSİR çapında bir eser yazdırılacak ve sonra da bu, bastırılıp neşredilecek!!!

Böyle cihân çapındaki iğrenç bir TENÂKUZU, akıl ve mantık nâmus ve şerefi taşıyan bir insanın kabûl etmesi, aslâ düşünülemez…

10)         Adı geçen Tefsirin mukaddimesi dünyanın gözü önündedir; ve orada, “falan kesin verdiği para ile bu tefsir yazdırılmış ve basılmışdır!” gibi bir ibâre aslâ olmadığı ve geçmediği gibi, bil’işâre bile böyle bir delâlet, aslâ bahis mevzuu değildir…

11)         Bir kere, onun bunun parasıyla yazılan şeylere sûret-i kat’iyyede “tefsîr!” denemez; ve “müfessirim!” diye ortaya çıkan adamları, o para sâhibleri, paralarıyla satın almış ve kendilerine köle hatta köpek yapmışlar demekdir… Bu kabil adamlara hakîkî Osmanlı terbiyesi almış müslümanlar içinde değil, ancak ve mücerred, cumhuriyet devri yalaka, yalama ve eyyâmcıları içinde rastlanır… Hele bugün, satılık adamların, ofisleri kapısına bir tabela asarak, kendini satan matinatolar gibi fiatlarını alenen ilân etmelerine sıra gelmişken!.

12)         Allâh’dan korkan bir Osmanlı âliminin, hele Merhûm Elmalılı gibilerin, gebertileceklerini bilseler, gene de kendilerini satmayacak nâmus ehli adamlar oldukları, o “darü’l-azab ve dârü’l-harb” bildikleri iğrenç mekânlara ayak basmamak içün, 1924’den itibaren dâr-ı bekâya irtihâllerine kadar 17 sene kendilerini hânelerinde tecrîd etdikleri apaçık ortada bir vâkıadır… Merhûm’un, ondan bundan dilenci gibi para alarak tefsîr yazdığı şeklindeki uydurmalarla böyle bir alçalış içinde gösterilmesi, onun ilim ve ihlâsının, müslümanlar nezdinde “i’tibarsızlaştırılması!” gibi bir iblislikden neş’et etmektedir…

13)         İttihadçı kâtil ve eşkıyâların, “Halîfe-i Müslimîn Cennetmekân’ın” direnmesi veya “hal’ine fetvâ” verilmemesi hâlinde katledileceği planlarını görüp bilmeseydi, Merhûm, o  hâdisede aslâ takrîr vermez (Dikkat: Mücerred , eşkıyâ ve kâtillerin Halife Sultan Hazretlerinin kanına girmelerine mâni’ olmak üzere takrîr vermez); ve bunun mes’ûliyyeti altına girmez; ve mecbûrî maslahat icâbı olarak re’yini o istikâmetde de kullanmazdı… Merhûm  Hamdi Efendi Hazretleri, takrirde bulunmuş, tahrirde bulunmamışdır. Yazdırmış, ammâ yazmamış ve mücerred Şeyhülislâm tarafından yazılması kâide olan hal’ fetvâsını, Şeyhülislâm Hazretlerinin yazdırmaması üzerine, eşkıyalar bunu, O’nun adına  (!) yazdıracak birisini, buna mecbûr etmek üzere bir meb’usları ile Hamdi Efendinin kulağına (halîfe-i müslimînin katledileceğini ulaştırarak irtikâb etmişler), aksi halde ise, Halife Sultânın katlini göze almışlardır…

14) Merhûm Hamdi Efendi ise, bu fevkal’âde nazik ve tehlikeli bir vaz’iyyetde, son derece şerefli ve haysiyetli ve ilim ve siyâset-i şer’iyyeye muvâfık bir hall ü fasla muvaffak olmuşdur… Vaz’iyyetin bundan ibâret bulunduğunu da Şeyhüislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretlerine dahî böylece arzetmişler; ve ittihadçı çetenin elindeki o meş’ûm ve mel’ûn kozu, onlara kullandırtmamışdır… İttihadçı eşkıyâ zulüm ve diktatörlüğü ve istibdâdının, “ittihadçı olmayan nice hocaları!” salben (asarak) katletdiği o meş’ûm ve iğrenç devirde, nice hocaların “mümâşaat ederek veya takiyye yaparak!” ittihadçılardanmış gibi görünerek, ancak canlarını kurtarabildikleri de bir başka acı hakîkatdır… Hal’ fetvâsını içi kan ağlıyarak (tahrîr değil, takrir) eden merhûm, ittihadçı kâtiller tarafından (katl) gibi bir alçaklık düşünülmemiş olsaydı, tek başına da kalsa, binlerce ulemâyı darağaçlarında salben katleden o kâtil ve hâinlerin iki cihanda da kahrı ve bertarâf edilmesi içün ne münâsibse, onlar içün onu, orada ve en münâsib şekliyle kullanırdı!..

14)         Gözü kör olmayanlar, “Allâhsız”lığı kahr içün vücud hikmetine sâhib bu tefsîrin, onun bunun parasıyla yazdırıldığını, iblisçe durmadan piyasaya sürüşlerinin altında, gitdikçe umumhâneye dönen hamamlarının nâmusunu kurtarma sıkıntısına düşmeleri yatmaktadır!. Târih boyunca Allâh’ın Dinine azılı düşman olan nice ma’lûmların, o dine hizmet olsun diye, değil tefsir, iki kelimelik bir cümle yazdırmaları bile düşünülemez, bu muhaldir… Muayyen bazı zamanlarda, Kur’an, ezan ve bazı ibarelerin aslî telâffuzlarından inhirâf etdirilerek, “terceme!” adı ile okutulması gibi şeytanî maksadlar içün ele alındığı da, apaçık târihî bir vâkıadır. Uğur Mumcu’nun Karabekir’den iktibasla kitabına aldığı ibâre de, bunun isbâtı içün en mükemmel bir vesîkadır ki, o da aynen şudur: “Araboğlunun yâvelerini (saçmalarını) Türkoğullarına öğretmek içün Kur’ânı Türkçe’ye terceme etdireceğim ve öylece de okutacağım. Tâ ki budalalık edip aldanmaya devam etmesinler!”

 15) Terceme işinin Âkif’e, tefsir işinin de DİB tarafından Hamdi Efendi Hazretlerine verilişinin altındaki niyet, işte bu kadar sarîh ve vazıh ortadadır. Hamdi Efendi Merhûm’un  “Kur’anın tercemesi yapılamaz!” diyerek buna son derece şiddetle muhâlefeti ise, tefsirinin mukaddimesinde apaçık beyan buyurulmuşdur… Âkif nâm şâir kişi ise; buna cür’et etmişse de, devrimbaz İslâm düşmanlarının, namazlarda (hâşâ) “Türkçe Kur’an okuyarak namaz kılma!” denemelerine kalkışmaları sonunda, o zavallı şâir, ancak işin iç yüzünü anlar gibi olmuş; ve cür’et etdiği gülünç tercemelerinin, ölümünden sonra yakılmalarını tembihlemişdir!.. Merhûm Hamdi Efendi ise, tefsinin başında, arzetdiğimiz gibi “Kur’an-ı Azîmüşşân’ın, tercemesinin aslâ yapılamıyacağını,” bunun muhal olduğunu beyan etdiği gibi; “Türkçe Kur’an!” demenin de, “Kur’an-ı Kerîm’i Arapça inzâl etdik!” buyuran Allâh Azze’yi tekzîb ile O’nu redd ü cerh etmek ma’nâsına geleceği cihetle, kişiyi küfre sokacağını (kâfir yapacağını) kat’iyyen beyân buyurmaktadır…

16) Bunca hakîkatler apaçık önümüzde durup dururken, bazı televizyon ekranı kıdemli ve gedikli  şeytanlarının, ilâhiyatçı, DİB’çi, cüppeci, züppeci, tarihçi, sunucu, yardakçı, bardakçı ve bilmem neci kılıklarıyla oralardan hakkı ve hakîkatı bulandırmak ve birilerine yalakalık uğruna tahrîf, tağyîr ve tebdîl etme şenâatleri, cidden iğrenç, kâfirce ve mel’uncadır…

17)         Saltanat ve hortumlarının kesilerek, dünyâlarının kararmaya yüz tutduğu şu hengâmede, kurusıkı ve acûzelerden bin beter reklâm ihtiyâcı içine yuvarlanacaklarına, açsınlar birinci cildin mukaddimesini ve hece hece okusunlar!. Orada, cebinden para vererek bu tefsiri yazdıran bir adamın esâmîsi veya gölgesinin bir zerresi bile geçiyor mu, görsünler; ve bir kıl ucu kadar da, nâmus, şeref, insanlık ve haysiyetleri varsa, bunu, bu som hakîkatı beyân ve i’tirâf etsinler…

Onlar okumazlarsa okumasınlar, ammâ biz, müteakıb makâlemizle tekrar okur ve okuturuz!

(Mâba’di var)

 

(İntişârı: 27.12.2012)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir