SORU:
Şer’î hükümlere göre kendilerine uyulan mürşidlerin, kutup ve gavs derecesine vâsıl olsalar dahî, dört fıkhî mezhepten birini benimseyip, ona göre yaşaması farz-ı ayn olduğu gibi, içtihâd derecesine ulaşmış olan imamlar ile sâir âlimlerin de bir şeyh ve mürşide muhtaç bulunmalarının sebebi nedir?
CEVAP:
Âlimlerde söz, davranış ve bilgilerinin kendilerine hâl olması, kalblerindeki bazı değişikliklerin sükûnet bulması, ilme’l-yakîn bildiklerini ayne’l-yakîn görebilmelerini sağlamak için ehil bir mürşide muhtaçtırlar.
Nitekim; Hazreti Ömer el-Fârûk Radiyallâhu Anh Enes İbn-i Mâlik Radiyallâhu Anh’ın huzûrunda diz çöküp, mütevâzi bir edâ içinde oturdu ve:
-Yâ Enes! Siz yıllarca Rasûlulllâh Salalllâhu Âleyhi ve Sellem’in hizmetinde bulundunuz. Binâenaleyh O’nun huzûr-ı saâdetlerinde ömrünüzü geçirdiniz. Bu sebeple siz, münâfıkların hallerini, kalblerinde nifak bulunup bulunmadığını çok rahat kestirebilirsiniz. Benim kalbimde de nifak alâmeti var mıdır? Bakınız” diye ricâ ettiği zaman, Hazreti Enes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hazreti Ömer, Hazreti Enes’in bu ağıt ve gözyaşlarını kalbinde nifak izleri taşıdığına hamlederek, onu bastırırcasına daha şiddetle ağlamaya başladığında Hazreti Enes:
-Yâ Ömer! Lütfen susunuz ve sâkin olunuz. Fârûk olan siz bile nifak belâsından bu kadar korkmaktasınız. Bu yüce hassâsiyetinize bakıyor ve ben kendi başıma yanıp ağlıyorum cevâbını verdi. Bunun üzerine Hazreti Ömer:
-Yâ enes! Nifak ve imtihandan ancak münâfıklar emin olur. Allâh’ın mekr ve imtihanından emin olma!” buyurdu. –Burada söylenen nifaktan maksadın şirkle değil riyâ ile ilgili olduğu unutulmamalıdır.
İmam Kuşeyrî meşhûr Risâle’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Tarikat şeyhi durumunda bulunan sûfîler, naklî, aklî ve zâhirî ilimleri ilme’l-yakîn bilmekten, ayne’l-yakîn görme derecesine yükselmiş kimselerdir. Öyle ki, insanlar için gaybî olan bir şey, onlar için apaçık ve gözleri önünde seyredilebilir. Diğer insanlar taklîd ve istidlâl, onlarsa tahkik ve vuslat ehlidir.”
“Leylâ, bizler senin güzelliğinle aydınlanmakta, insanlar ise karanlıkta kalmaktadır” denilmiştir. Fahreddîn-i Râzî Kuddise Sirrehu’dan bu konuya ışık tutmak üzere şöyle bir rivâyet anlatılmaktadır.
Bağdat’a gitmek üzere yola çıkan Râzî, şehrin girişine yaklaştığı vakit, ihtiyar bir kadın dışında bütün yöre halkının kendisini karşılamak üzere beklediği görür. Kadının hayret verici bu hareketi Râzî’ye haber verilince, onun bu davranışı merâkını celbetmiş ve ziyâret etmek maksadıyla yanına gitmiş, karşılamaya çıkmamasının sebebini sormuştu. Bunun üzerine kadın:
-Sana ta’zîm ve hürmet göstererek debdebe ile karşılamanın sebebi nedir? Ne özelliğin var ki böyle davranmak gerekiyor?” şeklinde cevap verdi. Râzî ise:
-Ben allâh’ın varlığı ve birliğini binlerce delîl ile isbâta muktedir bir ilim adamıyım. O yüzden olsa gerek..” deyince yaşlı kadın ibret verici ve düşündürücü şu cevâbı lutfetti:
-Allâhu Azîmüşşân’ın varlığı ve birliği konusunda bir şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Dolasıyıla O’nu isbât için bir delîl ve dayanak aramak ihtiyâcını da hissetmiyoruz. Zîra biz Cenâb-ı Hakk’ın tevhîd denizinin dalgaları arasında garkolmuş, müşâhede ve vuslat ehliyiz. Siz ise taklîd ve istidlâl ehlisiniz.”
Fahreddîn-i Râzî kadının ma’rifet ve irfan dolu bu cevâbını gönülden tasdîk etti.
Sûfî ve meşâyih huzûrunda mezhep imamları bile her zaman saygı ve hürmet hissi duymuşlar, onları kendi nefsleri üzerine tercîh etmişlerdir. Eğer meşâyihde cezbedici böyle bir meziyet bulunmasaydı, durumun tam tersiyle tecellî etmesi gerekirdi. Kaldı ki, İmâm Şâfiî’nin ümmî Şeyh Şeybân-ı Râî’ye gösterdiği saygı gözlerimizin önündedir. Bütün celâl, azamet ve büyüklüğüne rağmen Hazreti Ömer el-Fârûk Radiyallâhu Anh, Enes b. Mâlik Radiyallâhu Anh’ın önünde mütevâzî bir şekilde diz çökerek oturur ve şöyle derdi:
-Ey Enes! Sen Allâh’ın Rasûlü Efendimiz’in ve yüce Ehl-i Beyti’nin yıllarca hizmetinde bulundun. Muhakkak ki Allâh ve Celle ve Alâ münâfıkların durumunu ve iç görüntülerini size öğretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: “Kalblerinde hastalık olanlar, yoksa Allâh’ın kendilerine besledikleri kinlerini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? (Hem Hazreti Paygamber’e, hem de mü’minlere kin besleyen münâfıklar kâfirlere yardım ediyor, buna karşılık îmân ve cihâd gibi ilâhî hoşnutluğa sebep olacak davranışlara yönelmiyorlardı. Bu yüzden görünürdeki amelleri boşa gitmiştir.) Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen, onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki, sen onları konuşma üslûblarından tanırsın. Allâh bütün işlediklerini bilir.” Bu âyetin nüzûlundan sonra Hazreti Peygamber’e hiçbir münâfık gizli kalmadı. Hepsini sîmâlarından tanırdı. Münâfıkların tanınan bir başka yönleri de konuşmalarıydı. Çünkü onlar Rasûlullâh’ın huzûrunda konuşurlarken müslümanlar hakkında üstü kapalı ve incitici konuşmalar yapanlardı.)” (Muhammed 29-30) buyurmuştur.
-Kalbime bak ey Enes! İçerisinde bir nifak alâmeti görebiliyor musun?” deyince: Hazreti Enes, Halîfe Ömer’in nifak karşısındaki bu hassâsiyet ve endişesinden hayrette kalıp ağlamaya başlayınca, onun bu davranışının kendi kalbindeki nifaktan kaynaklandığına hükmeden Hazreti Ömer daha şiddetle feryâd etmeğe başladı. Bunun üzerine Hazreti Enes Radiyallâhu Anh:
-Yâ Ömer! Ağlama. Ben sizin nifaktan duyduğunuz korku ve endişenizin şiddetinden ağlıyor ve sizin bile bundan emîn olmamanıza yanıyorum” deyince: Hazreti Ömer el-Fârûk Radiyallâhu Anh:
-Yâ Enes! Nifaktan ancak münâfıklar emîn olur. Allâh’ın mekr ve imtihânından yalnızca hüsrâna uğrayan gâfiller emniyette olur” buyurdu. Burada sözü edilen nifak, şirkle değil riyâ ile ilgili olan nifâktır.
Kaynak: Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvâlar (Ömer Ziyâüddîn Dağıstânî-3.baskı-sh.11-14)
(İntişârı: 30.04.2015)